5 Nisan 2018 Perşembe

İdrak Binasının Tuğlaları: İdeler



İdeler gerçek midirler?
Belki bu soruyu “ İdeler gerekli midirler?” diye sormalıyız.

Platon  ideleri yaratılışın temelinde, göksel bir yere yerleştirmişti. Böylece onlar bize göklerden geliyordu. Taşan bir ilahi iradenin eserleri olarak ele alındıklarında üzerlerinde tartışılacak pek bir şey kalmıyordu.

John Locke ise dünyaya boş bir tahta gibi geldiğimizi söylüyordu. O halde ideler bize yaratılışımızla  beraber verilen göksel veriler değillerdi.

İde kavramsallaştırması önemli bir keşifti ama bu keşif olaya yanlış bir pencereden bakılarak gerçekleştirilmişti.

Platon, felsefeyi “ilahî olanın anlaşılması” gerektiği şeklinde anlıyor ve insanların da doğanın geri kalanı gibi uyması gereken “yasaları” bulmağa çalışıyordu. Şüphesiz doğanın insanlar dahil her unsurunun kaçınılmaz olarak uyduğu bazı “yasaları” vardı.

Platon’un temel hatası insanları, insan gibi düşünerek açıklamak yerine her şeyi Tanrı gibi düşünerek açıklamağa çalışması olmuştur. Sanırım ki o Tanrı’yı anlayabilirsek her şeyi anlayabileceğimizi düşünmüştü. Oysa  insanın doğayı anlama biçimi üzerine eğilseydi etik ve diğer konulardaki hatalarımızı daha kolay açıklayabilirdi.

O halde düşünmemiz gereken ilk konu idelerin   var olup olmadıklarıdır. Platon’un idelerin kökenini Tanrısal iradeye ya da var oluşa bağlamasına yönelik itirazlar gerçekte idelerin reddine imkân verir mi? Hayır. Kökenlerinin yanlış saptanmasına rağmen ideler “ var olmuş veya var edilmişlerdir.”   Fakat ideler Tanrı tarafından ya da “ hiçliğin taşmasından” doğmamışlardır. İdeler  insan idrakinin eserleridir. Üstelik bir kerede yaratılmış ve bitmiş şeyler de değillerdir. Gelişen teknolojiler ve ilişki biçimleri, sürekli yeni ideler yaratmamızı sağlamaktadır.

İşte bu son durum bize idelerin gerçeklikleri ile gereklilikleri arasındaki ilişkiyi göstermektedir.

Bu yargıya nereden varabiliriz?
İdelerin  bir hayal dünyasının “var olmayan elemanları” olduğunu söylemek mümkündür. Fakat tel bir alt kümesinin var olduğunu kesin olarak bildiğimiz boş kümenin “varlığındaki”  kaçnılmazlık bizi “en az bir gerçek idenin var olması” ihtimaline götürür. Buraya kadar ki akıl yürütmemizin matematiğin metafiziğinde  varlığı kanıtlamak olduğu fakat bunun “gerçek hayatla” ilgisinin olmadığını söyleyen birisi mutlaka çıkacaktır.

Buradaki temel açmaz idelerin varlığından kaynaklanmaz. Buradaki temel açmaz “dillerin varlığından “ kaynaklanır. Dillerin varlığı, “anlamlandırma ihtiyacından” kaynaklanır. Anlamlandırmanın ilk aşaması “adlandırmadır.” Fakat sorun şudur: Bir Türk neden elmaya “elma” demiştir de “apple” dememiştir? Bu soruya cevap verebilmemiz mümkün değildir. Fakat şurası kesindir ki genel şekilleri, tatları, ağaç biçimleri ve daha pek çok ortak özellikleri açısından birbirine benzeyen meyvelere “ortak bir ad” verilmiş olması, “ide” denen şeyin ortaya çıkışına ışık tutmaktadır. İde anlayabildiğimiz kadarıyla kavramsallaştırmanın temelidir. Kavramsallaştırma olmaksızın insanın bir şeyi idrak edebilmesi mümkün değildir. Kavramsallaştırma , “algılanan nesnelerdeki özellikleri adlandırmak ve daha sonra nesneleri bu özelliklerine göre “genel sınıflara” ayırmak soyutlamasından” ibarettir.

Platon her nesnenin bir ideal şekli olduğunu düşünmek yerine, insanın benzer gördüğü şeyleri ortaklaştıracak adlar bularak düşünmeğe ve konuşmağa başladığını düşünseydi  idealizm çok daha yararlı olurdu.

Peki ama insanın “ortak özelliklerden başlayarak” düşünmeğe başladığını düşünmemizi neye dayandırabiliriz?

Bütün hayvanlar dünyayı “kendi benzerleri ve diğerleri” şeklinde algılarlar da ondan. Kaldı ki yırtıcılar kendi sürüleri ve besinleri arasındaki benzerlikleri algılayamasalar ve dahası bunu bir sonraki nesle aktaramasalardı, nesillerini koruyamazlardı. Aslan yavrusu, kanın, etin kokusunu beslenirken alır ve daha sonra neyi yemesi gerektiğini böylece öğrenir. O kokuyu getiren etin  hangi şekilli canlılardan geldiğini de avları gözleyerek öğrenir. Böylece “avların ortak özellikleri” konusunda  kafasında bir sınıflama meydana getirir ki insan bunu sadece avları  ile ilgili yapmaz, hayatında karşılaştığı her şeyi  bunun çok daha ayrıntılı biçimiyle kafasına kaydetmek zorundadır. Çünkü dünyaya hiçbir hazır korunma mekanizmasıyla gelmemiştir. Bu durum dünyayı daha ayrıntılı tanımasını zorunlu kılmıştır. Ayrıca  varoluşunun her zaafının ayrı ayrı giderilmesi gerekliliğini de doğurmuştur.

İşte bu son gereklilik  insanın iş bölümünün temelidir. İnsan yalnız başına hayatta kalabilseydi belki dili icat etmek zorunda kalmayacaktı. Oysa ihtiyaçlarını gidermek için hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorunluluğu bu beraberliğin sürdürülebilmesi için hem eylem hem de düşüne birliğinin korunması ihtiyacını doğurmuştur. Dolayısıyla “yenecekler şeylerin ne olduğu konusunda ortak bir ifade geliştirmek” gerekliliği, “yiyecek” idesini geliştirmekle sonuçlanmıştır. Böylece insan sadece o anki sürüsünde değil sürüsünün ileriki nesillerinde de kullanışlı olacak “göstergeler” geliştirmiştir ki bunlar “idelerdir”.

Somutluklardan bunların ilişkileri konusuna sıçradığı anda ise yeni adlandırmalara girişmek ve anlamlandırmaları bu ilişkiler açısından ortaya koymak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu aşama soyutlamanın bir üst aşamasıdır ki hukuk gibi kavramlar bu aşamada ortaya çıkmıştır.

Görünen o ki idelerin “gerçekliği”, onların gerekliliği ile ortaya çıkmıştır. İdeler Tanrılar tarafından bize yollanmamış ya da hiçliğin taşmasıyla ortalığa saçılmamışlardır. İdeler gerçekliğin idrak edilmesi ihtiyacından doğmuş ve “gerçeklik” alanına getirilmişlerdir. İdeler bu yüzden onlarsız düşünemeyeceğimiz ve mantığın mimarisini  hayata geçiremeyeceğimiz düşünce tuğlaları ve hatta atomlarıdır.

İdelerin hurafe olması ihtimalini doğru sayarak düşünmeğe çalışalım ve sonra neden artık daha fazla düşünemeyeceğimizi görelim. Belki “olmayana ergi” bize bu konuda yardım edebilir.

Hiç yorum yok: