31 Ekim 2023 Salı

Evrensellik Mi Standartlaştırma Mı?

Dinlerin ve ideolojilerin ayırt edici yanları evrensellik iddiası taşımaları. 
Çünkü her ikisi de "her şeyin teorisi" olmaya çalışır.

Aslında bu bilimsel bir yaklaşım ama din ve ideoloji her sorunu çözme iddiaların bilimsel gözlemlere değil de kesin inanca dayandırırlar.

Bu inanılmaz sıkıcı yazı girişinden sonra nasıl devam etmek gerektiğini cidden bilemiyoruz 

Fakat bu ikisi de bütün insanlığa birer kurtarıcı olduklarını söyler.

Tamam da insanlığı buna nasıl ikna edeceklerdir? 

Dinler ve ideolojiler kesin inanca dayanıyorlar ama insana hitap edebilmek için insanın aklıyla bir biçimde buluşmak zorundadırlar.

İnsanın aklıyla buluşamayan hiçbir söylemin "anlamı" da olmaz.

Dinler ve ideolojiler dünyanın mutlak ve nihai tanımını sunduklarını iddia ederler.

Dünyayı tam, eksiksiz tanımlayan düşünceler , akılcı ve mutlak çözümleri sunabilmek yetkisini de kendiliğinden elde ederler.

Öyle ya ... Doğanın, hayatın, evrenin ve hatta ötesinin açıklamasını sunabilen herhangi bir düşüncenin sunacağı tavsiyelerin, önermelerin ve hatta emirlerin geçerliliği sorgulanabilir mi? Elbette sorgulanamaz. 

Bütün sorulara cevap verebilen bir düşünce paketini kim reddedebilir? 

işte bu noktada ... Karşımıza kesin inanç çıkıyor. Çünkü her şeyi mantıkla iddia edebilmek için gereken öncüller ve bilgi dağarcığı ne dinde ne de ideolojide bulunur.

Bu yüzden bu eksiklik , ben ikisinin evrensel olduklarına dair kesin inançla giderilmeye çalışılır . 

Çünkü kitleler için ortak bir inanç ile hareket edebilmenin kolaylığı ve çekiciliği tartışılmaz. Bu çok kolay bir şeydir ve insanlar için kolay olan zor olana göre daha çekicidir.

Bütün insanlara hitap eden dinin ve ideolojinin de "çözümleri"  bütün insanlara aynı şeyleri önererek ya da emrederek ortaya çıkar. 

Buraya kadar her şey inanılmaz sıkıcı ve bundan sonrasında da maalesef neşeli bir şey vaat edemiyorum . 

Ama şunu üzülerek belirtmeliyiz ki... Bu ikisinin ne tahlilleri ne de önerileri evrenseldir. 

İyi de hani onlar her şeyi biliyordu? 

Bu ikisinin de tahlilleri ve çözümleri , içinden çıktıkları kültürün ürünüdürler. Yani?

İnsanlar asla insanüstü şeyler yaratamaz . Hiçbir insan sözü veya eseri , insanların algılarının ve kavrayışının üstünde olamaz, bunu aşamaz. Yani dinler ve ideolojiler içinden çıktıkları kültürü bütün insanlara dayatıp bu kültürün "evrensel olduğunu iddia ederler. Böylece mesela Müslümanlık Araplaşmakla özdeşleşir. Keza Marksistlerin Rus olan her şeyi "evrensel" sanmaları, Rus  İhtilalinin insanlığın ortak malı olduğuna dair batıl inançları da aynı mantığı yürütür.

Bu yüzden de dinler ve ideolojiler insanları standartlaştırarak benzeştirirler ve  kendilerini insanüstü bir yere koyarlar. 

Nereden biliyoruz ? Dünyada neredeyse standart hale gelmiş Müslüman erkek ve kadın giyimlerinden ve Marksist toplum düzenlerinde tüketimin kısıtlanması ve benzeştirilmesinden...

Budur...

22 Ekim 2023 Pazar

İnsanlar, Uluslar ve Hayali Toplumlar

 


İnsana dair hiçbir şey insanüstü bir otoriteden gelmemiştir.

 

Bu insan icadı olan hiçbir şeyin anlamsız olduğunu göstermez.

 

Çünkü insan, kendi dünyasını yaratmak, inşaa etmek zorundadır. Hiç bir şey, insana önceden verili sunulmamıştır.

 

Bu yüzden insan toplumlaşmasına dair hiçbir şey, insan icadı olmasının ötesinde bir anlam taşımaz.

 

Yani inan kendisine kendisinden üstün bir otoritenin v erdiği bir düzen ya da toplum telakkisiyle var olmamıştır. İnsan kendisinin farkında olmak zorundadır.

 

Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. İnsana varoluşunun farkında olmasını  sağlayan varlığın Tanrı mı yoksa “evrim” mi olduğunu bilmek imkânsızdır.

 

Ama insan bir kez var olduğunu anladığında… Daha doğrusu “varoluş” ortaya çıktığında ki insan dışındaki hiçbir biyolojik tür böyle bir bilince  sahip değildir,  hiç bir tür yok olup gitmek korkusunu taşımamaktadır.

 

Değer üretmek yalnızca insana özgü bir yetenektir. “Değer nedir?” diye soracak olursak bu, “Elde edilmek istenen ve elde edildiğinde de korunmak istenen varlık” anlamına gelmektedir  ki hiç bir hayvan türünün böyle bir ayırt etme yeteneğinden bahsedilemez.

 

Bu yetenek, insan denen hayvan türüne Tanrı tarafından mı bahşedilmiştir yoksa evrimin rastlantısallığının bir sonucu mudur bilinmez ama madem bir kez ortaya çıkmıştır, bu bilinç türümüzü diğer türlerden (aslında cinslerden) ayırt eden tek özelliktir.

 

Karşı cinsiyetle her halükârda ilişkiye girmek isteyen bir hayvan türünün kaçınılmaz dürtüleriyle bir toplumsal düzen kurmak isteyen insanların, aynı zamanda bu hayvanca dürtülerine söz gelimi karbon atomunu yaratan bir yaratıcıyı şahit ve dahası “sahip” göstermesi bu yüzdendir ki insanı diğer hayvanlardan ayıran varoluş bilincinin açık sömürüsüdür.

 

Yani? İnsan toplumlaşması “doğal” değildir, doğaya aykırıdır. Neden böyledir? Çünkü insan toplumlaşması, toplu bir anlamlandırma işlevinin soncudur.

 

Ve fakat…

İşte tam da bu sebepten toplumlaşmaya girişen insanların ortak bilinç geliştirebilme yetenekleriyle sınırlıdır.

Dolayısıyla… Zürafa doğanın bir “emri” iken Türk, Arap ya da Kürt kimlikleri, doğanın bir emri değildir. Bu kimlikler, bu kimlikleri zaman içinde oluşturan toplumların eseridir.

 

Öte yandan bu kimlikler birbirleriyle eşit değildir, çünkü bu kimliklerin oluşma biçimleri, içerdikleri toplumsal birikim ve kültürel gelişmişlik eşit değildir.

 

O halde şunu anlamalıyız ki her toplumsal oluşum, hukuk geliştirici ve devlet yapabilen ulus seviyesine ulaşamadığı gibi aynı derecede bir “etikete” de sahip olamaz.

 

O halde hepimiz “hayali” kimliklere” sahibiz. Hepimiz bu hayali kimliklere sahipken hepimiz bu kimlikleri oluşturan anlam geliştirme yeteneğimizi ortak anılar biriktirerek gelecek nesillere aktarıyor ve buna “tarih” diyoruz.

 

Burada da ortaya bir sorun çıkıyor ki o da kimi toplumların( ulusların) ortak anıların kendilerinin yazması, ulus olamayan, egemen olamayan, uydu olan, kurban duygusunu içinden atamayan, bağımlı bir takım toplulukların  “tarihin” içinde, tarihi yazanların kendilerinden söz ettiği kadar var olabilmeleri. ( Bu ayrı bir konudur…)

 

O halde… İnsanın “hayali” sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

20 Ekim 2023 Cuma

Felsefî Türkçülük ve Türkçü Felsefe

 



Atsız’ın tavizsiz idealizminden ve romantizminden beslenen kuşakların,
başlığa itiraz etmesi kuvvetle muhtemeldir. Ve daha kötüsü, Atsız’ın tavrını “romantik” diye küçülttüğümün düşünülmesi daha da muhtemeldir.

Fakat Atsız’ın romantizminden bahsetmek, onun ilmî ve pratik derinliğini  küçümsemek değildir.


Atsız’ın “romantizmi”, Türklük duygusunun gerek ahlâkî gerekse ülkücü yönlerinin en saf, en katıksız, en kristalize ve tavizsiz halinin ifade edilmesidir.

 

Atsız’ın romantizmi, Türklük duygusuna, lâyık olduğu mevkii vermek gayretidir.

Atsız’ın romantizmi, kalplerin Türklük gururu ve sevinciyle atması demektir.

O halde felsefî bir Türkçülükten ya da Türkçü bir felsefeden bahsettiğimizde, biz bu yüksek duygu dünyasını red ya da ,inkâr etmeyiz, edemeyiz.

O halde felsefî bir Türkçülükten neyi murat ederiz?

 

Bu, Türkçülüğü felsefenin boyunduruğuna sokmak mıdır? Elbette hayır!

Felsefî Türkçülük, Türklük bilincinin, sürekli bir uyanıklık ve farkındalık içinde kalmasını sağlamak, bunu sağlamak için de onun içerdiği ve onu çevreleyen kavramlar/olgular  dünyasını Türk aklıyla yorumlamak demektir.

Peki ama o halde Türkçü felsefe ne demektir? Felsefenin Türkçüsü olabilir mi? Felsefe “kimlikler üstü” bir kavrayış, insanlığı ortak bir malı değil midir?

 

Maalesef bu çocukça bir yorumdur ve dünyanın gerçekliğiyle bağdaşmaz.

Mantık için bir evrensellikten bahsedilebilir ama felsefe daima kültürün gölgesinde kalmaya mahkûmdur.

 

Felsefe gerçeğin aranması için uğraşmak demekse “gerçek” konusunda her ulusun kendi kültürünün ağırlık merkezinin kavramlar uzayını kendine göre biçimlendirdiğini bilmemiz gerekir.  Kütle çekiminin ışığı bükmesi gibi kültürler de kendi büyüklüklerine göre kendi gerçeklerini oluşturur, gerçeği kendilerine göre bükerler.

 

Söz gelimi Plevne bizim için şanlı  bir müdafaa harbiyken Ruslar için bir zaferdir.

 

İstanbul bizim için fethedilmiş bir şehirken Rumlar için işgal edilmiş bir şehirdir.

 

O halde şu açıkça anlaşılmalıdır ki toplumların kavrayışlarında objektif bilimsellikten eser bulunmaz.

Söz gelimi Alma idealizminin babası Hegel için “evren” Alman aristokrasisinin ve bürokrasisinin kadir-i mutlak gücüyle şekillenmiş bir saray mutfağı gibidir.

 

O halde Türkçü felsefe Türkçülüğün akıl yürütme biçimini ve gerçekleri oluşturma yetisini geliştirmek demektir.

 

Peki bunlar neden önemlidir?

 

Aslında Orhun yazıtları bunların doğrudan cevabıdır. Onlar, Türk olarak neyi, kimi, nasıl  kavramamız gerektiğini bildiren Türkçülüğün ilk felsefe metinleridir.

 

Bütün bunlar neden gereklidir?

 

Hayatı kendi gözleriyle göremeyen, kendi aklıyla yorumlayamayan, kendi gerçeklerini oluşturamayan toplumlar geri toplumlardır ve böyle toplumlar da av olmaya mahkûmdur.

 

Çünkü uluslararası ilişkilerde her koyun kendi bacağından asılır. Uluslararası ilişkilerde adalet, merhamet, empati ve tevazu yoktur. Her ulus kendi dünyasını ancak ve yalnız kendisi oluşturmalıdır.

 

Bu açıdan aslında Kutadgu Bilig ve Divan-ül Lügat-it Türk, modern Türk kavrayışının temel eserleridir dense herhalde çok da yanılmış sayılmayız.

 

Felsefe asla korkakların sığınağı olmadığı gibi  Türkçülük de Kürtçülüğün/etnikçiliğin/ırkçılığın ayna görüntüsü  bir kabilecilik fanatizmi değildir.

 

İşte bu yüzden özgüvene ve özsaygıya sahip bir toplum olmanın gereğini ancak  kendimize özgü bir felsefe kavrayışı yaratarak yerine getirebiliriz.

 

Ancak o zaman “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünün anlamını kavrayabiliriz.

 

 

19 Ekim 2023 Perşembe

Yaratıcı Fikirler Ve imkânlar Kuramı Üzerine Kısa Bir Deneme

 


Fikri mülkiyetle refah arasındaki ilişki “imkânlar kuramıyla” açıklanabilir.



İmkânlar kuramı, fikirlerin yarattığı imkânların malları
n üretiminde meydana getirdiği artışın yanı sıra, mallarla meydana getirilen katma değerin artışını da açıklar. Bu açıdan imkânlar kuramı malların miktarıyla nitelikleri arasında bir köprü görevi görür.

İmkânlar kuramı, yaratıcı fikirlerin, üretim süreçlerindeki etkisi ile ilgilidir. Buna göre yaratıcı fikirler, üretim süreçlerini hızlandırır, ayrıntılandırır ve özelleştirir.

Bu üç özelliği ile üretim süreci aynı malın daha yüksek miktarda üretimini sağladığı gibi otomotiv sektöründe olduğu gibi zaman içinde aynı ürünün daha kaliteli formlarının üretilmesini “sağlar”.

Ayrıca yaratıcı fikirler, daha önce var olmayan malların ortaya çıkarılmasını da sağlar ki genellikle fikri mülkiyet onun “icattan ibaret” olduğu yanılgısıyla anılır. Oysa bir “imkân”, üretim unsurlarının yaratılmasında enerjinin en verimli kullanılmasını sağlayabilecek bir etkendir.

İktisatta üzerinde düşünülen şeyler genellikle malların içerdikleri “doğal değerdir”. Oysa mallar böyle bir değer taşımazlar. Malların değeri onlara duyulan ilgi ve beklentiyle ortaya çıkar.

Bir mala duyulan ilgi veya onun değerler çizelgesindeki yeri, malın taşıdığı potansiyelle yani imkânla ilgilidir. Bu potansiyel, o malın kendinden sonraki aşamada yaratabileceği katma değerle ilgili sezgilerin bir bulutsusudur. Bu bulutsu, bilimin verileriyle ne kadar desteklenirse kütle kazanmaya o kadar yaklaşır. İşte “imkânlar” bu aşamada birbiriyle ilgili dağınık bilgilerin cisimleşmesi hakkında neredeyse ölçülebilir bir istatistiktir. Burada “neredeyse” nitelemesi önemlidir, çünkü bulutsunun yani bir  gezegen ihtimalinin parçacıkları gibi düşünebileceğimiz veriler ne kadar belirliyse hesaplanabilirlik o kadar artar. Yine de bu hesaplama malın nihai fiyatını asla belirleyemez.

 Bu hesaplama sadece mevcut enerjinin ve kaynakların ne kadar uyumlu ve verimli olabileceğine dair bir tahmin olabilir. Burada enerji, aslında hesaplamalarda ya da analizlerde üstünde hemen hemen hiç düşünülmeyen temel bir faktördür ki Marx bunun “emek” olduğunu düşünmüştür. Oysa tam otomatik bir üretim bandında insan emeğinden çok daha verimli gerçekleştirilen üretim, bize emeğim bir enerji olmadığını açıkça gösterir. İnsan olmaksızın da devam edebilecek bir üretimin ihtiyacı, enerjidir.

İşte bir imkân bu yüzdendir ki üretim unsurlarının yaratılmasında enerjinin en verimli kullanılmasını sağlayabilecek bir etkendir.

Marx’ın yanılgısı, enerjinin, ebediyen insan emeğinden oluşacağını sanmasıydı.

Bu açıdan bakıldığında en büyük patent ateşi icat eden insana verilmeliydi. Çünkü ateşin insan eliyle yaratılması sayesinde maddeyi enerjiye dönüştürmenin yolunu bulduk ve bu bize neredeyse sınırsız “imkânlar” sağladı.

Bu yüzden de bir teknolojik yeniliğin “değeri” onun içindeki emek- zaman ilişkisinden kaynaklanmaz. Bir teknolojik yeniliğin “değeri”, bize uzun süreli ve çeşitli üretim faktörleri elde etmek imkânı vermesinde aranır ki bu da “fikri mülkiyetle” değerlendirilir ve korunur.

Bunun bir başka örneği sanat eserleridir. Sanat eserleri, yaratıcı zekâların bize kazandırdıkları ölümsüz tüketim ürünleridir. Dolayısıyla onları yaratanları, sadece yaşadıkları dönemin değil, hayatlarından sonraki insanlara bile estetik bir yarar sağlayacak eserlerinin içerdikleri “akıl ve duygu imkânlarından” dolayı korur ve ödüllendiririz.

İmkânlar kuramı romantik bir ödüllendirmeyle ilgilenmez. O değerin gerçek doğasına dair bir yaklaşımdır.