27 Aralık 2013 Cuma

Yükleyici Ahlâk

Dinci   siyaset, Türkiye’de ahlâkî bir ikiyüzlülüğü artık siyaset yapma biçimi olarak iyice yerleştirdi.

Bu tarz siyaset, iki ayak üzerinde duruyor. Birinci ayak ahlâkı din üzerinden , daha doğrusu  dinin siyasi yorumu üzerinden yeniden tanımlamak ve bu tanım tekeli üzerinden kitleleri yönlendirmek, gütmek…

İkinci ayak da  insanların ahlâkî kabullerini onlara karşı bir şantaj aracı olarak kullanmak.

Birinci ayak ile toplumda dincilere göre aklâkın, iman ve dinî mensubiyet ile aynı olduğu kanaati kabul ettiriliyor.  Oysa dine mensubiyet iman için gerek şarttır  fakat yeter şart değildir. Bir insanın Müslüman olması  mü’min olmasına yetmeyebilir. Bunun yanı sıra “Amel imandan bir cüz değildir.” İlkesi ile insanları amellerine göre tekfir etmek aşırılığı en baştan engellenmiştir. Oysa dinci siyaset “benim söylediğim ahlâka uymazsan hem ahlâksız, hem kâfir olursun!” anlayışını sıradan Müslümanlara  kabul ettirmiş gibi…

Bugün  “milliyetçi” olarak bilinenlerin kahir ekseriyeti de dinden, dincilerin yorumunu anlıyor ve buna göre “amel ediyor”.  Bu anlayış neye yol açıyor? Bu anlayış Müslümanların tektipleşmiş cemaatler halinde ayrışmasına yol açıyor. Ayrıca Müslümanlığı ferdin vicdanında yaşayan bir şey olmaktan çıkarıp cemaatler kanalıyla aklını ve vicdanını otoriteye  teslim etmiş yığınlar oluşmasına yol açıyor.

Ama dinci ahlâk dayatmacılığının ikinci ayağı, bilhassa devlet otoritesi ele geçirildiğinde tam bir vahşete dönüşebiliyor.

İnsanları sahip oldukları ahlâkî  ölçülerle köşeye kıstırmak, bu ahlâk ile onlara şantaj yapmak, günümüzde sahte evrak bavul ticaretiyle ve müstehcen görüntü avcılığıyla  hayatımıza dahil edildi. İnsanların utançlarını istismar etmek ahlâk savunuculuğunun yegâne şekli oldu.

Bunun özünde “ Ben güçlüyüm ve  “ahlâk” ben ne dersem odur. Benim senin gibi ahlâkî sınırlamalarım yoktur! Eğer böyle sınırlamaların varsa o sınırlar beni değil ancak seni bağlar. O zaman da  o ahlâktan kendin sorumlu olursun!” demektir. Buna belki “yükleyici ahlâk” diyebiliriz. Çünkü ahlâkın sorumluluğunu, ancak onu benimseyenlerin sırtına yükleyerek  sorumluluktan kurtulmayı zahiren mümkün kılmaktadır. Bu şekilde hem insanları sürekli kendi ahlâkî hassasiyetleriyle  yükümlü kılarak yargılayabilmek hem de  benimsenmemiş bir ahlâkın yükümlülüğünden  kurtulmak mümkün olmaktadır.

Böylece güçlü olanın, muktedir olanın “işine geldiği” gibi davranabileceği algısı kafalarımıza yerleştiriyor. O halde yapılması gereken de güçlünün, muktedirin istediği gibi davranarak “ahlâklı görünmek” e iktidarın bir üyesi olarak insanlara  her şeyi dikte edebilmek oluyor.

Dinci siyasetin bu ahlâk anlayışı güce dayandığından, güç kullanımında anlaşmazlıklar, yetki aşımı, paylaşım  gibi konularda en ufak bir anlaşmazlıkta derhal  çatırdamaya başlıyor.

Birden bire ortaya çıkıyor ki iktidarın  cinsel zaaflar üzerinden yürüttüğü siyasî ve hukukî istismar, aslında gücü gücü yetene  düzeninin bir parçasıymış. Çünkü  insanları utandırarak onları sindirmek tavrı bir yere gelip rüşvet, yolsuzluk, iftira, evrakta sahtecilik gibi konular ortaya çıktığında; artık gizlenemeyen bir ahlâkî yüzlülük olarak onları tokatlıyor.

Bir şey daha ortaya çıkıyor ki dinciler için bütün ahlâk, kadın korkusu  ve kadın nefreti anlamına geliyormuş.

Türk insanı dinci iktidardan önce dinci ahlâk anlayışından kurtulmalı. Yoksa  siyasal istismarın önüne geçilmesi pek

de mümkün görünmüyor.



26 Aralık 2013 Perşembe

Tespitim Geldi: Osmanlıyla Övünmek

Bir kısım Türkçüde de CHP zihniyetindeki bir hastalık bulaşmış görünüyor...
Türk hanları arasındaki iktidar mücadelesinin galibinin Osmanlı olması, kendine taraf olmayan Türkmen'e kötü muamele yapması, bugünkü etnik ırkçı faşizmin doğuşuna vesile olacak derebeyliklerin teşkiline müsaade etmesi, sarayının haremine Türk soylu olmayan hatunları cariye olarak doldurması, devlette hak i...ddia etmesinler deyü Türk'ü saraya yaklaştırmamış olması gibi sebepler onun yüksek bir TÜRK KÜLTÜRÜ VE MEDENİYETİ olduğu gerçeğini yok edemez...
Osmanlı Türk idi, Safevi'de Türk idi, Alevi Türkmen'de Türk idi...
Unutmayalım ki, son asrında ordusunun komuta kademesinin büyük kısmını yine Türk'e açan Osmanlı idi...
Eğer o Osmanlı Subayları olmasaydı, Cumhuriyet de olmazdı...
Dün onların birbirine karşı yaptıkları haklı ya da haksız mücadele dünde kaldı...
Bugün biz onların taraftarı değiliz, hatalarının taşıyıcısı hiç değiliz, hepsini ceddimiz bilir, övünürüz...
Biz, dünden aldığımız güçle yarınlara yürürüz....

22 Aralık 2013 Pazar

Kavgam Geldi: Hangi Uzlaşma?

Türkiye'de adına "muhafazakâr" denen kitlenin Türk adını reddettiğini söyleyebilir miyiz?

Genelleme yapmamıza yetecek kadar örnekle evet!

Eğer ülkenin yarısı Türk Milleti'ni tarihten silmeyi kendine görev biliyorsa bu artık muhafazakârlık denen taassup anlayışının "düşman" ve yabancı olduğunu gösterir.

Dinciler bir "Türk dindarlığı" istemiyor. Hepimizi Araplaştırmak istiyor, bizi tebliğe muhtaç dinsizler ve günahkârlar olarak görüyor.

Ayrıca temelleri Türk milliyetçiliği ile atılmış  Türkiye Cumhuriyeti'ni de anormal ve hatta gayri meşru görüyorlar.

Bu durumda memleketin meselelerine onların referanslarını kullanarak çözüm bulabilir  miyiz?

Dinciliğin akıl yürütmesini ve kaynaklarını benimsersek acaba  vatandaşlarımıza hoş görünebilir miyiz gerçekten?

Maalesef buna "evet" diyemiyoruz. Çünkü her be kadar sonsuz ihtimallerden, quantumdan bahsedip de hüküm vermek sorumluluğundan kaçmak istesek de dünya hayata verilen cevaplarlar dönüyor.

Dinciler bu cevabı kendilerinin kayıtsız şartsız iktidarı olarak vermiş, veriyor. Bu konuda da hiç bir tartışma kabul etmiyorlar.

O halde bu tip bir istilâcı zihniyetle ne tür bir asgari müşterek geliştirilebilir? Şüphesi aklı ve vicdanı olan hiçbir Türk milliyetçisi böyle bir uzlaşma olamayacağını bilir.

Dincilik, ahlâkı, işine geldiği gibi çarpıtmalara beis görmüyor.

Bu tavır yakında Türkiye'yi geri dönülmez bir şeriat rejimine sürükleyecektir., sürüklemekte de...

Türk  milliyetçiliği bu yolda önümüzdeki son engeldir. Şeriat yolunun çılgın sürücüsü ile uzlaşmaya çalışmak onu yavaşlatmaz, sadece haklılık duygusunun güçlenmesine yol açar.

Bu yüzden Türk milliyetçileri artık hayır demeyi öğrenmelidir.


21 Aralık 2013 Cumartesi

Tespitim Geldi: Dev Mağduriyet Projeleri

Ekonominin gidişatını gözleyen gözler, büyük bir krizin kapıda olduğu konusunda hemfikirler... Borçlar almış başını gitmiş, her ay özel sektör ödemeleri için 5 milyar dolar civarında paraya ihtiyaç var...
Sıcak para muslukları FED merkezli kısılmış durumda....
Peki bu dev projeler neyin nesi diye düşünürken, birden jeton düştü...
Projeler gerçekleştirilmek üzere başlatılmıyor...
Asıl istenen gerçekleştirilememesi...
Yani MAGDURİYET alanı oluşturulması...
Yani BİZ dev projeler hazırladık, ONLAR engellediler demek için...
Aslında bütün bunların hepsi AFYONLANMIŞ BEYİNLERİN kazara intikal etmesini engellemek için zekice planlanmış Mağduriyet Projeleri...

20 Aralık 2013 Cuma

Dinî Hassasiyetçilik Ve Şeriatçı İşbirlikçiliği

Dinciliğin  aramıza sızması, genellikle “dinî hassasiyet” kisvesiyle  gerçekleşiyor.

Dinciliğin hedefi, toplumu, “dine göre düşünen, dine göre davranan” yeknesak bir kitle haline getirmek. Bu amaç için çalışmaya da “hizmet” diyorlar. Onlara göre İslâm’ın hikmeti, herkesi günahsız “müminler haline getirmek.

Dinciler  “amel imandan bir cüz değildir.” İlkesinden habersiz değiller elbette ama bunu gizlemek işlerine geliyor.

Dikkat edilirse dinciler sürekli, insanları günahlarından arındırmak ve “imanlarını” kurtarmakla meşgullerdir. Said-i Kürdi ve Fethullah GÜLEN’in yazılarına baktığınızda, günahları yüzünden cehennemin kıyısında dolaşan ve ancak  İslâmla ( şeriat)  bundan kurtulması mümkün olan  bir tür “metodolojik   Müslüman bireyinden” bahsederler. Onlara göre her dakika şeriatla meşgul olunmazsa din elden çıkıverecek bir değerdir.

Dini o kadar “önemserler” ki din adına insanlara yapılanları algılayamazlar bile.  Onlara göre insan din içindir, din insan için değildir. Kur’an’ın bir yerinde “İnsanın Allah’ı zikretmek için yaratıldığını” görmüşlerdir  ama onun aynı zamanda irade sahibi ve sorumlu  tek canlı olduğunu görmezden gelirler.  Meleklerin de Allah’ı zikrettiğini ama bunun ve görevlerinin dışında  bir “boş zaman geçirme” iradelerinin olmadığını görmezden gelirler. Bu, dinde, “işine gelen yeri görmek,  gelmeyen yeri gizlemek” demektir ki herhalde en hafif dinî  tabirle “ münafıklıktır”.

Peki ama  dini hayatın her anında uygulamak mümkün müdür?

Öncelikle “din” denen değerin nasıl anlaşılması gerektiği sorunuyla karşılaşırız. Eğer Kur’an’ı birebir uygulamak ise bunun yeterli olmadığı mezhep denen uygulamaların icadıyla ortaya çıkmıştır. Bu demektir ki dini günlük hayatın her anında uygulamaya çalıştığımızda karşımıza sayısız ayrıntı ve sorun çıkmaktadır. Bu sorunların her birini  dine uygun çözmek  hiçbir insani zekânın başaramayacağı bir iştir. Bunun yapılabilmesi için birilerinin yirmidört saat boyunca  fetva üretmesi lâzımdır.

Kaldı ki artık sorunlar o  kadar çeşitlidir ki  geçmişin her işten anlayan “ulema”  sınıfı artık mevcut değildir. Dolayısıyla “ Diş dolgusuyla gusül olur mu?” gibi günlük sorunlara karşı cevap geliştirmek işi ruhbanların akıllarının ötesinde artık çeşitli  uzmanların bilgisine bağlı hale gelmiştir. Artık sözde dine dayanan fetvalar ancak seküler uzmanlıkların   yarar/zarar görüşlerine, bilgilerine bağlanmıştır.

Bu durum, aslında bize “din” diye dayatılan ayrıntıların, akılları ve bilgileri sınırlı bir takım insanların yorumlarından ibaret olduğunu göstermektedir.

Hal böyleyken   sıradan Müslümanlara “ dini hassasiyet” aşılamak, aslında  bu insanların, geçerliliği tartışmalı sözde din yorumlarına itaat edilmesini istemekten  başka bir şey  değildir.

Bu iş o  noktaya gelmiştir ki geleneksel seslenişlerimizin, dileklerimizin kalıpların yerine bile Arapça bir takım kalıplar yerleştirilmeye başlanmıştır. “Çok yaşa!” yerine “Yerhamükallah!” gibi  ne anlama geldiği belli olmayan , Arapça oldukları için Müslümanca sayılan kalıplar, seslenişler “ dini hassasiyet” adına kafamıza  dolduruluyor. Çocuğa nazar değmemesi için “maşallah!” demek bile bu hassas arkadaşlar için yetmiyor, “maşallah suphanallah!” gibi  daha önce duymadığımız, nereden geldiğini de bilmediğimiz “düzeltilmiş” İslâm kalıplarıyla karşılaşıyoruz.

Dincilik  bizim sıradan Müslümanlığımızı beğenmiyor, bunu yeterli bulmuyor. Hatta açıkça söylersek bizi bir tür “yani cahiliye dönemi insanı” sayıyor. Onlara göre biz, “imanları sahih olmayan” insanlarız. Bunun için her vesileyle “hassas” bir şekilde  hayat tarzımızı , ruhbanlarının egemenliğine sokmaya, imanımızı tashih etmeye/düzeltmeye çalışıyorlar.

İşin kötüsü bu anlayış Türk milliyetçilerinin içine de sızıyor ve  “ dini hassasiyetler taşıyan”,  makbul bir milliyetçilik geliştirmek iddiasıyla içimize şeriatçılık düşüncesini sızdırıyor.

Türk milliyetçilerinin bir kısmı menfaat ve ikbal beklentisiyle diğer bir kısmı ise bu fitnenin içlerine saldığı “imanı kaybetmek” vesvesesiyle,  endişesiyle   bu “hassasiyet”  aşırılığını destekliyor.

Türk milliyetçileri içindeki bu dinci destekçilerinin sebepleri ne olursa olsun, nihayetinde,  milliyetçi camia içinde  önce “din varken Türk’ü öncelemenin” o kadar gerekli olmadığı, daha sonra  bunun “millete” yabancı olduğu, en sonunda da “ kötülenmiş” olduğu kanaati yavaş yavaş büyüyor, gelişiyor, yerleşiyor.

İçimizdeki bilinçsiz şeriat işbirlikçisi milliyetçilerin görece fazla olması hiç de sevinilecek bir durum değil. Çünkü onların bilinçsizliği,  dini değerlerin insafsız sömürüsüyle bir kesin inanca dönüşüyor. Böyle olunca da akılla ve mantıkla ikna edilebilmeleri de mümkün olmuyor.

Menfaatçilerin durumu, dinciliğin maddî gücüne bağlı olduğundan, iktidarın güçte düşmesi halinde başlarını   ilk açıp ilk traş olacakların, onlar olduklarını,  kuvvetle varsayabiliriz.

Türk milliyetçilerinin lâikliği savunması, bu açıdan hayatî önem arz ediyor. Türk milliyetçileri, kendi içlerindeki dinci yönelimleri kesin şekilde dışlayıp artık Arapça kaynaklardan milliyetçiliği meşrulaştırmaya çalışmaktan vazgeçmeli. Kur’an indiğinde bile belki de binyıldan fazladır millet bilincini taşıyan bir  büyük toplum olduğumuzu unutmamalıyız.

MHP'nin veya milliyetçiliğin tarikat olduğunu bilmiyorduk.
Türk milliyetçiliğinin “dinî hassasiyetlere sahip” olmasını istemek onun  “yeterince Müslüman olmadığını” söylemek demektir.  Takva ancak Allah ile kul arasında bir dindarlık derecesidir. Takva kullar arasında  gözetilecek bir üstünlük derecesi değildir. Türk milliyetçilerine dini hassasiyet telkin edenler, dinciliğin, takvayı insanlar arasında bir gösteriş haline getiren fitnesine hizmet ettiklerini maalesef göremiyorlar.

Maalesef  ana akım Türk siyasal milliyetçiliği, “Türk islâm Ülküsü” boş inancıyla  halka yaranabileceğini sanıyor. Bu söylemle, halkın arasında yayılmış  hurafelere teslim olup riyaya bulaştırılmış dinci takva aşırılığına el ulaklığı ediyor.

Türk milliyetçiliği en kısa zamanda “dini hassasiyet”  fitnesinden kurtulmalı, halka, onun hurafelerini benimseyerek yaklaşılamayacağını görmelidir. Türk milliyetçilerinin öncelikli görevi halkı hurafelerine teslim olmadan, onu aklın, mantığın, felsefenin yoluna özendirmektir. Düşünmekten ve keşfetmekten zevk almayı bilmeyen hiçbir toplum dinci aşırılığın şiddet çukuruna yuvarlanmaktan kurtulamamıştır. İşte milleti sevmenin anlamı, milleti, bu çukura düşmemesi için uyarmaktır.




19 Aralık 2013 Perşembe

Tarihe Notlar: Diplomasi ve İpler

Yıllar önce diplomat bir dostum söylemişti (Ben onun yalancısıyım); "Diplomaside kural ipleri germek ama asla koparmamaktır. Kopartırsanız bütün kapıları kapatmış olursunuz, dolayısı ile kapıların kapanması bir çatışmanın önünü açmasa bile, kapıların açık olmasının sağlayacağı faydaları, bu faydaların yaratacağı menfaatleri, bu menfaatlerden dolayı kurulacak iyi ilişkileri kaybetmenize neden olur."
SANIYORUM; MİLLETÇE BİRAZ DİPLOMASİ ÇALIŞMAYA İHTİYACIMIZ VAR...

KİMİSİ HAİN DER İPLERİ KOPARIR, KİMİSİ İŞBİRLİKÇİ DER İPLERİ KOPARIR, KİMİSİ KÜÇÜMSER KOPARIR, KİMİSİ KENDİSİ İÇİN TEHDİT GÖRÜR KOPARIR...
2001 yılında gittiğim ABD'nde Ames'te ve İngiltere Reading şehrinde kaldığım kısa dönemlerde ortak bir şey dikkatimi çekmişti...

Sincaplar ve tavşanlar sokaklarda, evlerin önünde serbestçe dolaşıyordu...
Aynı yerlerde çocuklarda oynamaya devam ediyordu...
O zamanlar şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: "Bizim çocuklar olsaydı. Bu tavşanlar ve sincaplar çoktan ölmüş ya da bir yerlerde gizlenerek hayatlarını sürdürür hale gelmiş olurlardı."
Düşününce aslında görmezden geldiğimiz "kendimizden başkasına hayat hakkı tanımama" kültürüne sahip olduğumuzu fark etmemek mümkün değil...

ABD'nin ya da Birleşik Krallığın kendi ülkelerinde yada dışında yapmış oldukları kötülükler bizim bu gerçeğimizi yok saymamızı gerektirmez...
Çevremizdeki masum canlılara tanımadığımız hür bir şekilde yaşama hakkını, oluşturduğumuz klanlar/kabileler dışındakilere de tanımadığımız bir gerçek...
Böyle olduğu için bu ülkede herkes bir diğerinin ötekileştirdiği haline dönüşmüyor mu?
O halde herkesin ipleri kopartırken bir kez daha düşünmesinde fayda yok mudur?

YA TAHAMMÜL, YA DA TAHAMMÜL!

Türk insanının irfanı derki; "Okulda, askerlikte, hapiste ve hastanede kurulan dostluklar bakidir..."Bu dört yerin ortak paydalarına baktığımızda birinci sıranın "mecburiyet"e verildiğini görüyoruz... Dört yerin dördünde de olaganüstü bir durum olmadığı sürece herkes herkese katlanmaya mecburdur...
İkinci sırada ise; "benzerlik" gelmekte... Yani bu mekanlarda bulunan insanların bulunma nedenleri birbirine benzemekte, bu da bir denklik husule getirmekte...
Üçüncüsü de "paylaşmak", bu mekanlarda insanlar yokluğu da varlığıda paylaşarak dayanışırlar...
Sanırım sonuncusu da "mahrumiyet" olsa gerek, insanlar içinde bulundukları halin dışındaki hürriyetlerden, imkanlardan mahrumlar...
DOLAYISI İLE İNSANLARIN UZUN SÜRELER BİRBİRİNE KATLANMAYA MECBUR OLDUĞU, AYNI DERTLE MUZDARİP OLDUĞU, AYNI ŞEYLERİ PAYLAŞTIĞI, AYNI ŞEYLERDEN MAHRUM OLDUĞU İNSANLARLA ŞAHSİYETLERİNDEN BAĞIMSIZ BİR ÜNSİYET KURUYORLAR, BU ÜNSİYET DOSTLUĞA DÖNÜŞÜYOR...

DOST OLALIM, DOST KALALIM, ÇÜNKÜ YOL UZUN, YOL ZORLU...

Mikrodan Makroya Ekonomi Ve Yolsuzluk

İktisatla ilgili sosyal bilimlerde,  daha en başta  ekonomi, “mikro” ve “makro” olarak iki ayrı türde anlatılıyor.

Öğrenci bunların birbirlerinden ayrı ayrı düşünülmesi gereken kavramlar olduğunu ezberliyor. Hele iş, gösterişli terimler ve çıldırtıcı istatistik formüllere bulanınca  iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Son yolsuzluk  iddiaları, ülkemizdeki ekonomi algısının yanlışlığını ispatladı. “Tüyü bitmedik yetimin hakkını yemek”  kavramını yeniden bize hatırlattı. Bir yetimin hakkıyla milyon dolarlar arasındaki ilişkiyi görebilen  toplumsal akıl bütün  o gösterişli ekonomi öğrenimini ve kuramlarını yanlışladı, çökertti.

Peki bunu nasıl yaptı?

İlk olarak insan davranışlarının kaçınılmaz sonuçları olduğunu anladık. Yani birinin cebinden parasını alırsak; parasını  aldığımız kişinin -biz bu işi onun rızasıyla da yapsak- daha fakir düşeceği, ortaya çıktı.  Çünkü yolsuzluklara konu olan “ihale” paralarının  “kaynağı” , vergi mükelleflerinin  cebinden “meşru” olarak alınan paralar. Deme ki ekonomi “beli modellere göre kendiliğinden hareket eden bir otomat” değilmiş, insan iradeleriyle meydana getiriliyormuş.

İkincisi  “Tüyü bitmedik yetimin hakkı” genellemesiyle, ülkedeki milyonlarca  dar gelirli vergi mükellefini işaret etti. Büyük nehirlerin, cılız derelerin birleşmelerinden meydana geldiği, ayakkabı kutularından çıkan dolarlarla ortaya çıktı. Elindeki  üç beş kuruşu üç beş dolarla sağlama almak isteyen vatandaşın cılız “ mikro ekonomik tasarruf deresinin”, nasıl “ makroekonomik bir nehre” dönüştüğü, uygulamalı olarak görüldü. Hele bu yolsuzluklarda “Türkiye bütçesi” kadar bir paranın  el değiştirdiğinin açıklanması, sanırım  yoksulluğun kaynağını daha iyi görmemizi sağladı.

Son operasyonlarla yolsuzluğun anatomisi ortaya serildi.

Görüldü ki yolsuzluk için önce “paylaşılmak istenen”  büyük miktarda para ve bu parayı kontrol edecek büyük bir güç gerekiyor.  Bu iki unsuru da bünyesinde taşıyan tek bir kişilik var, o da devlet.

Devlet, şirketler gibi “gelir” elde etmek için müşteri rızasına bağımlı olmadığından; hemen hemen  hiç kurumayan bir para nehrine sahiptir. Çünkü en nihayetinde, ne kadara fakir olurlarsa olsunlar, bütün  vatandaşları  zorla  kendisine borçlandırır.  Devletin gücünün hukukla sınırlandırılması, işte asıl bu keyfî borçlandırmanın önüne geçebilmek için gereklidir.

Devletin, elindeki sınırsız  görünen para  nehrini istenen yere akıtmak imkânı, insanların iki şekilde ilgisini çekiyor.

Birincisi herkesin bildiği şekliyle devlet ihaleleri kanalıyla… Cumhuriyet tarihinin en popüler soygunları bu şekilde yapılmış.

Önde düzenlemeler, arkada yolsuzluk
İkincisi de  para politikalarındaki “düzenlemelerle”  büyük para rezervlerinin değeri ile oynamak yoluyla ki buna en güzel örnek de sanırım 2001 devalüasyonunda Merkez Bankası başkanının  servetinin bir gecede ikiye katlanması oldu. Kaldı ki bu göze görünen bir örnekti. “Sıcak para” denen spekülatif sermayenin bu tip “düzenlemelerle” elde  ettiği  “havadan kazancın” miktarı asla açıklanmadı. Acizane kanaatimiz “ düzenlemelere” dayanan  değişimlerden   “sıfır maliyetli”   para kazananların bu kazançları yanında, ihalelerden elde edilen haksız kazançların devede kulak kaldığıdır.

Çünkü her ne kadar devlet hazinesi sınırsız gibi görünse de  keyfîliğin  gizlenemediği belli denetleme sınırları vardır.

Oysa  ülke ekonomisini, bir  demeçle  temelinden sarsacak insanları,  sizin istediğiniz değişiklikleri sağlayacak şekilde etkilemek çok daha büyük bir  menfaattir. Bu,  size normal reklâm etkinlikleriyle elde edemeyeceğiniz bir müşteri kitlesini/rızasını devlet zoruyla elde edebilmek imkânını verir.  Devletin, hükümetler eliyle kullanılan gücü, müşterileri çeşitli düzenlemeler yoluyla belli bir malı, diğerlerine tercih etmeye  mecbur edebilir. Türkiye’deki özelleştirme garabeti bunun en güzel örneğidir. Yıllardır meselâ neden Türk Telekom dışında bir başka  telekomünikasyon şirketinin piyasaya giremediği konusu nedense anlı şanlı terimlerle konuşan ekonomistlerimizi hiç ilgilendirmemiştir.

Bunun yanı sıra devletin sıradan bir işiymiş gibi kabul edilen fiyat düzenlemeleri  de– ki buna faizler hakkında  verilen  demeçler de dahildir- sıradan insanların tasarruf yönlerini kesinlikle değiştirir.  Konut kredilerinin faizlerinin vatandaşı lehine düşürüleceği beyanı -ki buna benzer beyanlar Amerika’daki mortgage krizinin asıl sebebidir- vatandaşın talebinin konuta yönelmesine kesinlikle sebep olur. Bu da konut sektörünün bütün ilgili sektörlerinde, kendiliğinden, normalde karşılaşılamayacak bir talep patlamasının doğmasına yol açar.  Bu durumda bir hükümet yetkilisine, ülkedeki talepleri belli bir sektöre yönlendirecek şekilde beyanda bulunması için rüşvet vermek ,  talep patlamasıyla  zenginleşecek insanlar için “mantıklı bir yatırım” değil midir? Amerika’nın  görünen o ki en büyük sıkıntısı , lobilerin sürekli yasama organları üzerinde kendi çıkarları için yolsuzluk işleriyle uğraşması. Bu Amerika’da ciddi bir “kayıtsız sektör”…
 

Umalım  da  son yolsuzluk operasyonları, sıradan vatandaşa, oyunu birkaç kilo makarna ve birkaç ton kömüre  satmanın  maliyeti hakkında bir fikir versin. Umalım ki makarna alırken menfaatini gözettiğini sanan vatandaş, bunu yaparken  aslında soyulduğunu da hesaplayabilsin. Sıradan vatandaş belki kendi ekonomik etkisinin cılız deresini görmekten öte bir  feraset geliştiremiyordu şimdiye kadar ama gene umalım da büyük nehirlerin, küçük derelerin birleşmesiyle meydana geldiğini artık idrak edebilsin ve yolsuzluğa alet olmaktan kaçınsın.


18 Aralık 2013 Çarşamba

Böyle bir lüksümüz var mı?

İçinde hakaret olmadıkça ben kimseye "sus" demem, konuşacağız içimizdekileri ortaya dökeceğiz, eğriliklerimizi hep beraber düzelteceğiz...
İnsanız, türlü zaaflarımız var...
Bazılarıyla baş edebiliyoruz, bazılarıyla baş edemiyoruz...
Ben çevremdeki insanların ne kadar mükemmel niteliklere sahip olsalar bile zaafları olan birer insan olduklarını kabulleneli çok zaman oldu...
Bu insanların yaptığı iyi şeyler fazlaysa, hatalarının hasarını oradan telafi ediyorum...
Hatalar fazlaysa iyiliklerinin artmasını bekliyorum...
Yoksa zaten üç kişiyiz, dördüncüyü bulamıyoruz bile...
Yani insanları "vatan haini" olmadığı sürece silme lüksümüz yok...

Erozyon ve Çölleşme

Ülkemizin en büyük tabii problemlerinden ikisi erozyon ve çölleşme...
Tarife gerek yok, bu iki tabiat olayının mahiyetini herkes üç aşağı beş yukarı biliyor...
Ancak tabiattakinden daha vahim olanının yüreğimizde yaşanan erozyon ve çölleşme olduğunun farkında bile değiliz.
Yüreğimizdeki erozyon ve çölleşme, en az topraklarımızı tehdit edeni kadar hepimizi tehdit ediyor...
Tabiattakiyle başetmenin yollarını biliyoruz ama ya yüreğimizdekiyle başa çıkmanın yolunu biliyor muyuz?

Biliyorum soru saçma oldu... Haklısınız farkında olmadığımız bir şeyle nasıl baş edeceğimizi nereden bileceğiz!!...

Türkçü Kararlılık Ve Uzlaşmazlık Ahlâkı

Milliyetçi camia içindeki

Türkçü zümre,  tavizsiz ve sert insanlar olarak görülür.

Ve genellikle bu tutumun Türkçülükten,  ırkçılıktan kaynaklandığı düşünülür. Bu düşünüş  de  sözde meşhur Atsız-Türkçe  kavgasına dayandırılır.

Buna  göre Atsız milliyetçiliğin liderliğinde güya  Türkeş’i kıskanmış, milliyetçiliğin liderliğini elinden bırakmamak istememiştir.

Ama bu işin bir başka yönüdür, magazin sığlığıdır. Yazımızın asıl konusu Türkçü kararlılığın, haklılığını anlatmaktır.

Türkçüler  ne düşünür, nasıl düşünür, niçin düşünür?

Türkçüler merhum Atsız’ın “ırkçılık” tarifi üzerinden “Bizden olanlarla, bizim olanlarla düşünmek, üretmek, yaratmak ve yürümek” anlayışıyla düşünür ve hareket ederler. Ahlâkta ve politikada    Türk’ün amaçlarına yönelik, “Türkçeleştirilmiş” araçlarla hareket etmek gerektiğini düşünürler. En azından bu satırların yazarının naçiz aklının anlayabildiği, budur.

Bu fikrin üzerinde ısrarla durur ve  onun bir devlet politikası olarak benimsenmesini arzularlar. Nitekim aslında  Türkçü anlayış Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar ümmet ütopyalarının, “İslâm Âlemi” söylemlerinin siyasal trajedilerini bizzat yaşamış insanlardır. Bundan dolayıdır ki onlar, meselelerin hallinde “Türk merkezli” bir düşünüşün tek çare olduğuna yaşayarak kani olmuşlardır.

Bunun dışında , cumhuriyetin kurucuları ve sonraki Türkçü nesil, batı kurumsallaşmasını en iyi anlayan insanlardır. Onlar bilirler ki refah bir sonraki nesle aktarılabilen üretim mirasıyla  meydana getirilirken medeniyet de bir sonraki nesle bırakılan tarih, kültür ve millet şuuru mirasıyla  büyür ve yerleşir. Bu sebepten onlar beşeri hukukun akılcı tadilat yolunu benimsemiş,  akılcı-lâik insanlardır. İçlerinden şeriatla medeniyetin bağdaştırılabileceğini sanan tek bir insanın bile çıkmaması onların basiretlerinin ve görgülerinin gerçekliğine ve derinliğine delildir.

Ama onların Türkçülük davasındaki kararlılıkları sadece birtakım  tecrübelere bağlanamaz. Onlar özellikle Merhum Atsız’ın “uzlaşmazlık ahlâkının” mantığını idrak etmiş insanlardır.

Buna göre “Türk’ün bekası, hürriyeti ve refahı” ( ki bunlar aslında hayat,  hürriyet ve mülkiyet temel haklar kabulünün Türk özelinde  düşünülen biçimleridir)  için faydası olmayan hiçbir fikir veya olgu ile uzlaşılamaz. Eğer bir ideolojiyi,  Türk bekasına, hürriyetine ve refahına yararlı kılamıyorsak onunla uzlaşmaya çalışmak sadece bir zaman kaybı olmayıp aynı zamanda zararlı olanı, zehir olanı, bünyeye sokmak demektir.

İşte Türkçü’ler “Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” diye ifade edilmiş adapte sloganın ifade ettiği merkezde kalmakta ısrarlıdır. Nedense onların bu ısrarları özellikle Arapçılıkla uzlaşmayı Müslümanlık sayan siyasal milliyetçiler için itici ve kırıcı görünür.

Türkçü’lerin Türklükteki ısrarları tek ve inkâr edilmez Türk sosyolojik gerçekliğinin, her tür yabancı hayranlığının ilkesiz uzlaşmacılığıyla bulandırılmaması içindir. Bundan dolayı Türkçüler başkalarının ne düşündüğüyle ilgilenen ama Türk gibi düşünmekten vazgeçmeyen insanlardır. İçlerinden değişik ideolojilere yakınlık duyanlar olsa bile Türk’ü incitmemeyi, yıpratmamayı davranışlarının temeli sayarlar. Bu yüzdendir ki onlar siyasal milliyetçilerin asla erişemeyecekleri bir felsefî birikim elde etmiş ciddi entelektüellerdir.

Gene bu yüzdendir ki siyasal milliyetçilerin kaderleri liderlerinin iki dudağı arasındayken ve siyasal çalkantılarla rahatlıkla  silinebilirken Türkçüler daima var olmuşlardır ve olacaklardır.   Bugüne kadar pek çok siyasetçi milliyetçi gelip geçmiş ve pek çoğu hiç hatırlanmazken “şaman”, “dinsiz” diye hakir görülmeye çalışılan Atsız’ın bir bengü taş gibi  hâlâ ayakta durup bize yol göstermesi bunun en  güzel örneğidir.

Türkçüler,  fikirlerine, akıllarının, tecrübelerinin ve vicdanlarının rehberliğinde  bağlılık gösterir. Ve bu yüzdendir ki esen rüzgâra göre eğilmeyi, siyaset, taktik, savaş sanatı sanan eyyamcı Türk İslâmcı uzlaşmacılık tarafından sevilmezler.

Türk İslâmcı Arap uzlaşmacılığı, Türkçü mirası har vurup harman savururken  Türkçüler “Türk ırkı sağ olsun!” diyerek bu istismara ve şımarıklığa katlanmışlardır, katlanmaktadırlar.  Çünkü Türkçüler bilirler ki hak ve hakikat, kalabalıkların, sürülerin sığ idraklerine kurban edilemeyecek kadar kıymetlidir. Onlar Türk bozkırlarında çoban ateşlerine, köy çocuklarına, gariban yolculara yol gösteren bağırları poyrazlı yalnız bengü taşlardır!  Onlar  berrak yayla göğünde gördüğümüz, gecemize ümit seren parlak yıldızlardır. Onlar hayatlarını milletlerine adamış gerçek kahramanlardır ki işte  tam da bu sebepten uzlaşmazlıkları anlamlı ve kutsaldır.

Tanrı Türk’ü korusun!


17 Aralık 2013 Salı

Türk İslâmcılığın Haddini Bilmezliğine Küçük Bir Cevap

Türk  milliyetçiliğinde dinciliğin daha siyasallaşmanın en başında belirleyici bir tercih olarak kendini belli etmesi çok belirgin  bir vakadır.

Dincileşen Türk milliyetçilerinin en büyük ayıbı, Türk milliyetçiliğinin varlık sebebi olan Türkçülere  ettikleri saygısızlık ve vefasızlıktır.

“Civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş” der ya atalar, o babdan…

Türkiye’de siyasal milliyetçiliğin var olmasını sağlayan şey Türkçülüktür, Türkçülüğün yılmayan, bükülmeyen, taviz vermeyen uyarıcılığı, öncülüğüdür.

Arvasi, Serdengeçti gibi  bir takımlarının isimleri bile yokken Balkan’larda  Türk varlığının ekin gibi biçilmesine şahit olmuş insanların, ellerindeki tek varlık olan Türklüklerine sarılmalarından ibaret Türkçülerin tutumunu, “dinsiz”, “şaman” gibi küçümsemek hele de onların tavizsizliğini bir tür ayıp ve taktik bozukluk gibi görmek, kim ne derse desin haddini bilmezliktir, saygısızlıktır. Bu saygısızlığı edenlerin özelikle sözde “İslâm ahlak ve faziletiyle kuşandıklarını sanan” insanlar olmaları acıdır. Bu tavır, Türk düşmanı Arapçı/enternasyonalist bir düşmanlıktır.

Milliyetçiliğin siyasallaşması, onun kurucularının tarihe, felsefeye, kültüre gösterdikleri ilginin ortadan kalkmasına ve işin, sadece siyasal bir retorik savaşı haline getirilmesine, karikatürleştirilmesine sebep olmuştur.

Bu açıdan siyasal milliyetçilik,  ne kadar saf ve iyi niyetlerle başlamış olursa olsun zamanla Arap taklitçisi bir kitle hareketine dönüştürülmüştür. Bizi burada üzen bir başka şey, komünizmin gerçek tehdidine karşı kahramanca savaşan Türk evlâdının mirasının, bir tür yeni Taliban veya El kaide efsanesi haline getirilmesidir.

Türkçüler Türk varlığının, Türklük binasının mertekleridir.  Binalar bükülmezliğine, eğilmezliğine güvenilen temellerin ve direklerin üstüne kurulur, her rüzgâra göre farklı eğilen söğüt dalları üzerine değil!

Türk İslâmcı  denen seyreltilmiş Taliban özentileri şunu bilmelidir ki bu ülkede Türk varsa bunu, hiç kimseyle Türklük hakkında “uzlaşmamış” olan Bozkurt atalarımıza borçluyuz. Türklük üzerinde tartışılacak, taktik mantık oyunları oynanacak bir retorik konusu değildir.

 Türklük, varlığını, türkülerini, destanlarını, tarihini, Arap kibrine, Çin kalleşliğine, Rus hoyratlığına, Ermeni ihanetine, Rum kancıklığına karşı kanıyla savunmuş insanların eseridir. Bu yüzden bu tarihi mirası tavizsiz savunan bir avuç Türkçü’yü küçük görmek hele de onlara siyasal taktikler  adına akıl vermeye kalkmak hiç kimsenin haddi değildir!

Kürşat Türk İslâmcılar gibi Araplaşmış,  liderine tasmalanmış  bir muhallebi  yürekliler sürüsüne köpeklik etmedi.  

Kürşat bu gün sarkık bıyık bırakarak kendini Türk sanan insanların var olabilmesi için kendileri yok olurken  gözünü bile kırpmayan bir Bozkurt sürüsüne başbuğluk etti! Bu böyle biline!

Tanrı Türk’ü korusun!



Dinci Fitneye Gönüllü Tebliğci: Türk İslâmcılık

Türk İslâm Ülküsü denen fikir neyi hedefler?

Bu açıkça siyasal bir söylemdir. Bu söyleme göre Türk milliyetçileri, dinin günlük hayatta daha fazla  müessir olmasını, hayatın merkezinde dinin olmasını,  Türk insanının ahlâkının İslâma göre düzenlenmesini hedeflemelidir.

Türk İslâm Ülküsü denen fikirde milllet yekpare bir kitle olarak “İslâm ahlâk ve  faziletine” göre şekillendirilmelidir.

Bu basit bir kültürel söylem değildir. Ciddi bir politik hedeftir.

Bu yüzdendir ki Türk-İslâm sentezi veya ülküsü fikirleri, lâiklikle, akılcılıkla, temel haklarla vs ilgilenmez. Türk İslâm söyleminin temel hedefi, toplumun devlet tarafından İslâmî esaslara göre şekillendirmesidir. Burada da toplumun, “temel haklarına saygı gösterilen” fertlerden  oluştuğuna inanılmamaktadır.

 “Milletin”  kollektif bir kimliklenmeyle oluştuğu düşünüldüğünden yeknesaklaştırılmış bir kitle olması gerektiği kanaati siyasal milliyetçiliğin temel kabulüdür.

Siyasal milliyetçiliğin topluma Türk İslâmcı bakışına göre içki içen, zina yapan, Allah’a inanmayan, başı açık vs insanların “Türk” sayılabilmeleri için ancak  ciddi bir ahlâkî ve dinî  şekillendirmeden geçirilmeleri lâzımdır.  Türk İslâmcı milliyetçilerin neredeyse tamamının, kadınlarını, akılları ve dinleri eksik bir tür “şeytan anahtarı” gibi görerek günlük hayattan uzaklaştırması, siyasal faaliyetin içinde kendilerine  doğal bir kategorik üstünlük belirlemeleri tesadüf değildir.

Bu masum bir kültürel kabul değildir.

Dini toplumun içine devlet eliyle sokmanın hiçbir “iyi” sınırı yoktur. İnsanlara siyasal mesajlarla ahlâk aşılamaya kalkmanın hiçbir yapıcı ve bütünleştirici yönü yoktur ve olamaz.

Türk İslâmcılar, siyasetçiler veya aydınlar, dinden bahsetmezse dinin unutulacağını sanıyorlar. Hiç kimsenin, insanlara sürekli dinden bahsetmek gibi bir görevi olamayacağını nedense anlamak istemiyorlar. Din toplumun içinde kendiliğinden yerleşir ve toplumun geleneklerine, kültürüne göre uyumlanarak kendiliğinden yaşanır gider.

Türk İslâmcılık, dini bu doğal yapıdan ayırıp ayrı bir âmir kurum haline getirmeye çalışır ki bunun adı şeriatçılıktır.

Bu yüzden Türk İslâmcılık, dinin, toplum içindeki müşterek  kabulden ayırıp bir takım liderlerin  yorumlarıyla onu bir ayrışma aracı haline getirilmesine maşa olur.

Bundan neden bu kadar bahsediyoruz?

Türk İslâmcılık, dinciliğin milliyetçilik içindeki bilinçli veya bilinçsiz etki ajanıdır da ondan. Türk İslâmcılık milliyetçilerin  Türk olmaktan çıkıp Arap haline gelmesinin dönüştürücü  fikir makinesidir.

Bundan dolayı Türk millî egemenliğine yönelen  etnik ırkçı ve  dinci tehditlere karşı bilincimizi zayıflatmakta, ihanete karşı zehirli bir hoşgörü geliştirmemize sebep olmaktadır.

Türk İslamcılık  dine dayalı bir fitne sebebinden başka bir şey değildir ve artık bu anlaşılmalıdır.



Türk İslam Kavramı Var Mıdır Haklı Mıdır? II

O halde tarihi ve sosyolojik anlamda içeriksiz olan bu düşüncenin siyasal yönü nedir?

Milliyetçi siyaset maalesef tamamen oy kaygısı ve cehaletle  “Türk İslâm” hurafesine adeta bir kurtarıcı  gibi bağlanmıştır.

Kültür unsurlarının  oy ticaretinin malı haline getirilmesi iki büyük zarar vermiştir.
Öncelikle bunların “tartışılabilir/yıpratılabilir” icatlar olduklarının zımnen kabul edilmesine yol açmış ve  bunların değer olmak vasfını ortadan kaldırmıştır.

İkincisi de  kültür üstünde kurulan siyasi tekel, bu kültürün bütünleştiriciliğini ortadan kaldırmış, ona karşı olanlar ve  onun taraftarları olarak iki büyük kitlenin oluşmasına sebep olmuştur.

İşte bu iki sebep milliyetçiliğin siyasallaşmasının   zararlarını gösterir.

Siyasallaşma kalıplaşmayı, doktrinleşmeyi, sloganlaşmayı gerektirir.

Siyasallaşma toplumsal düzenin temeliyle ilgilenmeye başladığında ortaya bugünkü yaygın fitne hali çıkar.

Türk siyasi  milliyetçiliği, belki de köylü bir tabana dayanmasından dolayı  milletin zaten kendiliğinden yaşadığı değerleri anlayamamış,  milliyetçiliği, bu köylü tabana anlatmak yerine dincilerin komprime hale getirdiği din yorumunu halka aynen aktararak onun değerlerine sahip çıktıklarını göstermeye çalışmıştır. Unutulan şey şudur: Dinciler halkın kendi içinde yaşadığı “Türk İslâmını”  en büyük düşman olarak görmüş, halkın masum endişelerini sürekli kaşıyarak ona din adı altında Emevi siyasal İslâm’ını telkin etmişlerdir.

Bunu da “ dinin, hayatın her alanında uygulanması gerektiği” söylemiyle yapmışlardır.

Maalesef milliyetçi siyaset, oy kaygısı ve dönemin çetin şartları içinde Türk halkına, kendi örfünce yaşadığı dinin açıklamasını ve bununla milliyet duygusuyla ilişkisini açıklamak yerine dincilerin “zararsız görünen” metodunu ve izahını benimsemiştir.

İşte “Türk islâm Ülküsü” denen şey,  Kur’an’ı mızrağın ucuna geçirmekle, aslında siyasal İslâm’ı ilk kez sembolize eden totaliter dincilikten, milliyetçilik çıkarılabileceğini sanan  sığ siyasal söylemin ta kendisidir.

Bu anlayıştır ki Tüklüğü “değer yoksunu” bir  cesede indirgemekte beis görmemiştir.

Bu anlayıştır ki kanı akıtılan Türk evlâdının ancak muhayyel bir “İslâm” ümmetinin zaferi için öleceğini söyleyebilmiştir.

Bu anlayıştır ki  Türklük’te bulduğu gurur ve şuurun, aslında ahlâk ve faziletten yoksun olduğunu, bu eksikliği de İslâm’dan edinebileceğini söyleyebilmiştir.

Türk milliyetçiliğinin temel  siyasal sloganları görünen odur ki Türk’ü ancak İslâmla tamamlanmış ve insanlaşmış   bir hayvan ırkı olarak görmekte; İslâm’a sözde kategorik bir üstünlük izafe etmektedir. İşte bu noktada zaten en başta “  Bütün milliyetçilikleri ayaklarının altına almış bir dinci yönelimin kendiliğinden üstünlüğünü ve kavrayıcılığını” kabul etmiş olmaktadır.

“Türk İslâm” ifadesi masum bir sanat tarihi terimi olarak kullanılmak yerine  bir siyaset belirleyici doktrin haline getirildiğinde ancak “Türklüğü bir tür değiştirilebilir aksesuar olarak görüp değersizleştirmektedir.

Ayrıca bu ifadenin taşıdığı “siyasal hedef”, en nihayetinde “âleme İslâmla nizam vermek” olarak açıkça ifade edilmiştir. Bunun modern siyaset bilimindeki karşılığı şeriat devletidir.

Türk İslâm diye başlayan bir siyasal söylemden lâikliğin, beşeri hukukun elde edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu söylem kendi anlam içeriği itibariyle  en fazla “Türk ülkesinde sözde İslâm’a dayalı bir toplumsal düzen geliştirmek” ülküsünden başka bir şey ifade etmemektedir.

Eğer bu tür bir amacı yoksa siyaseten “Türk İslâm” diye başlayan ülkü veya sentezlerin hiçbir anlamı kalmaz. Onları “anlamlı” kılan tek şey, bir siyasi programın yönelimini belirlemek iddialarıdır.  Böyle bir iddia da ne lâiklikle ne hukukun üstünlüğüyle, ne kanun önünde eşitlik idealiyle bağdaşabilir.

Bu söylemle ne   milliyetçilerin “dinî duyarlılıkları” arttırılabilir ne de halkın dini doğru anlaması sağlanabilir. Kaldı ki genel ahlâkî kaidelere uymak dışında artık açıkça görülmektedir ki “dinî duyarlılık”  ancak Arap siyasal İslamcılığının şerî yobazlığına göre hayatı tanzim etmek arzusundan başka bir şey değildir.

Dolayısıyla basit bir tarihî adlandırmak olmak dışında “Türk İslâm”  söylemi, tamamen boş ve siyasal açıdan da haksız ve zorlayıcıdır.

BİTTİ






16 Aralık 2013 Pazartesi

Türk İslam Kavramı Var Mıdır Haklı Mıdır? I

“Türk İslâm” denen tamlama sadece İslâmiyet’ten sonraki Türk devlet anlayışını ve kültürünü tanımlamakta bir kolaylık sağlayabilir. Bu tabir tamamen tarihsel bir döneme işaret eden, özünde hiçbir açıklayıcılığı olmayan boş bir tamlamadır/terimdir.

Neden böyledir? Çünkü İslâm hiçbir topluma belirli, standart bir örf getirmemiştir. O sadece milletlere “uyulması kendileri için daha hayırlı olacağı” va’z edilmiş ana ilkeler getirmiştir. Dikkat edilirse Kur’anda “ Bu sizin için daha hayırlıdır.”  İfadesine sık sık rastlarız. Demek ki “hayırlı” olanın derecelendirmesiyle insanlara, örflerindeki,  “zarar vermemek iradesi” olarak ahlâka dayanan işlerin de “hayırlı” olabileceği mesajı dolaylı olarak verilmiştir.

Bu ne demektir? Bu, İslâmla beraber Türk medeniyetinin farklı bir medeniyet haline gelmediğidir. Medeniyetin içine aldığı maddi ve örfi unsurlar dinden gelmemiştir. Burası çok önemlidir. Türk devletleri İslâmla beraber  ne yönetim  biçimlerini,  ne de politik yönelimlerini değiştirmişlerdir. Devlet teşkilatlanmasına  sızan unsurların dinle ilgisi yoktur. Bunlar yeni ilişki  çemberleri içindeki milletlerle etkileşimlerden ibarettir.

Türkler için İslâmiyet’in kul hakkını önceleyen “zarar vermemek iradesi” yönelimi zaten  bilinen ve uygulanan bir  yöntemdir. Türkler İslâmiyetin uygulamaya/muamelata dair ilkelerini  asırlar evvelinden benimsemiş yüksek ahlâklı bir  millettir.

Bu iki yönden de Türklerin İslâmla bir şey kazandıklarını veya “şereflendiklerini” söylemek saçmalamaktır. Türk, zaten İslâm’ın “Allah’ı tek mutlak hâkim olarak görmek” inanç temeline çok önceden sahip olmuştur. Bundan dolayı da günlük hayatlarını İslâm’dan sonra bile Allah’ın yardımcısı bir takım otoritelere dayandıran Arap’larla kıyaslanmayacak kadar şerefli bir ulustur.

Türkler islâm’ı kabul ettiklerinde ne bugünkü dinciler, Türk İslâmcılar gibi bir Arap hayranlığı ve aşağılık kompleksi geliştirmişler ne de dini bir siyasî doktrin olarak kabul etmişlerdir. Onlar için ahlak plânında İslâm mükemmel  ve haklı bir sistemken siyasal anlamda müttefiklerin belirlenmesi için basit bir akılcı politik çerçeveden ileri gitmemiştir.

Türklerin İslâmiyetle geliştirdikleri sanatlar veya yeni kültür unsurlarında  Arap etkisi vardır. Resim yasağı gibi hurafeler Selçuklu’da  dahi dokumuzla uyuşmamıştır.  Selçuklu dönemi camilerinde dahi rahatlıkla hayvan tasvirlerine rastlamamız bunun delilidir.

Türkçesi, Türklerle İslâmiyet’in ilişkisinde Arapların iki yüzlü takiyeci yorumculuğundan ve  “üstün  kavim” kompleksinden eser  yoktur.

Bunun günlük hayattaki en güzel örneği vakit namazlarında camilerde incin top oynaması, Cuma namazlarındaki camilerin doluluğunun bayram namazlarında zirveye ulaşmasıdır.

Bu, dinin Türkçe idrakinin bir göstergesidir.

Burada Türk insanı dini “kendi anladığı, kendi bildiği, kolayına geldiği” biçimde  uygulamaktan çekinmemiştir ki standart bir Müslüman’ın “Kitap’a” dayanarak  icat edilemediği tarihin ve sosyolojinin bir gerçeğidir.

Görünen o ki Türk’ler  bir din edinerek elbette  toplumsal düzenlerinde sivil hayatlarında ona belli bir yer vermişlerdir. Buna karşılık  Araplaşmamışlardır.

Bugün dini toplumsal düzene  aktarmak, düzeni dine dayandırmak amacı güden bütün topluluklar içinse bu durum kabul edilemezdir.

Eğer bir fikri ve onun bağlamlarını dine dayandırmaya çalışırsanız din size   bir sosyolojik kalıp/standart sunamayacaktır. Hiçbir din bunu yapabilecek kudrette değildir, Musevilik hariç.

O halde dine dayalı bir düzen kurmak için bir “ülkü” geliştiriyorsanız; bu düzende standart dini ayrıntılı biçimde  tanımlamalısınız. Bunun da ötesinde bu tanımla bütün örfü, baştan aşağı tasarlamalısınız.

Bugün “Müslüman” denen kitlenin yaygın şekilde Arap kılık kıyafetleri, Arap hayat tarzına yönelmesinin sebebi Arap kavmiyetçiliğinin ve üstünlük kompleksinin , Arap  kültürünü “İslâm” diye pazarlamaktaki başarısıdır.

O halde “Türk İslâm” düşüncesi tarihi anlamda içeriksizdir.  Çünkü herhangi bir dinin  milletleşmiş bir ulusta yarattığı etkiyle kabileler üzerindeki etkisi kesinlikle farklıdır.

(Devam edecek…)

15 Aralık 2013 Pazar

Tarihe Notlar: Yozlaşma Potansiyeli

Türk İslam Ülküsü/Sentezi 70'lerin sonu 80'li senelerin başında devletin alternatif ideolojisini oluşturmak için geliştirilmiştir...
Toplumun dindarlığa yöneliş trendi devlet tarafından görülmüş...
Yozlaşmanın yani Arabizasyon’un önüne geçmek üzere hareket geçilmişti…
Fikir daha çok Aydınlar Ocağında tartışılmış, Özal dönemiyle birlikte bu fikri savunan aydınlar devlet kademelerinde rol almışlardır...
Bu yıllar benim gençlik yıllarımdır. Benim neslim bu fikriyatın önemli ölçüde tesirinde kalmıştır.
Bu iklimin açık karnı entelektüel seviyede kalınması idi.
Dincilere karşı entelektüel bir görüş olarak cephe hattı oluştururken, dincilerin az eğitimli nesle yönelik atağı küçümsenmiş ve o hattan sızmalar başlamıştır...
Bu sızmalar paralel dönemde gene devlet eliyle Mekteb-i Yusufiye’lerde, idam cezaları yüzünden ölümle yakınlaşmış nesle, dışarıda bile bulunması zor dini yayınların ulaştırılması ile kavileşmiş, paralel olarak “Allah dostları” (!) ile barış ilan edilmiş, Menzile otobüsler kaldırılmış, Nurcular, Süleymancılar, daha niceleri ile ittifaklar kurulmuştu…
Derken bir sabah kalktığımızda altımızda yatağımız, üstümüzde çadırımızın kalmadığını gören gözlerimiz gördü...
Gençliğinde bir Türk Ocaklı olarak, erkekli kızlı türlü sosyal ve kültürel faaliyetler yapmış, hatta hayat arkadaşını ocaklılar arasından seçmiş bir nesildik.  Bir gün bayramlaşmaya gittiğimiz Türk Ocakları Genel Merkezinde kapıdan eşime siz yukarıda hanımlara ayrılan kısıma geçeceksiniz denilince durumun vahametini görebildik... En sert tepkiyi göstererek içeriye girdik. Bizce bu yapılan kendisi de bir OCAKLI olan eşime yapılmış bir hakaretti.
Dine karşı olmak insanın fıtratına karşı olmak gibi bir şeydir... ANCAK DİN BİREYE AİT ALANDA KALMALIDIR.
Din kültürel bir değer olarak var olacak, bireyle Tanrı arasındaki yerinden bir milim bile sapmamasına özen göstererek ilerleyeceğiz...
İnanca saygının gereği de budur…
O bir milim sapmanın bile yüksek vakum yüzünden Türk milletini nasıl Arabize ettiğini gördük...
80'lerin sonunda Ocaklarda konuşulan konu GERÇEK İSLAM’ın geleneksel İslam tarafından nasıl yok edildiği idi...
Geleneksel İslam dedikleri dokusu Türk'e has olan İslam’dı...
Daha komiği bir kadının oturduğu yere hemen oturulursa zina yapılmış olunacağına kadar türlü saçmalıklar konuşuldu, Ocaklarda...
O yılların bir neticesi olarak, köyde tarlada bahçede, kadınlı erkekli, kaçmasız göçmesiz birlikte çalışan insanımız, birbirinin elini sıkmaz, nikah düşüyor diye yaşlı kadınların bile elini öpmez hale geldi...
Son söz: Nacizane bir tespitimi ifade edeceğim... Bugün Sünni olarak tarif edilen Türkler, ben gençken Hanefi/Maturidi idiler... Sünnileşme Arabizasyonun diğer adıdır... Bugün GERÇEK İSLAM adı altında ortada dolaşan Sünni Emevi İslamıdır...

Türk İslâm Ülküsünün Dincilik Karşısındaki Kaçınılmaz Başarısızlığı

Ülkücülük şeriatçılıksa...
“Türk İslâm Ülkücü” düşüncesinin en  sevilen müdafaası, Kur’an’da milletlerin kökenine dair ayetler.

Yani? Sıradan insana siyaseten şöyle denmiş oluyor: “Yahu biz de Müslüman’ız! Ekmek Kur’an çarpsın Müslüman’ız! Bak kitapta yeri var, ondan milliyetçiyiz!”

Bunu demek ihtiyacı nereden hâsıl oluyor? Şuradan:
Türk milliyetçiliğinin Türkçü fikir babaları son derece dolu, entelektüel, lâiki medenî insanlar. İçlerindeki en dindarlar bile Türkçülüğü ümmetçiliğin metotlarıyla ve bakışıyla savunmamış, bu bir hakikat.

İş siyasallaşmaya vardığında milliyetçiler arasında çabucak yayılan kolaycılık, “ Ne pahasına olursa olsun yaygınlaşmak!” amacıyla kendini göstermiş. E cahil halka da Gökalp ve Atsız okutulamayacağına göre koskoca  entellektüellerin söylediklerine halkın anlayacağı bir kılıf bulmak gerekmiş. Dolayısıyla milliyetçiliğin meşruiyeti, sosyolojiyle, tarihle, psikolojiyle ve  açıklanacağına bu iş mahalle imamı mantığıyla şeyh-şıh takımının eline bırakılmış.

Bu gün bilhassa okur yazar genç nesil arasında  Türk milliyetçiliğinin “ana kaynaktan” meşrulaştırmak gayreti pek  moda. Öyle ya Kra’n’da kabul edilen bir gerçeğin Müslümanlarca reddi mümkün olabilir mi?  Aslına bakılırsa gayet mümkün ve Kur’an üstelik onu siyaset aracı yapanlarca defalarca “yorumlanmış”.

Hz.Ömer’in, “Artık Müslümanlar güçlüdür, onun için insanları dine ısındırmak için zekât verilmesi  uygulaması gereksizdir!” (1) diyerek zekâtla ilgili ayeti kendine göre çekinmeden yorumladığı biliniyor meselâ.

Bu ne demektir? Bu, dini bir toplumsal düzen belirleyicisi siyasî program olarak görenlerin, işlerine gelen ayetleri “tarihsel bağlam” veya hikmet yoluyla  işlerine geldiği gibi yorumlayıp yok sayabilecekleri anlamına gelir.

Genç bir kardeşimiz araştırmacılığıyla güzel bir yazıya imza atmış onun yazısından aynen alıntılıyorum:
“Allah (c.c), Rûm sûresinin 22. Ayetinde şöyle buyuruyor: ‘’ Göklerin ve yerlerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin de farklı olması da onun (Varlığının ve kudretinin) delilllerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır. ‘’ Diğer bir ayetle desteklemek istiyorum, ki çoğumuz bu ayetle karşı karşıya kalmışızdır, bir yerden işitmişizdir: ‘’ “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.”  ( Hücûrat Sûresi, 13. Ayet ) Son olarak şu ayeti de paylaşmak istiyorum : “O, sudan bir insan yaratıp ondan soy-sop ve hısımlık meydana getirendir. Rabbin her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Furkân Sûresinin 54)”*
Yazının bağlantısını aşağıda verdim, isteyen tamamını oradan okuyabilir.

Şahsen ben bir Nusracı veya kaideci olsam herhangi bir milliyetçinin bu “delillerine” şöyle cevap verebilirdim:
“ Artık dünya üzerinde farklı renk, ırk, dil diye bir şey kalmamıştır. Kutsal Arapça Müslümanların dili iken başka bir dil fitne sebebidir. Ayrıca Müslümanların  kanları birbirine karıştığından artık aralarında ırk farkı kalmamıştır. Kavmiyetçilik  yasaklanmıştır. Bu ayet Müslümanlık yayılmadan önce insanları ısındırmak için inmiştir. Artık Müslümanlar güçlü olduğuna göre bahsedilen farklılıkların bir anlamı kalmamıştır. Din kardeşliği nesepten de hısımlıktan da öne geçmiştir.Hâlâ renginden, ırkından, milletinden bahseden varsa o da fitnecidir, münafıktır, günahta ısrar ederse mürteddir, katli vaciptir! Zaten ayetlerde de önemli olanın Allah’tan korkmak olduğu yazılmaktadır. Güçlü olan hüküm budur, bu hükme göre de önceki tespit ( farklı renklerde yartılmak vs) nehyolunmuştur!”

Görüldüğü gibi kan dökücü  siyasal İslâmcılığın, Kur’an’ı, sizin gibi anlaması söz konusu değildir. Bu asla olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı bir tür “İlahî kapital” gibi görenlerin kesin inançlarına, “akılcı tefsir” metoduyla yaklaşmak mümkün değildir.

Peki Türk İslâm Ülküsü fikrinin savunucuları ne düşünmektedir? İnsanların, bu ayetleri okuduklarında, milliyetçiliğin haklılığına inanacaklarını.

Yanıldıkları iki noktadan dolayı bu kesinlikle olmayacaktır:

Çünkü herhangi bir fikri akla ve mantığa değil de Kur’an’a dayandırmak, zaten  dincilerin temel metodudur ve milliyetçiler  bu “uyanıklığı” akıl etmeden çok önceleri bile  dinciler tarafından kullanılagelmiştir.

İkincisi  dinciler milliyetçiliğe zaten benzer ayetleri delil göstererek karşı çıkmaktadırlar. Yani hiç kimse, milliyetçilerin din kardeşliğinden dolayı onların sözlerinde değer vermemektedir.

Bu iki sebepten dolayı milliyetçilik gün geçtikçe akıl ve mantık ekseninden din eksenine doğru kaymaktadır. Aklı, tarihi, kültürü ve sosyolojiyi esas alan Türkçüleri  daha en başından kendisi anormalleştirdiği  için de düşmanı olan dincilerin gözünde değersiz bir taklitçi ve “haramzade” halini almıştır: Bundan dolayı da  durmadan “Allahlı kitaplı” siyaset yapılması, milliyetçiliğin oy esnafını gitgide daha sevimsiz, kaba, militan göstermektedir.

Belki ülkücüler sokaklarda yoktur ama halkın kafasında  ülkücü dendiğinde sarıklı, saldırgan, kaba bir Taliban imajının  belirmesinin sebebi budur. İş sadece siyaseten birkaç belediye kaybetmektan ibaret olsaydı susulabilirdi.  İş bugün sırf milliyetçilik üzerindeki haksız siyasal tekel yüzünden artık  Türkçülüğün  hem de milliyetçilerin yüzünden “aşırı”,”ırkçı”, “faşist” sayılmaya başlanmasıdır.  Atsız’ın tırnağı etmeyecek  yüzlerce oy esnafı bugün özünden habersiz oldukları milliyetçiliği bize Arap kafasıyla kabul ettirmeye çalışırken başımıza gelen işte  asıl bu!

1- Öksüz İ.; “Niçin?”; Bilge Kültür Sanat; 2013; Shf:72


İdeal İslâm Başarısız Müslüman

Türk milliyetçiliğinin siyasî kolunda meşhur bir slogan vardır: “Türklük cesedimiz İslâmiyet ruhumuzdur!” diye

Bu  zayıf bir dikotomi fakat  güçlü bir kışkırtmadır.

Şöyle ki aklı başında hiç kimse  bedenin ve ruhun ayrı ve uzlaşmaz iki parça olması gerektiğini düşünmez. Dolayısıyla İslâm ve Türklük gibi iki ayrı kavramında böyle bir tezatla özdeşleştirilemeyeceğini bilir.

Çünkü bu slogan, tek başına Türklüğün bir anlamının olmadığı, onun içi boş bir hayvanî kalıp olduğunu, ancak İslâmla “ruh sahibi” olup insan haline geldiğini söylemektir. Bu da hali hazırda İslâm dışında kalan bütün soydaşlarımızı deyim yerindeyse insan saymamak demektir.

Aslında  slogan, kendi içinde  ve gitgide şiddetlenen dincilik bağlamında tutarlıdır. Çünkü siyasal İslâmcılar için herhalde “Allah indinden  din ancak  İslâmdır!” ayeti gereğince “insan” sayılabilecek tek canlı grubu Müslümanlardır. Kaldı ki bu grup da kendi içinde yaşamayı hak eden ve etmeyenler olarak ufalanıp gitmektedir  dincilere göre. Bunu nereden çıkarıyoruz? İslâm ülkelerinde gitgide hızlanan mezhep çatışmalarından. Adı “Ali” olduğu için bir gencin kafasını kesmekten çekinmeyen kasaplar da ağızlarından İslâm kardeşliğini düşürmeyen tipler.

O halde önümüzde iki seçenek vardır:
Ya İslâm kelime anlamıyla hiç de barışla ilgili bir din değildir. Ve bu açıdan insanlara va’z ettiği  şeyler yalnızca savaş ve şiddetten ibarettir?
Veya  Müslümanlar,  henüz insanlığın idrakine ulaşamamış ve İslâm’a mensup olduğunu sanan bir ilkeller sürüsüdür.

Bana ikinci daha  doğru görünüyor, gerçeğe daha yakın…

Peki ama  1400 yıl evvel inen din belli, kitabı da elimizde. O halde sorun bu dinde değilse nedir?

Sorun sanırım şu:
Araplar asla İslâm’ın onlara  getirdiği “ Hak/hukuk önünde eşitlik “ idealini  benimseyemediler. İslâm, onların toplumsal yapısında hiçbir değişiklik yaratamadı. Çünkü Araplar, dinin ahlâk getirici mesajlarının, asıl onların toplumsal düzenlerinin çarpıklığına karşı geldiğini anlamak istemediler.

Dolayısıyla Peygamber devrinde dahi olan,  cahiliye Araplarının, dini, kendi çarpık otoriter toplumsal yapılarına uydurmaya çalışmalarıydı.  Bu anlayış Emevi militan  devlet anlayışının temelini teşkil etti. Günümüzde de Arapların, kendi dillerinde yazılmış bir kutsal kitabı okuma şansına sahip olup da onu anlayamamaları, aslında Arap cahiliyetinin bitmediğinin en kuvvetli delilidir. Bu devir, açıkça bir “Arap Müslüman cahiliyesidir”.

Arap toplumunun kendine inen bir dinle yaşadığı tecrübe bize göstermektedir ki dinin ilkeleri ancak onları yaşamaya hazır ve istekli toplumlar için  bir anlam ifade edip bir fark yaratabilir.

Bunun bizi açımızdan önemi nedir?

Ülkemizde bütün dinci faaliyetler “standart bir Müslüman birey”  yaratılabileceği kabulüyle harekete ediyorlar.  Onlara göre İslam’a mensup olmak ,  en geniş ve kavrayıcı  toplumlaşma  vasıtası ve ölçüsü.

Siyasal İslâmcılar, İslâm’ı bir tür ahlâk otomatı olarak görüyor. İslâm’a girildiği anda ferdin kendiliğinden ahlâklı olacağı kanaatini telkin ediyorlar.  İnsanlar Müslüman olunduğu için adına İslâm denen bir makine tarafından derhal ahlâklı bir hale getirileceklerini sanıyorlar. Bir takım milletvekillerinin türban taktıktan sonra “resetlendiklerini” söylemeleri tam da bu  anlama geliyor.

İslâm’a kendisinde  mevcut olmayan böyle  bir işlev yükleyenler insanlara uymaları gereken “sevap paketleri” sunuyor. Bazıları Arapça bilen bu insanlara, diğer insanlar, bilgilerinden dolayı güveniyor. Ve böylece,kapanmış olduğu halde günlük  hayatına  açıkmış gibi devam eden, buna karşılık giyimiyle siyasal İslâmcılığın simgesel  egemenliğine ve biraz daha dolaylı olarak onun  çeşitli  ülkelerde sergilediği vahşete farkında olmadan –belki de olarak- destek veren kökensiz, yozlaşmış bir  “Müslüman cahiliye cemaati” ortaya çıkıyor.

Kahir ekseriyeti Müslüman olmakla övünen bir ülkeyiz. Ve maalesef Müslümanlığımız, Arap’ların bitmeyen, Müslümanlıkla beraber ısrarla sürdürdükleri cahiliyelerinin Türkçe kopyasından ibaret.

Medenî seviye, okuryazarlık, yaratıcılık ne kadar değerliyse İslâm’ın mutluluk verici  özü o kadar parlıyor. Ne yazık ki İslâm ülkelerinin bizde dahil olmak üzere hemen hemen tamamı medeniyeti teknolojiden ibaret sanan  mağara adamları toplulukları  halinde yaşıyor.

Dolayısıyla peygamberi topu topu bir deste belki daha az eşyayı arkasında bırakarak ölmüş bir dinin mensupları, kul hakkını vs kesinlikle gözetmeden altın klozetlerde  oturmakta, çocuklarına şirketler kurmakta beis görmüyorlar. Oysa onlara inen din, servetin içindeki kul hakkına, hak edilmemiş kazancın pisliğine işaret eden bir din değil miydi?

İnsanlar arasında ne dine ne  soya sopa, ne servete itibar edilmesini reddeden, Allah dışında hiç kimseye mutlak otorite tanımayan ve asıl bundan dolayı beşeri hukukun ve hukuk devletinin felsefi temellerini atmış olan bir din, bu gün tam da va’z ettiklerinin aksini yaşayan, ilkel  Müslümanlarca alabildiğine yozlaştırılıyor.

Din, Müslüman’ın vicdanına emanet edilmedikçe, onun birilerinin  nakilci ve çıkarcı yorumlarına göre yozlaşması mukadderdir.  Dinin,  din profesyonellerinin elinde yozlaşmış haliyle de kimseye herhangi bir mutluluk getirmediği herhalde artık açıktır. İşte bizi geçmişte  diğer Müslüman toplumlardan daha medeni kılan şeyin, lâiklik olması bu yüzdendi. Onun sayesinde dinin kurumsal bir baskı aracı olması engelleniyor-du. Eğer aklımızın yerine Arapça bilenlerin ihtiraslarını ikame etmeye daha fazla devam edersek İslâm ancak bir vahşet ve korku makinesi haline gelerek hepimizi içinde öğütecek.



Türk'ün Türk'ü Tartışması

 AKP danışmanı akademisyenin sözleri ile başlayan "TÜRK" tartışmasına Doğu Perinçek'inden tutun da A.Bican Ercilasun Hoca'ya kadar geniş bir katılım oldu. Kimi Türkiye aidiyeti, kimi gen ile kimi de her zaman ki gibi Atatürk ile açıklamaya çalıştı..



 Bu Dünya Kadınlar Günü kutlanması kadar vahim bir durum(Mealen erkek egemen toplumlarda kerhen kadın haklarının savunulması gibi..). İngilizler İngiliz'i , Fransızlar Fransız'ı ya da Ruslar Rus'u tartışıyor mu? 
Kime neyi ispatlamaya çalışıyoruz? Teşbihte hata olmaz derler; bir deli kuyuya taş atıyor kırk akıllı da çıkartmaya çalışıyor.
                          ,

14 Aralık 2013 Cumartesi

İhanet Ve Siyaset

Siyaset yazmak belki blogun içeriğine pek uymuyor ama dayanamadım.
Eğer  herkes Türk Bayrağı’nın, Türkçe’nin, Türk millî egemenliğinin tekliği konularında mutabık kalsaydı MHP’nin hiç gereği kalmazdı.
Yakın zamana kadar bu konuların bizi birleştirdiğini sanıyordum; meğer öyle değilmiş.

Öncelikle şunu belirtmek lâzımdır ki yukarıdaki konular bağımsız bir devlet ve  millet olarak  var olabilmemizin zaruri şartı! Yani memlekette Türkçe konuşulmazsa, egemenliğimiz tartışılırsa ve bayrağımız gönderde dalgalanmazsa biz var olamayız.

İşte “ihanetin” tanımı böylece  ortaya çıkıyor.  Yani birilerini ihanetle itham ederken  neye göre davranacağımızın ölçüsü kendiliğinden beliriyor. İhanet  yukarıdaki değerleri inkâr etmek demek. Doğrudan doğruya bunlar reddedilmese bile, redlerine yol açan her türlü  davranış doğrudan doğruya ihanet oluyor.

Şöyle bir baktığımızda Türk siyasetine bu açıdan ihanetin egemen olduğunu görmemiz mümkün.

Dinciler zaten yukarıdaki değerlerin tamamını açıkça reddediyor.

Solun CHP’de temsil edilen  çoğunluğu mümkün olduğunca “Türk” demeden tuhaf bir “Atatürkiye” kurmak derdinde. İdeolojilerinin gereği olarak  “Türk” adından çoğu irkiliyor. Eğer  hali hazırda bir açık Kürt etnik ırkçılığı olmasa;  Türk adının var olduğunun farkına bile varamayacaklar. “Türk de demedim Kürt de demedim!” sözde siyasal bilgeliğinin fırsatçılığı ile seçmenleri kandırmaya çalışan bir liderin partisinin ne Türk adıyla, ne Türk bayrağıyla ne de Türk millî egemenliği ile  bir ilgisi olabilir.

Bu açıdan onlar da dolaylı yoldan ihanete eklemlenmiş vaziyette.

Kala kala bir MHP kalıyor geriye. Onun da  yumuşak  karnı dincilikten vazgeçememesi.

MHP, dini,  siyasetinin bir parçası haline getirip bir ideoloji gibi ifade etmek metoduna öyle  sıkı sarılıyor ki AKP ile arasındaki çizgi silikleşiyor. Eğer dini ideoloji olarak savunarak toplumsal düzenin içinde, emredici bir pozisyona getirmek istiyorsanız AKP’den ne farkınız kalır? Kaldı ki dinciliğin çıkarımlarının ulaştığı noktada ne Türkçe’nin ne Türk Bayrağı’nın ne de Türk millî egemenliğinin bir önemi vardır. MHP kitlelerin ümidini bağladığı bir partidir, daha dikkatli olmalı.