Dün epey ağladım, ne yalan
söyleyeyim.
Çünkü Adana Yurt Mahallesi son
duraktaki rahmetli dedemlerin
evinden ö
ğlen sıcaklarında kaçıp da silâhçılık
oynadığım günlerin kahramanı sonsuzluğa uçup gitti.
Ben hep Cüneyt Arkın olurdum,
arkadaşım Ramazan da Yılmaz Güney. Bilirdim Yılmaz Güney bize uymazdı ama serde arkadaşlık vardı bir de kötülerle
mücadele etmek azmi ve gerekliliği.
Ölmez çocukluk anılarımızın ölmez ağacıydı Cüneyt Arkın.
“Hayal kahramanı” deyip de
küçümserler ya bazen… Oysa hayatımızı anlamlandıran sade o hayallerdir. Çünkü
isimlerimiz, cisimlerimiz bedenimizle toprak olur gider ya toprakta yeniden can
bulmalarını sağlayan sadece geride kalan hayalimizdir.
Bir granit Türk askeri gibi
hayallerimizin ve hafızamızın köşesine dikilmiştir Cüneyt Arkın. Malkoçoğlu’ndan
Kıbrıs gazilerine kadar her bir Türk
askerinin ruhunun gölgesi olmuştur o.
“Hayal” mi dediniz? İstiklâl
Harbi gazisi merhum babasının uğruna çarpıştığı şeydir, bizim gibi
yüreksizlerin hayal saydığı şey. Türklüğün kayıp bir mazide unutulmaya yüz tutmuş
değerini hayallerimizin perdesine çelikten nakışlarla işlemiş bir Türk evlâdını
kaybettik.
Bize gurur dolu bir gerçeğin en şanlı
bir hayalini sunmak için bütün kemiklerinin kırılmasına göğüs germiş bir adam
askerliğinden kim şüphe ederse ona ancak şaşılır.
Yüreği Türklük ateşiyle yanan, şanlı
Kırım’ın bir Girayı atalarıyla birlikte
at sürmeye gitti.
Kimse bilmedi gerçek soyadını ama
o bir “yüreklibahadır”dı. “Güneş Ne
zaman Doğacak?” filmini bizim solcuların Allah gibi taptıkları Rus
komünistlerinin bütün tehditlerine rağmen çekmiştir. “Dünyada bizden başka Türk
var mı yahu?” diye sorup da Türk olursak Kürt düşmanı, ırkçı, faşist falan
olacağımızı sanan yabancılaşmış Marksistlerimizin, gördükleri milliyetçiyi
gördükleri yerde vurdukları zamanlardır…
İşte böyle “cürekli bir batır”
çocukluğumuzun ölmez ağaçlarının
anılarına karışıp artık Kırım bozkırlarında, Tanrıdağı’nın eteklerinde at sürmeye gitti. Bizim de çocukluğumuz onun ardınca gitti.
Güle güle batırların en
cüreklisi!