Daha dün gece liseden bir
arkadaşımla lise sosyal medya gurubundan kovulmam konusunda konuşurken arkadaşım, siyasi
bir konudaki aşırılığımın bir “tepkiyi” tetiklediğinden bahsetti.
Siyaset özellikle bizim gibi
geri kalmış toplumlarda çok ciddi bir toplumsal ayrışma sebebi.
Sorun şuydu: Benim PKK hakkında
söylediklerim, bir başka dönem
arkadaşıma “ters” gelmiş ve onda benim görüşüme simetrik bir tepki
oluşturmuştu.
Peki ama Türkiye’de PKK, siyasi meşruiyete sahip,
insan haklarını koruyan, ülke ve ulus
çıkarlarına hizmet eden, arzulanır ve makbul bir örgüt müydü de benim PKK
hakkında söylediklerim solcu dönem arkadaşımda
“anlaşılabilir” bir tepki doğurmuştu?
O arkadaşım herhangi bir paylaşım
yapmasa da hâlâ grubumuzda ama ben kovuldum. Yani? PKK’yı
savunmayı normal bir hak ve meşru bir tepki olarak gören arkadaşım fiilen “egemen”. Onun PKK’yı savunması grup üyelerinde hiçbir nefret hissi
uyandırmazken benim PKK’yı aşağılamam “aşırılık”, “ırkçılık”, “nefret suçu”
gibi kabul edildi. Kısacası gruptaki taraflaşmada Türkçü olan ben azınlıkta ve nefret edilesi anormal biri olarak görülürken
bebek katillerini, etnik ırkçı bölücüleri bana savunan insan “normal” kabul
edildi.
Peki ama “etik insan” neyi normal
neyi anormal kabul etmelidir? İnsan yalnızca kabulleriyle tanınmaz,
dışladıklarıyla ve hatta nefret nesneleriyle de tanınır.
(Kendi ordusundaki siyahi
askerleri alabildiğine aşağılayan, kendi millî atleti siyahi Owens’ın
başarısını resmen kabul etmeyen ABD, “Nazi ırkçılığına” karşı özgürlük
mücadelesi verdiğini iddia edebiliyordu. Nazilerin ırkçılığından nefret etmek ona
göre haklıydı ama Jessie Owens’ı görmezden gelmekte beis yoktu. Ya da kendi
ülkesinde Rus Yahudilerini aşağılayan Gürcü kökenli sosyalist Rus diktatör Stalin, kahramanca (!) Alman ırkçılığına karşı insanlığı savunuyordu…)
Kendimize sormamız gereken soru
şu: Türkiye’de neden nefret ediyoruz? Ya da neden nefret etmeliyiz? Nefret etmemiz
gereken şey, Türk adından ve egemenliğinden nefret eden, Türk askerini,
öğretmenini, doktorunu vs öldürülmesi gereken birer düşman olarak kabul eden
PKK Kürtçülüğü müdür yoksa “Ne mutlu Türküm diyene!” demeyi en mutlu bir iş
sayan Türk milliyetçileri midir?
(Soru sana zor gelebilir onun
için PKK’nın Atatürk’ten nefret ettiğini, onun kurucu kişiliğinden ve ilkelerinden
nefret ettiğini, Türkçülerin de onun
kişiliğini ve ilkelerini sevdiğini söylesem belki daha kolay kavrarsın.)
Türkiye’de “etik insan”, Türk olduğunu
reddetmeli, mümkünse Türklüğünü basit bir hayvan ırkı seviyesine indirmeli,
Türklüğünden hiç bahsetmemeli ve hele Türklüğünü bir egemenlik kimliği olarak asla
görmemeli ve dile getirmemeli.
Fransa’da Fransız olmanın
ülkedeki “etnik azınlıklar” üzerindeki etkisi umursanmıyor. İngiltere’de çocukların “etnik aidiyetleri” ancak kendi evlerinde korumaları ve aksansız
İngilizce konuşmaları öğretiliyor.
Almanya’da herhangi bir etnik grubun Alman Ulusu’nun siyasal
egemenliğini tartışmaya açması dahi düşünülemiyor. Buna karşılık bu ülkelerde “aşırı
sağ” denen milliyetçiler kınanıyor.
Türkiye’de “Ne mutlu Türküm
diyene!” sözünü telaffuz etmek Kürtlere soykırım uygulamak falan sayılıyor.
Aramızdaki fark şu: Gelişmiş ülkelerin
kurucu bilinci, tıpkı bizde olduğu gibi milliyetçilik. Bu bilinç gerek bu
ülkelerin bürokrasisinde gerekse toplumsal düzeninde zaten egemen olduğu için
adeta “görünmez” oluyor. Bundan dolayı da bu ülkelerde “milliyetçilikten”
bahsetmek bir tür aşırılık oluyor. Sözde
enternasyonalist bir sosyalist olan Bayan Mitterand, Enrico Macias’ın Arapça
şarkı söylemesine “ Benim bulunduğum mecliste Fransızca’dan başka şarkı
söylenemez!” diye izin vermezken “normal” kabul ediliyor ama Anayasa’mızın
üçüncü maddesi ırkçılık oluyor.
19 Mayıs bizim için şanlı bir
mücadelenin yıldönümü olarak coşkuyla
kutlanırken anormal oluyor mesela… Buna karşılık aynı gün bir PKK destekçisi ve
vatan hainleri kitlesinin önderi Selahattin Demirtaş tarafından “Pontus
Soykırımı” olarak ilan edilirken bu alçaklık “normal” kabul edilebiliyor.
Diyarbakır’da Kürt olmayan biri
hayatından endişe ederken meclisimizde adına milletvekili denen insanlar “ PKK ile toplumsal tabanımız aynı.” “ Biz
sırtımızı YPG’ye, PYD’ye dayıyoruz!” diyebiliyor. Peki bu durum meselâ “insanî”
mi, makbul mü ya da meşru mu?
Modern, çağdaş, kabul edilebilir, arzu edilir
hukuk devletlerinin istisnasız hepsinde, kurucu ulusun siyasi egemenliğinin,
iradesinin ve kültürünün ortaksızlığı ve tartışılmazlığı “normal” kabul edilirken
Türk’ün büyük atası Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün üzerine titrediği Türk Ulusu’nun varlığı
tartışmaya açılıyor, küçümseniyor ve bir nefret nesnesi haline getiriliyor.
Neye göre?
Katil Stalin’in “Ulusal Sorun”
denen safsatasına göre… Nakşibendiliğin ya da başka sapkın grupların dinî
metinlerine göre… Kürtçülerin bebek katili
liderine göre…
Başka sözüm yok sayın yargıç ama
senin idrakinden emin değilim; sorun o…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder