31 Ekim 2023 Salı
Evrensellik Mi Standartlaştırma Mı?
22 Ekim 2023 Pazar
İnsanlar, Uluslar ve Hayali Toplumlar
İnsana dair hiçbir şey
insanüstü bir otoriteden gelmemiştir.
Bu insan icadı olan
hiçbir şeyin anlamsız olduğunu göstermez.
Çünkü insan, kendi
dünyasını yaratmak, inşaa etmek zorundadır. Hiç bir şey, insana önceden verili sunulmamıştır.
Bu yüzden insan
toplumlaşmasına dair hiçbir şey, insan icadı olmasının ötesinde bir anlam
taşımaz.
Yani inan kendisine
kendisinden üstün bir otoritenin v erdiği bir düzen ya da toplum telakkisiyle
var olmamıştır. İnsan kendisinin farkında olmak zorundadır.
Bunun nasıl olduğunu
bilmiyoruz. İnsana varoluşunun farkında olmasını sağlayan varlığın Tanrı mı yoksa “evrim” mi
olduğunu bilmek imkânsızdır.
Ama insan bir kez
var olduğunu anladığında… Daha doğrusu “varoluş” ortaya çıktığında ki insan
dışındaki hiçbir biyolojik tür böyle bir bilince sahip değildir, hiç bir tür yok olup
gitmek korkusunu taşımamaktadır.
Değer üretmek yalnızca
insana özgü bir yetenektir. “Değer nedir?” diye soracak olursak bu, “Elde edilmek
istenen ve elde edildiğinde de korunmak istenen varlık” anlamına gelmektedir ki hiç bir hayvan türünün böyle bir ayırt
etme yeteneğinden bahsedilemez.
Bu yetenek, insan denen
hayvan türüne Tanrı tarafından mı bahşedilmiştir yoksa evrimin rastlantısallığının
bir sonucu mudur bilinmez ama madem bir kez ortaya çıkmıştır, bu bilinç
türümüzü diğer türlerden (aslında cinslerden) ayırt eden tek özelliktir.
Karşı cinsiyetle
her halükârda ilişkiye girmek isteyen bir hayvan türünün kaçınılmaz
dürtüleriyle bir toplumsal düzen kurmak isteyen insanların, aynı zamanda bu
hayvanca dürtülerine söz gelimi karbon atomunu yaratan bir yaratıcıyı şahit ve
dahası “sahip” göstermesi bu yüzdendir ki insanı diğer hayvanlardan ayıran varoluş
bilincinin açık sömürüsüdür.
Yani? İnsan
toplumlaşması “doğal” değildir, doğaya aykırıdır. Neden böyledir? Çünkü insan
toplumlaşması, toplu bir anlamlandırma işlevinin soncudur.
Ve fakat…
İşte tam da bu
sebepten toplumlaşmaya girişen insanların ortak bilinç geliştirebilme
yetenekleriyle sınırlıdır.
Dolayısıyla… Zürafa
doğanın bir “emri” iken Türk, Arap ya da Kürt kimlikleri, doğanın bir emri
değildir. Bu kimlikler, bu kimlikleri zaman içinde oluşturan toplumların
eseridir.
Öte yandan bu kimlikler
birbirleriyle eşit değildir, çünkü bu kimliklerin oluşma biçimleri, içerdikleri
toplumsal birikim ve kültürel gelişmişlik eşit değildir.
O halde şunu
anlamalıyız ki her toplumsal oluşum, hukuk geliştirici ve devlet yapabilen ulus
seviyesine ulaşamadığı gibi aynı derecede bir “etikete” de sahip olamaz.
O halde hepimiz “hayali”
kimliklere” sahibiz. Hepimiz bu hayali kimliklere sahipken hepimiz bu
kimlikleri oluşturan anlam geliştirme yeteneğimizi ortak anılar biriktirerek
gelecek nesillere aktarıyor ve buna “tarih” diyoruz.
Burada da ortaya
bir sorun çıkıyor ki o da kimi toplumların( ulusların) ortak anıların kendilerinin
yazması, ulus olamayan, egemen olamayan, uydu olan, kurban duygusunu içinden
atamayan, bağımlı bir takım toplulukların
“tarihin” içinde, tarihi yazanların kendilerinden söz ettiği kadar var
olabilmeleri. ( Bu ayrı bir konudur…)
O halde… İnsanın “hayali”
sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği
anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur.
20 Ekim 2023 Cuma
Felsefî Türkçülük ve Türkçü Felsefe
Atsız’ın tavizsiz idealizminden ve romantizminden beslenen kuşakların,
başlığa itiraz etmesi kuvvetle muhtemeldir. Ve daha kötüsü, Atsız’ın tavrını “romantik” diye küçülttüğümün düşünülmesi daha da muhtemeldir.
Fakat Atsız’ın
romantizminden bahsetmek, onun ilmî ve pratik derinliğini küçümsemek değildir.
Atsız’ın “romantizmi”,
Türklük duygusunun gerek ahlâkî gerekse ülkücü yönlerinin en saf, en katıksız,
en kristalize ve tavizsiz halinin ifade edilmesidir.
Atsız’ın
romantizmi, Türklük duygusuna, lâyık olduğu mevkii vermek gayretidir.
Atsız’ın
romantizmi, kalplerin Türklük gururu ve sevinciyle atması demektir.
O halde felsefî bir
Türkçülükten ya da Türkçü bir felsefeden bahsettiğimizde, biz bu yüksek duygu
dünyasını red ya da ,inkâr etmeyiz, edemeyiz.
O halde felsefî bir
Türkçülükten neyi murat ederiz?
Bu, Türkçülüğü
felsefenin boyunduruğuna sokmak mıdır? Elbette hayır!
Felsefî Türkçülük, Türklük
bilincinin, sürekli bir uyanıklık ve farkındalık içinde kalmasını sağlamak,
bunu sağlamak için de onun içerdiği ve onu çevreleyen kavramlar/olgular dünyasını Türk aklıyla yorumlamak demektir.
Peki ama o halde
Türkçü felsefe ne demektir? Felsefenin Türkçüsü olabilir mi? Felsefe “kimlikler
üstü” bir kavrayış, insanlığı ortak bir malı değil midir?
Maalesef bu çocukça
bir yorumdur ve dünyanın gerçekliğiyle bağdaşmaz.
Mantık için bir
evrensellikten bahsedilebilir ama felsefe daima kültürün gölgesinde kalmaya
mahkûmdur.
Felsefe gerçeğin
aranması için uğraşmak demekse “gerçek” konusunda her ulusun kendi kültürünün
ağırlık merkezinin kavramlar uzayını kendine göre biçimlendirdiğini bilmemiz
gerekir. Kütle çekiminin ışığı bükmesi
gibi kültürler de kendi büyüklüklerine göre kendi gerçeklerini oluşturur,
gerçeği kendilerine göre bükerler.
Söz gelimi Plevne
bizim için şanlı bir müdafaa harbiyken
Ruslar için bir zaferdir.
İstanbul bizim için
fethedilmiş bir şehirken Rumlar için işgal edilmiş bir şehirdir.
O halde şu açıkça
anlaşılmalıdır ki toplumların kavrayışlarında objektif bilimsellikten eser
bulunmaz.
Söz gelimi Alma
idealizminin babası Hegel için “evren” Alman aristokrasisinin ve bürokrasisinin
kadir-i mutlak gücüyle şekillenmiş bir saray mutfağı gibidir.
O halde Türkçü
felsefe Türkçülüğün akıl yürütme biçimini ve gerçekleri oluşturma yetisini
geliştirmek demektir.
Peki bunlar neden
önemlidir?
Aslında Orhun
yazıtları bunların doğrudan cevabıdır. Onlar, Türk olarak neyi, kimi, nasıl kavramamız gerektiğini bildiren Türkçülüğün
ilk felsefe metinleridir.
Bütün bunlar neden
gereklidir?
Hayatı kendi
gözleriyle göremeyen, kendi aklıyla yorumlayamayan, kendi gerçeklerini
oluşturamayan toplumlar geri toplumlardır ve böyle toplumlar da av olmaya
mahkûmdur.
Çünkü uluslararası
ilişkilerde her koyun kendi bacağından asılır. Uluslararası ilişkilerde adalet,
merhamet, empati ve tevazu yoktur. Her ulus kendi dünyasını ancak ve yalnız
kendisi oluşturmalıdır.
Bu açıdan aslında
Kutadgu Bilig ve Divan-ül Lügat-it Türk, modern Türk kavrayışının temel
eserleridir dense herhalde çok da yanılmış sayılmayız.
Felsefe asla
korkakların sığınağı olmadığı gibi Türkçülük de Kürtçülüğün/etnikçiliğin/ırkçılığın
ayna görüntüsü bir kabilecilik fanatizmi
değildir.
İşte bu yüzden özgüvene
ve özsaygıya sahip bir toplum olmanın gereğini ancak kendimize özgü bir felsefe kavrayışı yaratarak
yerine getirebiliriz.
Ancak o zaman “Ne
mutlu Türküm diyene!” sözünün anlamını kavrayabiliriz.
19 Ekim 2023 Perşembe
Yaratıcı Fikirler Ve imkânlar Kuramı Üzerine Kısa Bir Deneme
Fikri mülkiyetle
refah arasındaki ilişki “imkânlar kuramıyla” açıklanabilir.
İmkânlar kuramı, fikirlerin yarattığı imkânların malları
n üretiminde meydana getirdiği artışın yanı sıra, mallarla meydana getirilen katma değerin artışını da açıklar. Bu açıdan imkânlar kuramı malların miktarıyla nitelikleri arasında bir köprü görevi görür.
İmkânlar kuramı,
yaratıcı fikirlerin, üretim süreçlerindeki etkisi ile ilgilidir. Buna göre
yaratıcı fikirler, üretim süreçlerini hızlandırır, ayrıntılandırır ve
özelleştirir.
Bu üç özelliği ile
üretim süreci aynı malın daha yüksek miktarda üretimini sağladığı gibi otomotiv
sektöründe olduğu gibi zaman içinde aynı ürünün daha kaliteli formlarının
üretilmesini “sağlar”.
Ayrıca yaratıcı
fikirler, daha önce var olmayan malların ortaya çıkarılmasını da sağlar ki genellikle
fikri mülkiyet onun “icattan ibaret” olduğu yanılgısıyla anılır. Oysa bir “imkân”,
üretim unsurlarının yaratılmasında enerjinin en verimli kullanılmasını sağlayabilecek
bir etkendir.
İktisatta üzerinde
düşünülen şeyler genellikle malların içerdikleri “doğal değerdir”. Oysa mallar
böyle bir değer taşımazlar. Malların değeri onlara duyulan ilgi ve beklentiyle ortaya
çıkar.
Bir mala duyulan
ilgi veya onun değerler çizelgesindeki yeri, malın taşıdığı potansiyelle yani
imkânla ilgilidir. Bu potansiyel, o malın kendinden sonraki aşamada
yaratabileceği katma değerle ilgili sezgilerin bir bulutsusudur. Bu bulutsu,
bilimin verileriyle ne kadar desteklenirse kütle kazanmaya o kadar yaklaşır.
İşte “imkânlar” bu aşamada birbiriyle ilgili dağınık bilgilerin cisimleşmesi
hakkında neredeyse ölçülebilir bir istatistiktir. Burada “neredeyse” nitelemesi
önemlidir, çünkü bulutsunun yani bir gezegen ihtimalinin parçacıkları gibi
düşünebileceğimiz veriler ne kadar belirliyse hesaplanabilirlik o kadar artar.
Yine de bu hesaplama malın nihai fiyatını asla belirleyemez.
Bu hesaplama sadece mevcut enerjinin ve
kaynakların ne kadar uyumlu ve verimli olabileceğine dair bir tahmin olabilir.
Burada enerji, aslında hesaplamalarda ya da analizlerde üstünde hemen hemen hiç
düşünülmeyen temel bir faktördür ki Marx bunun “emek” olduğunu düşünmüştür.
Oysa tam otomatik bir üretim bandında insan emeğinden çok daha verimli
gerçekleştirilen üretim, bize emeğim bir enerji olmadığını açıkça gösterir.
İnsan olmaksızın da devam edebilecek bir üretimin ihtiyacı, enerjidir.
İşte bir imkân bu yüzdendir ki üretim unsurlarının yaratılmasında
enerjinin en verimli kullanılmasını sağlayabilecek bir etkendir.
Marx’ın yanılgısı, enerjinin,
ebediyen insan emeğinden oluşacağını sanmasıydı.
Bu açıdan
bakıldığında en büyük patent ateşi icat eden insana verilmeliydi. Çünkü ateşin
insan eliyle yaratılması sayesinde maddeyi enerjiye dönüştürmenin yolunu bulduk
ve bu bize neredeyse sınırsız “imkânlar” sağladı.
Bu yüzden de bir
teknolojik yeniliğin “değeri” onun içindeki emek- zaman ilişkisinden
kaynaklanmaz. Bir teknolojik yeniliğin “değeri”, bize uzun süreli ve çeşitli
üretim faktörleri elde etmek imkânı vermesinde aranır ki bu da “fikri
mülkiyetle” değerlendirilir ve korunur.
Bunun bir başka
örneği sanat eserleridir. Sanat eserleri, yaratıcı zekâların bize
kazandırdıkları ölümsüz tüketim ürünleridir. Dolayısıyla onları yaratanları,
sadece yaşadıkları dönemin değil, hayatlarından sonraki insanlara bile estetik
bir yarar sağlayacak eserlerinin içerdikleri “akıl ve duygu imkânlarından”
dolayı korur ve ödüllendiririz.
İmkânlar kuramı
romantik bir ödüllendirmeyle ilgilenmez. O değerin gerçek doğasına dair bir
yaklaşımdır.