İdeler gerçek midirler?
Belki bu soruyu “ İdeler gerekli
midirler?” diye sormalıyız.
Platon ideleri yaratılışın temelinde, göksel bir yere
yerleştirmişti. Böylece onlar bize göklerden geliyordu. Taşan bir ilahi
iradenin eserleri olarak ele alındıklarında üzerlerinde tartışılacak pek bir
şey kalmıyordu.
John Locke ise dünyaya boş bir
tahta gibi geldiğimizi söylüyordu. O halde ideler bize yaratılışımızla beraber verilen göksel veriler değillerdi.
İde kavramsallaştırması önemli
bir keşifti ama bu keşif olaya yanlış bir pencereden bakılarak gerçekleştirilmişti.
Platon, felsefeyi “ilahî olanın
anlaşılması” gerektiği şeklinde anlıyor ve insanların da doğanın geri kalanı
gibi uyması gereken “yasaları” bulmağa çalışıyordu. Şüphesiz doğanın insanlar
dahil her unsurunun kaçınılmaz olarak uyduğu bazı “yasaları” vardı.
Platon’un temel hatası insanları,
insan gibi düşünerek açıklamak yerine her şeyi Tanrı gibi düşünerek açıklamağa
çalışması olmuştur. Sanırım ki o Tanrı’yı anlayabilirsek her şeyi
anlayabileceğimizi düşünmüştü. Oysa
insanın doğayı anlama biçimi üzerine eğilseydi etik ve diğer konulardaki
hatalarımızı daha kolay açıklayabilirdi.
O halde düşünmemiz gereken ilk
konu idelerin var olup olmadıklarıdır.
Platon’un idelerin kökenini Tanrısal iradeye ya da var oluşa bağlamasına
yönelik itirazlar gerçekte idelerin reddine imkân verir mi? Hayır. Kökenlerinin yanlış saptanmasına rağmen ideler “ var olmuş veya var edilmişlerdir.” Fakat ideler Tanrı tarafından ya da “
hiçliğin taşmasından” doğmamışlardır. İdeler
insan idrakinin eserleridir. Üstelik bir kerede yaratılmış ve bitmiş
şeyler de değillerdir. Gelişen teknolojiler ve ilişki biçimleri, sürekli yeni
ideler yaratmamızı sağlamaktadır.
İşte bu son durum bize idelerin
gerçeklikleri ile gereklilikleri arasındaki ilişkiyi göstermektedir.
Bu yargıya nereden varabiliriz?
İdelerin bir hayal dünyasının “var olmayan elemanları”
olduğunu söylemek mümkündür. Fakat tel bir alt kümesinin var olduğunu kesin
olarak bildiğimiz boş kümenin “varlığındaki”
kaçnılmazlık bizi “en az bir gerçek idenin var olması” ihtimaline
götürür. Buraya kadar ki akıl yürütmemizin matematiğin metafiziğinde varlığı kanıtlamak olduğu fakat bunun “gerçek
hayatla” ilgisinin olmadığını söyleyen birisi mutlaka çıkacaktır.
Buradaki temel açmaz idelerin
varlığından kaynaklanmaz. Buradaki temel açmaz “dillerin varlığından “
kaynaklanır. Dillerin varlığı, “anlamlandırma ihtiyacından” kaynaklanır. Anlamlandırmanın
ilk aşaması “adlandırmadır.” Fakat sorun şudur: Bir Türk neden elmaya “elma”
demiştir de “apple” dememiştir? Bu soruya cevap verebilmemiz mümkün değildir.
Fakat şurası kesindir ki genel şekilleri, tatları, ağaç biçimleri ve daha pek
çok ortak özellikleri açısından birbirine benzeyen meyvelere “ortak bir ad”
verilmiş olması, “ide” denen şeyin ortaya çıkışına ışık tutmaktadır. İde
anlayabildiğimiz kadarıyla kavramsallaştırmanın temelidir. Kavramsallaştırma
olmaksızın insanın bir şeyi idrak edebilmesi mümkün değildir. Kavramsallaştırma
, “algılanan nesnelerdeki özellikleri
adlandırmak ve daha sonra nesneleri bu özelliklerine göre “genel sınıflara”
ayırmak soyutlamasından” ibarettir.
Platon her nesnenin bir ideal
şekli olduğunu düşünmek yerine, insanın benzer gördüğü şeyleri ortaklaştıracak
adlar bularak düşünmeğe ve konuşmağa başladığını düşünseydi idealizm çok daha yararlı olurdu.
Peki ama insanın “ortak
özelliklerden başlayarak” düşünmeğe başladığını düşünmemizi neye
dayandırabiliriz?
Bütün hayvanlar dünyayı “kendi
benzerleri ve diğerleri” şeklinde algılarlar da ondan. Kaldı ki yırtıcılar kendi
sürüleri ve besinleri arasındaki benzerlikleri algılayamasalar ve dahası bunu
bir sonraki nesle aktaramasalardı, nesillerini koruyamazlardı. Aslan yavrusu,
kanın, etin kokusunu beslenirken alır ve daha sonra neyi yemesi gerektiğini
böylece öğrenir. O kokuyu getiren etin
hangi şekilli canlılardan geldiğini de avları gözleyerek öğrenir.
Böylece “avların ortak özellikleri” konusunda
kafasında bir sınıflama meydana getirir ki insan bunu sadece avları ile ilgili yapmaz, hayatında karşılaştığı her
şeyi bunun çok daha ayrıntılı biçimiyle
kafasına kaydetmek zorundadır. Çünkü dünyaya hiçbir hazır korunma
mekanizmasıyla gelmemiştir. Bu durum dünyayı daha ayrıntılı tanımasını zorunlu
kılmıştır. Ayrıca varoluşunun her
zaafının ayrı ayrı giderilmesi gerekliliğini de doğurmuştur.
İşte bu son gereklilik insanın iş bölümünün temelidir. İnsan yalnız
başına hayatta kalabilseydi belki dili icat etmek zorunda kalmayacaktı. Oysa
ihtiyaçlarını gidermek için hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorunluluğu bu
beraberliğin sürdürülebilmesi için hem eylem hem de düşüne birliğinin korunması
ihtiyacını doğurmuştur. Dolayısıyla “yenecekler şeylerin ne olduğu konusunda
ortak bir ifade geliştirmek” gerekliliği, “yiyecek” idesini geliştirmekle
sonuçlanmıştır. Böylece insan sadece o anki sürüsünde değil sürüsünün ileriki
nesillerinde de kullanışlı olacak “göstergeler” geliştirmiştir ki bunlar “idelerdir”.
Somutluklardan bunların
ilişkileri konusuna sıçradığı anda ise yeni adlandırmalara girişmek ve anlamlandırmaları
bu ilişkiler açısından ortaya koymak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu aşama
soyutlamanın bir üst aşamasıdır ki hukuk gibi kavramlar bu aşamada ortaya
çıkmıştır.
Görünen o ki idelerin “gerçekliği”,
onların gerekliliği ile ortaya çıkmıştır. İdeler Tanrılar tarafından bize
yollanmamış ya da hiçliğin taşmasıyla ortalığa saçılmamışlardır. İdeler gerçekliğin
idrak edilmesi ihtiyacından doğmuş ve “gerçeklik” alanına getirilmişlerdir.
İdeler bu yüzden onlarsız düşünemeyeceğimiz ve mantığın mimarisini hayata geçiremeyeceğimiz düşünce tuğlaları ve
hatta atomlarıdır.
İdelerin hurafe olması ihtimalini
doğru sayarak düşünmeğe çalışalım ve sonra neden artık daha fazla
düşünemeyeceğimizi görelim. Belki “olmayana ergi” bize bu konuda yardım
edebilir.