“İnandığımız gibi yaşamak”
gerçekten iyi bir şey midir?
İnanç, aklı kullanarak veya
kullanmadan olguları, kavramları kesinlikle varsaymak ve onaylamak demektir.
Peki ama bu biraz da
“kanaati/kanıyı” andıran bir tanım değil mi? İnsanlar bir şeyleri varsayıp onu
onayladıklarında bunun inanç mı yoksa kanaat mi olduğunu nereden anlayabiliriz
ki?
İnancın tanımındaki anahtar
kelime “kesinlik”tir. Bu zarf bize kanaatin değiştirilemez ve açık olduğunu
gösterir. Kısacası inanç değiştirilemez
ve açık/net bir kanaattir.
Kanaatlerimizi her an
değiştirebiliriz ama inançlarımızı değiştirebilmek neredeyse imkânsızdır.
İnancın tanımında “aklı
kullanarak” gerek şartını da kullandık ama “inanç” seviyesindeki bir kanaat,
genellikle aklı pek az kullanır. İnanç, aklı kendi kendisini onaylamak için
kullanır. İnanç akıldan kendi kendisini onaylayacak bir kapalı devre yaratır.
Peki ama böylesi bir kanaat
toplum yaşantısını düzenleyebilir mi? Böyle bir kanaat bütün bir toplumu bir arada
tutabilecek rızayı oluşturabilir mi?
Maalesef hayır. İnancın akla pek
az başvurması ve değişmemek için akıl yoluyla kendisine bir kapalı devre yaratması,
inançlıların diğer insanlarla diyalog kurmasını zorlaştırır. Çünkü bir kez “kesin
inanca” girdiğimizde, üç şey meydana gelir.
Birincisi inancı yeterli görerek artık akla ihtiyacımız olmadığını
düşünmeye başlarız.
İkincisi “düşünce” yerine inancın ezbere sözcüklerini sürekli tekrarlamaya
başlarız.
Üçüncüsü de artık “düşünce” saydığımız ezberlerimiz dışında kalan bütün
sözleri, “inançsızlık” olarak etiketler ve böylece diğer insanlarla diyalog
imkânlarımızı gönüllü olarak ortadan kaldırırız.
İşte bu üç kaçınılmaz sonuçtan
dolayı, “inandığımız gibi yaşamak” topluma tavsiye edilebilecek ve hele de
dayatılacak bir şey değildir. Çünkü inandığı gibi yaşamak isteyen insanlar yalnızca
inandıklarını yapmayı arzulamazlar, kendi inançlarının sınırlarına, onlara
saygı duyulması adına çevrelerinin de uymasını arzularlar. Bu durum doğrudan
doğruya “inancın” toplum hayatına bütünüyle egemen olması anlamına gelir.
İnancın sırf inanç olduğu için “tartışılamaz
ve reddedilemez bir doğru1 olduğu kanaatiyle yaratılacak kuralların aklın
muhakemesine taabi tutulması imkânsızdır. Çünkü “inanç” bir kere “ifade
hürriyeti” hakkı kategorisine sokulursa ifade hürriyetinin akla dayanan
özgürlük alanından yararlanmaya başlar. Kendini
akılcı eleştiriden “kutsallık” ve “hak” sıfatlarına sığınarak uzak tutan
inancın, aklın yarar alanında at koşturması durumunda bir müddet sonra o alanda
akla yer kalmaz.
“İnandığımız gibi yaşamanın”
getirdiği kısıtlamaları diğer insanlara dayatamayız. Bu belki bizim “özgürlüğümüzü”
kısıtlar ama aksi durumda sağlanabilecek özgürlükten çok daha fazlasını bize
sunar. Bu basit bir hesap sorunu olarak düşünülebilir. “İnandığı gibi yaşayan “insanlara
izin verildiğinde, toplumun geri kalanının onların inancına göre hayatlarını kısıtlamasıyla,
sınırlı sayıdaki insanın inancının gereğinin toplumun geri kalanınca göz ardı
edilmesi arasındaki fayda miktarı, “inancın yaşanması” seçeneğinin aslında bir
seçene
k olamayacağını bize gösterir.
Bu yüzden inanç özgürlüğünde
sınır, bireyin evidir. Birey kendi evinde neye isterse ona inanır, nasıl ibadet
ediyorsa öyle eder. Buna karşılık o, evinin dışında inancının tavsiyelerini,
emirlerini, kısıtlamalarını, kurallarını kimseye tebliğ edemez, tavsiye edemez,
dayatamaz. İnanç evin sınırlarından dışarı çıktığı anda, diğer bireylerin
özgürlüklerini, temel haklarını kısıtlayıcı bir emirler listesi haline gelir.
Bir hukuk devletinde devletin rejimi ne olursa olsun böyle bir şeye izin
verilemez. İşte inancın bireyin evinde “güven içinde “yaşanmasını ancak evin
dışında kimseyi etkileyememesini sağlayan düzenleme, laikliktir.
Bugün dünyada sosyalizm nasıl
romantik bir etik ezberle derece derece ekonomilere sızıyorsa; din de “inanç
hürriyeti” savunmasıyla bizim gibi geri kalmış ülkelerde temel haklar ve hukuk
çatısının altına sızıyor ve rejimleri kendine göre biçimlendiriyor. Böylece etiketi (akılcı, beşerî) “hukuk
devleti” olup da fiilen şeriatla yönetilen ülkeler yaratılıyor.
Bu yüzdendir ki başkaları uyusa
bile Türk milliyetçileri lâikliği her an ve her alanda ödünsüz savunmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder