8 Mayıs 2024 Çarşamba

İnanç Özgürlüğünde Sınır Neresidir?


“İnandığımız gibi yaşamak” gerçekten iyi bir şey midir?

 

Bu soruyu cevaplamadan önce “inancın” neye benzediğine baksak belki de iyi olur.

 

İnanç, aklı kullanarak veya kullanmadan olguları, kavramları kesinlikle varsaymak ve onaylamak demektir.

 

Peki ama bu biraz da “kanaati/kanıyı” andıran bir tanım değil mi? İnsanlar bir şeyleri varsayıp onu onayladıklarında bunun inanç mı yoksa kanaat mi olduğunu nereden anlayabiliriz ki?

 

İnancın tanımındaki anahtar kelime “kesinlik”tir. Bu zarf bize kanaatin değiştirilemez ve açık olduğunu gösterir. Kısacası inanç  değiştirilemez ve açık/net bir kanaattir.

 

Kanaatlerimizi her an değiştirebiliriz ama inançlarımızı değiştirebilmek neredeyse imkânsızdır.

 

İnancın tanımında “aklı kullanarak” gerek şartını da kullandık ama “inanç” seviyesindeki bir kanaat, genellikle aklı pek az kullanır. İnanç, aklı kendi kendisini onaylamak için kullanır. İnanç akıldan kendi kendisini onaylayacak bir kapalı devre yaratır.

 

Peki ama böylesi bir kanaat toplum yaşantısını düzenleyebilir mi? Böyle bir kanaat bütün bir toplumu bir arada tutabilecek rızayı oluşturabilir mi?

Maalesef hayır. İnancın akla pek az başvurması ve değişmemek için akıl yoluyla kendisine bir kapalı devre yaratması, inançlıların diğer insanlarla diyalog kurmasını zorlaştırır. Çünkü bir kez “kesin inanca” girdiğimizde, üç şey meydana gelir.

 

Birincisi inancı yeterli görerek artık akla ihtiyacımız olmadığını düşünmeye başlarız.

İkincisi “düşünce” yerine inancın ezbere sözcüklerini sürekli tekrarlamaya başlarız.

Üçüncüsü de artık “düşünce” saydığımız ezberlerimiz dışında kalan bütün sözleri, “inançsızlık” olarak etiketler ve böylece diğer insanlarla diyalog imkânlarımızı gönüllü olarak ortadan kaldırırız.

 

İşte bu üç kaçınılmaz sonuçtan dolayı, “inandığımız gibi yaşamak” topluma tavsiye edilebilecek ve hele de dayatılacak bir şey değildir. Çünkü inandığı gibi yaşamak isteyen insanlar yalnızca inandıklarını yapmayı arzulamazlar, kendi inançlarının sınırlarına, onlara saygı duyulması adına çevrelerinin de uymasını arzularlar. Bu durum doğrudan doğruya “inancın” toplum hayatına bütünüyle egemen olması anlamına gelir.

İnancın sırf inanç olduğu için “tartışılamaz ve reddedilemez bir doğru1 olduğu kanaatiyle yaratılacak kuralların aklın muhakemesine taabi tutulması imkânsızdır. Çünkü “inanç” bir kere “ifade hürriyeti” hakkı kategorisine sokulursa ifade hürriyetinin akla dayanan özgürlük alanından yararlanmaya başlar.  Kendini akılcı eleştiriden “kutsallık” ve “hak” sıfatlarına sığınarak uzak tutan inancın, aklın yarar alanında at koşturması durumunda bir müddet sonra o alanda akla yer kalmaz.

 

“İnandığımız gibi yaşamanın” getirdiği kısıtlamaları diğer insanlara dayatamayız. Bu belki bizim “özgürlüğümüzü” kısıtlar ama aksi durumda sağlanabilecek özgürlükten çok daha fazlasını bize sunar. Bu basit bir hesap sorunu olarak düşünülebilir. “İnandığı gibi yaşayan “insanlara izin verildiğinde, toplumun geri kalanının onların inancına göre hayatlarını kısıtlamasıyla, sınırlı sayıdaki insanın inancının gereğinin toplumun geri kalanınca göz ardı edilmesi arasındaki fayda miktarı, “inancın yaşanması” seçeneğinin aslında bir seçene
k olamayacağını bize gösterir.

 

Bu yüzden inanç özgürlüğünde sınır, bireyin evidir. Birey kendi evinde neye isterse ona inanır, nasıl ibadet ediyorsa öyle eder. Buna karşılık o, evinin dışında inancının tavsiyelerini, emirlerini, kısıtlamalarını, kurallarını kimseye tebliğ edemez, tavsiye edemez, dayatamaz. İnanç evin sınırlarından dışarı çıktığı anda, diğer bireylerin özgürlüklerini, temel haklarını kısıtlayıcı bir emirler listesi haline gelir. Bir hukuk devletinde devletin rejimi ne olursa olsun böyle bir şeye izin verilemez. İşte inancın bireyin evinde “güven içinde “yaşanmasını ancak evin dışında kimseyi etkileyememesini sağlayan düzenleme, laikliktir.

 

Bugün dünyada sosyalizm nasıl romantik bir etik ezberle derece derece ekonomilere sızıyorsa; din de “inanç hürriyeti” savunmasıyla bizim gibi geri kalmış ülkelerde temel haklar ve hukuk çatısının altına sızıyor ve rejimleri kendine göre biçimlendiriyor.  Böylece etiketi (akılcı, beşerî) “hukuk devleti” olup da fiilen şeriatla yönetilen ülkeler yaratılıyor.

 

Bu yüzdendir ki başkaları uyusa bile Türk milliyetçileri lâikliği her an ve her alanda ödünsüz savunmalıdır.

 

 

Hiç yorum yok: