3 Ekim 2024 Perşembe

Somutlaşan Düşünceleri ile Kürtçülüğün ve Şeriatçılığın Boğucu İşgalleri

 

Düşünceler “bulut mudur”?

 

Onlar doğada yer işgal etmeyen, vazgeçilebilir, silinebilir, yok edilebilir şeyler midir?

 

Düşüncelerin “var olmayan” şeyler olduğunu düşünmemiz doğaldır. Çünkü onları ne görebilir, ne de onlara dokunabiliriz, onları beş duyumuzla algılayamayız.

 

Acaba öyle midir? Eğer onlar algılanamayan, dolayısıyla var olmayan şeylerse… Vücudumuzda herhangi bir etkilerinin olmaması gerekir; oysa düşüncelerimiz vücudumuzu sandığımızdan çok daha hızlı ve şiddetli etkilerler.

 

Beyinde ortaya çıkan herhangi bir düşünce, somut bir varlık gibi doğrudan etkileyebilir. Söz gelimi korku filmi seyrederken  algıladığımız korku uyaranları beyni ve limbik sistemi hızla etkiler. Olumlu ya da olumsuz düşünceler amigdala ile doğrudan doğruya limbik sistemi etkiler[1].   Stresli düşünceler hipotalamus aracılığıyla stres tepkilerinin doğmasına , kalbin daha hızlı atmasına vs. yol açabilir [2].

 

Ya da “depresyonun bilişsel modelinin öne sürdüğü bazı olumsuz bilişlerin depresyon durumunu üretebileceği ve sürdürebileceği yönündeki kanıtlar vardır.” [3].

 

Buraya kadar gösterilenler düşüncelerin somut dünyayla sanıldığından çok daha yakın olduğunu gösteriyor.

 

Bütün bu somut etkilerinden öte düşünceler daima somutlaşır. Buna “somutlaşma kuralı” diyebiliriz. Biraz iddialı durmakla birlikte bunun gerçekliği açıkça görülebilir. Öncelikle insan eliyle yaratılan her şey önce beyinde bir “hologram” ya da simülasyon (idea) şeklinde oluşturulur.

 

Sanat eserleri, beyinde yaratılan ideaların çeşitli sebeplerden dolayı eksik ya da sakatlanmış biçimleri olarak somutlaşır. Beyindeki sanat eserinin beyinde yaratıldığı gibi yansıtılması neredeyse imkânsızdır. Yine de beyinde yaratılmayan hiçbir şey “yaratılamaz”.  Bunu “Düşünmeyen yaratamaz” şeklinde özetleyebiliriz.

 

İşin ilginç yanı şudur ki insan yaratmaksızın yaşayamaz.

 

Şüphesiz çevremizde hiçbir şey yapmadan, yaratmadan duran, boşa vakit geçiren sayısız insan vardır. Buna rağmen insan sürekli yaratır. Çünkü insan sürekli “düşünür”.

 

Buradaki sorun şudur:  Bireylerin düşünceleri arasında sayı ve kalite bakımından yani nicel ve nitel olarak ciddi farklar  vardır. O halde üretilen düşünceler da farklı hacimlere ve farklı etkilere sahip olacaktır.

 

Düşüncelerin bir yer işgal edip etmediğine bakmak için sanalağ hizmet sağlayıcılarına bakmak aslında yeter de artar bile. Sanalağda yapılan her şey, hizmet sağlayıcıların “server”larında kaydediliyor. Bu kayıtlar fiziksel bir kayıt ortamında aynen elle tutulan, gözle görülen kâğıt arşivler gibi bir yer kaplıyor. Zamanla bilgisayarlarımızın bile artık yeni bilgileri depolamakta ya da işlemekte işlevsiz kaldığını görebiliyoruz.

 

Diğer yandan düşüncelerimiz somutlaşma kuralı gereği ya bir ürün ya da insani bir etki olarak ortaya çıkarılırlar. Somutlaşma kuralı,  düşüncelerin somutlaşmak üzere oluşturuldukları anlamına gelir. Düşüncelerin somutlaşması, içinde meydana getirildikleri beynin kastından ya da amacından bağımsızdır. Herhangi bir kasıt gütmeksizin ifade edilen her düşünce, somut bir etki yaratacak bir inşaa olarak dünyaya gelir. Söz gelimi sadece birer fikir olarak öne sürülen pek çok ideoloji ya da kurgu, toplumda kendilerinden beklenmeyen ölçüde cevaplar ve etkiler yaratmışlardır. O halde düşünceler, sadece atmosfere salınan ve ortadan kayboluveren buharlar, gazlar ya da soluklaşıp kaybolan ışık demetleri değildir. Bu gün ekonomi disiplini açısından romantik bir şiddet manifestosu olan Marksist ideoloji zamanında güçlü duygusal cevaplar ve etkiler yaratarak SSCB gibi bir dünya hapishanesinin doğmasına yol açmıştır. Diğer bir örnek Nazizmdir. 1. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkan bir ulusun gururunu ve dikkatini uyarmak için yazılan aşırı romantik ve şiddetli fikirler, Almanya’yı ilkinden daha büyük bir felâkete sürüklemiştir.

 

Bu durumda düşüncelerin hem evrende bir yer kapladıklarını hem de açık ve ölçülebilir etkiler yarattıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki ama hem evrende bir yer kaplayan hem de bir etki/iş yapabilen bir varlığın, “manevi”, “varsayımsal”, “hayalî” olduğu söylenebilir mi?

 

O halde düşünceler maddenin kurallarına taabidir. Maddeyle ilgili ilk kanun, “İki maddenin aynı anda aynı yeri kaplayamayacağıdır”.

 

Bu durumda sorun hangi düşüncenin nerede duracağı ya da durabileceğidir. Eğer düşüncelerin kaçınılmaz maddi etkileri olmasa bununla ilgilenmemiz gerekmezdi. Oysa şimdiye  kadar ki örneklerden gördük ki bir düşünce yayıldıkça hem beyinlerimizde daha fazla yer işgal ediyor hem de kendisiyle ürünler aracılığıyla ve ikna etkisiyle kendi doğasına uygun sonuçların doğmasına daha fazla yol açıyor.

 

Söz gelimi kadınla erkeğin otobüste yan yana   oturmamaları gerektiğine dair bir düşünce ilk ortaya atıldığında etkisiz bir gaz bulutu gibi görülebilir. Oysa bu düşünceye “inananların” sayısı arttıkça otobüslerde  iki cinsin birbiriyle yan yana gelmeme eğilimi yaygınlaşacaktır.  Bir  aşamadan sonra otobüste bir kadının yanına oturan erkeğin toplumun eğri kalanınca kınandığını görebileceğizdir.

 

Ya da… Söz gelimi “ Türkiye’de sadece Türkler yoktur!” cümlesi, ülkenin bütün kurucu ilkelerine ve  kurucu Türk egemenliğine, kısacası Türk Milleti’nin varlığına açıkça aykırıyken terörle ya da sayısız sahte mağduriyet hikâyeleriyle tekrarlanan bu saçmalık zamanla toplumda hatırı sayılır bir kabul görmeye başladığında, artık “Türk” isminin telaffuzu bile “ahlakdışı” hatta “insanlık dışı bir suç” gibi kabul edilemeye başlayacaktır.

 

Bu düşünceler, toplumsal bilincimizde moral değerler sahasını öldürücü parazitler gibi işgal ediyorlar. Diğer yandan omurgasız, kimliksiz bir basın yayın camiasında üretilen sayısız etnik ırkçı ve şeriatçı çöp düşünceler, yaşam alanımız pek çok fiziksel ürünle doğrudan doğruya işgal ediyor. Bu düşünceler davranışları da etkileyerek demokrasi sömürüsüyle medeniyet alanını, bu düşüncelere  inanan insanların sayısının artışıyla bu insanların fiziksel varlığının kapladığı yerin artışıyla gitgide daraltıyorlar.

Şu anda Türkiye’de toplumun bire bir yaşadığı ama bir türlü isimlendiremediği derin depresyonun ve boğulma hissinin gerçek sebebi, durmaksızın ortama salınan zehirli Kürtçülük ve şeriatçılık fikirlerinin birikimli etkisi.

 

İşte bundan dolayı da her düşünceye “özgürlük” tanınamaz, tanınmamalıdır da. Düşüncelerin somutlaşma kuralı onların doğrudan doğruya maddi zarar analizlerinin yapılmasını gerektirir.  Sonuçları toplumsal beraberliğe, ulusal egemenliğe, vatanın bütünlüğüne zarar verecek hiçbir düşüncenin üretilmemesi, zehirli artıkların üretiminin engellenmesi kadar önemli ve acil bir konu.

 

Sonuç itibariyle ülkede etnik ırkçı Kürtçü partilerin kurulması, sürdürülmesi, bu konuda bölücü yayın yapılması, şeriatçılığın günlük hayata “kutsalları” sömürerek müdahalesi, her iki kampında  Türk Milleti,, Türk egemenliği ve Türk vatanı hakkında düşmanca düşünceler üretmesi kesinlikle ve daimi olarak yasaklanmalıdır. Bu konu doğrudan vatandaşlık tanımıyla ve vatandaşlık sorumluluğu açısından kanuna bağlanmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] “Rajmohan, V., & Mohandas, E. A. S. T. (2007). The limbic system. Indian journal of psychiatry49(2), 132-139.

 [2] Yakar, S. K., Limbik Sistem. Limbik Sistem Nedir? Görev ve Bölümleri - Medicana Erişim tarihi: 02.10.2024

[3] Teasdale, J. D. (1983). Negative thinking in depression: Cause, effect, or reciprocal relationship?. Advances in behaviour research and therapy5(1), 3-25.

 

 

 

1 Ekim 2024 Salı

Türk Düşmanlığının Kutuplaşmasında Türkiye

 

Türkiye şeriatçı-Arapçılık ve Kürtçülük ikilemine hapsedildi.

 

Türk halkı bu iki kutbun dehşet dengesinde taraf seçmeye zorlanıyor. Ülkenin en büyük ikinci partisi sözde “muhalefet” mantığıyla Kürtçülüğün yanında yer alırken, adında “milliyetçi” sıfatı geçen bir parti de gerek maddi menfaatler gerekse gücün yanında yer alabilmek için şeriatçı Arapçılığı destekliyor.

 

Sonuçta Türkiye, yabancı ve dahası açıkça Türk düşmanı bir kutuplaşmanın geriliminde zaman ve enerji kaybediyor.

 

Neden böyle?

 

Çünkü Arapçılığı kültürmüze dayatan şeriatçılar da Marksizmle solu sömüren Kürtçü asalaklar da “normatif ahlâkı” açıkça küçümsüyor. Dolayısıyla kendi davranışlarını vicdanen denetlemeyen, vicdanın yerine hedefi, amacı koyan bu iki kutup da ülkeden Türk adını silmek için elinden geleni yapıyor.

 

Türk düşmanlığı, bu iki kutbun Türk ülkesinde her türlü düşmanca tutumunu kendilerince meşrulaştırıyor. Türk çocuklarının milli benliklerini oluşturan Andımız’ın kaldırılmasında her iki kutbun  sessiz ve tartışmasız mutabakatı bunun ne kesin örneği. Ayrıca Türksüz Anayasa tartışmalarında da iktidar ve muhalefet partilerinin tamamen mutabık olmaları da aynı şeyi gösteriyor.

 

Peki ama bu tavrın psiko-politiği ne?

 

Bunun kaynağı amaç güdülü yaşamak. Amaç güdülü bir insan ya da kitle amacı dışında hiçbir meşruiyet kaynağı ve ölçüsü bilmez ve tanımaz.

 

Dolayısıyla yabancılaşmış, Türksevmez insanlar için adında “Türk” olan, vatandaşlığı Türk’ten kaynaklanan bir ülkenin fiziken olmasa da manen yok edilmesi başat amaç. Bu amaca ulaşmak için her türlü manipülasyon, yönlendirme, şartlama ve hatta şiddet eylemi Türkiye’nin iki  fiilî yönetim kutbunun kabul ettiği yöntemler.

 

İslamcılar “darül harp” olarak gördükleri Türkiye’de Araplaşmanın ve şeriatın önündeki Türk adının, Türk kimliğinin, Türk bilincinin  devlet gücüyle silinmesi için uğraşıyor. Kürtçüler de egemen Marksist örgütlenmelerinin Lenin’den miras aldığı, iç savaş dahil her yolla Türkiye’yi Iraklaştırmaya çalışıyor.

İki kutbun da hiçbir “normu” ve ölçüsü yok. İki kutup da uluslaşma dışı kalmış, yabancılaşmış, yozlaşmış kitlelerin ham demokrasi sömürüsünden yararlanıyor ve hukukla denetlenemeyen bu oy çığı ve çılgınlığıyla devletin ulusal temellerini tahrip ediyor.

 

Türkiye iyiyle kötünün mücadelesine sahne olmuyor. Türkiye kendi düşmanlarının çekişmelerinin arasında yok oluyor.