Hakikaten nedir?.
Tarihi bir asrı bulan, Türkiye Cumhuriyet kurulduğunda bile çoktan var olan, Türkiye’nin en eski sivil toplum örgütlerinden biri… Kelimenin tam anlamıyla sivil bir şekilde kurulmuş ve kadınlı erkekli ilk karışık toplantıyı düzenleyerek Türk modernleşmesinde ciddi bir adım atmış bir dernek…
Kurucularının ailelerinin mal varlığını, eşlerinin ziynetlerini hibe ederek her bir taşını yerine koydukları, temelinden çatısına kadar helal bir emeğin ürünü mukaddes bir teşekkül…
İnsanlar ancak sonuna kadar haklı olduklarına yürekten inandıklarında gösterebilecekleri bir fedakârlıkla sürdürülmüş bir gelenek…
Ankara’nın eski fotoğraflarına bakanlar bilirler. Türk Ocağı ve çağdaşı binalar yapıldığında Ankara tam bir bozkır görünümünde… Yani İstanbul’un dağdağasından, şöhretinden, cümbüşünden eser taşımayan yoksul bir kasabanın orta yerine o güzelim bina bahsettiğimiz fedakârlıklarla dikiliyor…
Bu, ciddi bir entelektüel birikimin ve en önemlisi çok sağlam bir ahlâkî duruşun tecessüm edişidir.
Zaten o yüzden cumhuriyetin kuruluşunda ciddi bir ağırlık merkezi olabilmiştir. Onu yurt genelinde yüz yirmi altı şubeye ulaştıran da budur. Daha sonra mal varlığı Halk Evleri’ne devredilmiş ve fakat Halk Evleri onlun yürüttüğü misyonu sürdürememiş, onun cazibesine de ulaşamamıştır.
Bunun en büyük sebebi halkın, Türk Ocakları’nın kuruluşundaki ahlâkî temelleri kendisine yakın bulması, onun tavrının, kendi ruh halinin bir aksi sedası olduğunu hissetmesidir. Oysa Halk Evleri tamamen emir ile kurulan ve kendisine devam emredilmiş bürokratik, kuru ve geleneğe yabancı bir oluşum olarak kuruyup gitmiştir. Halkın öz sesini yansıtması Türk Ocakları’nın siyasi bir tehdit gibi algılanmasına yol açmış ve bu korku daha sonra da bilhassa sağ hükûmetlerce ocağa sayısız baskıların yapılmasına yol açmıştır.
Çünkü siyaset, Türk Ocakları’nın sahip olduğu idealizmle baş edemeyeceğini anlamıştır: Ocağın genel entelektüel duruşu, hak bildiğini telaffuz etmesi geleneği iktidarlarca asla hoş karşılanmamıştır.
Bu gelenek ne yazık ki son on beş yıldır bozulmuştur.
Ocak, entelektüeli yaratan malumat birikimi geleneğinden koptuğu gibi onun asıl ruhunu oluşturan hakka doğru yürümek geleneğinden de kopmuştur.
Ama bu bir sonuçtur. Bu sonuca nasıl gelinmiştir? Önemli olan budur.
Bunun kanaatimce en büyük sebebi köylülük veya taşralılıktır.
Türk Ocaklarını kuranların tamamı, geleneği bilen, önemseyen, gelenek içinde modernleşmeyi hedef edinmiş, milliyetçi, şehirli insanlardı.
Dolayısıyla bilgiye ulaşmak, kendini yetiştirmek, kendini yetiştirdikten sonra geriden gelenleri olgunlaştırmak için ne yapılacağını bilen insanlardı.
Daha önceki bir yazımda bahsettiğim siyasi genişleme , yayılma çabası, milliyetçi camiadaki bu sabır isteyen ameliyenin bozulmasına, kesilmesine ve işlerin tamamen sloganlarla yürütülmesine yol açmıştır.
Geleneğin bozulması asıl büyük zararı ahlâkî kanaatlerin çarpıtılması ile kendisini göstermiştir.
Çünkü bir zarar vermemek iradesi olarak ahlâk rehberliğinde, güce ve iktidara karşı hakkı savunmak tutumu maalesef son on beş yıldır Türk Ocakları’nda artık ortadan kalkmıştır.
Taşralılıktan sıyrılamayan, kurulmuş her şeyin yoktan var olduğunu sanan ve bundaki emeğin, fikrî cehdin gayet uzağında kalmış insanların sayısının gitgide artması devralınan mirasın hızla erimesine yol açmıştır.
Taşralılığın veya köylülüğün en büyük zaafı, hayatı asgari ihtiyaçları gidermek dışında bir amaç taşımamış bir köylünün, mimarî, edebiyat, plastik sanatlar, elektronik vs gibi işlerdeki emeği idrak edememesidir.
Hayatını sürdürmeye yetecek kadar tarhanası, yumurtası, sütü olan, başını sokacağı bir dam altı dışında bir arzusu ve ideali bulunmayan bir insanın önüne koyduğunuz hiçbir edebî eser, onun için hemen hemen hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Zaten sosyalist kampın en büyük istismar kapısı da bu idrak eksikliğidir. Onlar bu eksikliği ideal ve arzulanır bir şey gibi göstererek bütün fikrî faaliyetleri, soyut değerleri yok etmek vahşetini böylece meşrulaştırmak isterler…
Ne yazık ki bu idrak eksikliği, ironik şekilde, Türk siyasi milliyetçiliğinin de pek idealize ettiği bir durum olarak süregelmiştir.
Dolayısıyla şehirli ve cidden modern kurucu babalarından sonra Türk Ocakları’nı devralan nesillerin en büyük eksikliği de neyi devraldıklarına dair daha sonraları yok olmak ölçüsüne gelen genel malumat,entelektüel tutum ve medeni tavırdır…
Bu konuda Merhum Galip Erdem Türk Ocakları’nın, etki sahibi son büyük temsilcisidir. Ondan sonraki iyi niyetli çabaların hiç biri, bu taşralılığı ve onun sığ iktidar kaygılarını aşacak bir netice verememiştir.
Nitekim 1995 ve sonrasında, siyasetin dümen suyunda yürütülen faaliyetler ve değişen zihniyetle Türk Ocakları ciddi hükûmet yardımları almış ve artık eskiden olduğu gibi tehdit veya rakip olarak algılanmamaya başlanmıştır.
Son on beş yıldır Türk Ocakları hoyrat bir mirasyediliğin elinde kıvranmaktadır ve maalesef o miras biteli çok olmuştur.
O miras, emaneti, bayrağı, kendinden sonrakilere gönül huzuru ile devredebilenlerin, kendinden sonrakilerin bir kelime fazla bildiğinden emin olmanın gururu ile istirahate çekilenlerin, aslolanın iktidar değil, mirası arttırmak olduğunu bilenlerin birikimiydi.
Oysa son on beş yıldır gerek Türkiye’de gerekse Türk Dünyası’ndaki gelişmelerle ilgili Türk Ocakları’nın hiçbir dikkat çekici, ses getirici beyanının ve daha kötüsü ahlâkî bir duruşunun olmadığını görmek, bilhassa ömrünün yirmi yılında Ocaklı olmuş bir nesil için dehşet vericidir.
Türk Ocakları, geçmişin mirasının entelektüel/ ahlâkî yönünü takdir etmekten aciz, bu mirasın ilelebet tüketilebileceğini ve bütün meselenin iktidar olmak odluğunu sanan bir kesimin sultasına girmiştir.
Bu mirasyedi tutum, bu iktidar düşkünlüğü, hakkın telaffuz edilmesi geleneğinin önüne geçmiştir. Hayatı asgari/zaruri ihtiyaçların giderilmesi dışında bir gaye içermeyen bir zihniyetin ahlâk geliştirememesindeki en büyük etken “korkudur”. Türk Ocakları’nda son on beş yıldır asıl iktidarda olan da bu korkudur.
Bu, taşralılığın ilk aşamalarında hayati araçları kaybetmek korkusuyken şehirleşme ile beraber, işi, ikbali ve sonrasında iktidarı kaybetmek korkusuna dönüşmüştür.
Nitekim kendi kongresini, kendi genel merkezinde değil de bir başka derneğin salonunda sığıntı şeklinde yapmanın da altında bu korku yatmaktadır.
Keza kongrenin ciddi ve geniş bir polis baskısı altında adeta bir parti kongresi havasında yapılması da Ocağın kuruluş mantığı ve ahlâkıyla bağdaşmayan bir tutum olarak insanları irkiltmiştir.
Salona alınacak delegeler ve katılımcıların, ocak yönetiminin izniyle belirlenmesi sözde kuralına rağmen, üye olup olmadıkları bile belli olmayan yüzlerce gencin salona doldurulmuş olması da insana siyasî parti kongrelerindeki entrikaları hatırlatmıştır.
Bu örnekler, ocağın genel zihniyet değişiminin ne noktalara vardığını göstermek için verilmiştir.
Çünkü taşralılığın veya köylülüğü, kapalı toplum yapısından kaynaklanan “farklı olandan korkmak” tepkisi, anlaşıldığı kadarıyla kongreye damgasını vurmuştur.
Ellerindeki bütün varlıkları fikirleri olan bir avuç insana, yönetimin, hükûmet destekli olduğu anlaşılan bir güçle karşı çıkması bu korku psikolojisinin bir tezahürüdür.
Son Türk Ocakları Kongresi’nde karşılaştığımız şey ne alternatif listelerle yürütülen bir iktidar kavgası ne ihanet ne de nankörlüktür. Bu, şehirli mirasın, entelektüel tutumuyla, ahlâki kaygılarıyla ve bilgi birikimiyle, taşralılığın karşısına dikilmesidir.Bu, ahlâkın, korkuya galebe çalmasıdır!
Nitekim yönetimin fevkalâde baskılarına ve ayartma teşebbüslerine rağmen, alternatif listenin delege oylarının yüzde yirmi beşine ulaşması, yani genel merkezin elindeki maddi imkânların hiçbirine sahip olmayan beş kahraman idealistin bu teveccühe mazhar olması Türk Ocakları’ndaki taşralı eyyamcılığının ne kadar eğreti olduğunun bir delilidir.
Bir derneği, iktidarlara hoş gelecek şekilde, ılımlı ve belirsiz beyanlarla idare etmekle o derneğin entelektüel/ahlâkî misyonunu ve geleneğini sürdürmek aynı anda yapılabilecek işler değildir.
Balgat’taki muhteşem bina görenleri hayrete düşürmektedir. Gelin görün ki içinde ne o ihtişamı dolduracak, geleneğin getirdiği hakkı telaffuz eden konferanslar yankılanmakta, ne resim sergileri açılmakta ve ne konserler düzenlenmektedir. Ne de ecdadının şeref ve cesaret hikâyeleriyle mağrur gençlerin sesleri duyulmaktadır.
Bugün yapmamız gereken şey, binalar dikmek, gösterişli beyanlar vermek, kadınları ikinci sınıf organizasyonlarda zapt etmek değil, doğrunun yanlıştan ayrılabileceğini, güç sahiplerine karşı telaffuz edebilmektir. Türk Ocakları’nın asıl mirası budur! Türk Ocakları budur!
6 yorum:
Afşar kardeşim bu tepitlerine bir ilave de ben yapmak istiyorum. Türk Ocaklarının tarihinde ki en önemli olay 1969 senesinde Rahmetli Şehidimiz Dursun Önkuzu'nun katlini protesto eden genç Türk Ocaklıların Genel Merkez binasını işgal etmeleri ve bu işgalin polis baskını ile sona erdirilerek binaya hükümetçe el konulmasıdır. Bu olay sonrasında elit ve şehirli bir fikir hareketi olan Türkçülük ve Milliyetçilik sokağa ve siyaset yoluyla geniş toplum kitlelerine yayılarak avamlaşmıştır. Ben bu operasyonun, komunizm ile mücadele için aktif ve dinamik güç arayan devletin milli hassasiyeti yüksek gençleri elitlerin kontrolünden çıkarma operasyonu olduğunu düşünüyorum. Dahası o gün binanın kaybedilmesi için gerekli operasyonda rol alan gençlerin, bugün Ocak yöentiminde olmaları da manidardır...
Erdal Abi, inanılmaz ince bir tespit bence.. Aklına sağlık! Üzerinde ciddi şekilde düşünülmeli. Sağolasın!
Sağol.Eline sağlık.Yüreğim soğudu.
Vakit ayırıp okuduğunuz için ben de teşekkür ederim Selcen Hanım..
Selam gençler...
Hatta çoluk çocuklar... Her ne kadar yaşınız çoktan kırkı geçmişse de... İki satır yazı yazmazsınız ama eleştirmeye geldi mi kimsenin gözünün yaşına bakmaz, mangalda da kül bırakmazsınız.
Değerli kardeşim ben bu köylüleşme tespitine katılmıyorum. Zira bu kadar hileyi hurdayı, fitneyi fesatı köylüler akledemez. Bu yaşlı kuşak komitacılık günlerinin hatıralarını canlı tutan kentli hatta kentsoylu insanlardan oluşuyor. Şimdi gençler kazandı diyelim peki bu ihtiyarlar nereye gidecek? Kahveye mi gidip oturacaklar. Kütüphaneye zaten gitmezler. Evde oturamazlar. Bu ihtiyarlara anlayış göstermek lazım, "emekli subay" sendromuna girmekten korkuyorlar. Bu nedenle de koltuklarına kendileri japonluyorlar. Eğer rakip aday ihtiyarlar için, oturup çay içecekleri bir lokal, bir kültür merkezi sözü verseydi kendi elleriyle Ocağı gençlere bırakır bir de hayır dua ederlerdi.
Ama yüzde 25 ciddi bir oran bir dahaki seçimde tası tarağı toplar giderler. İşte o zaman ben aday olsam dedelere bir Huzur Evi yaptırmayı vaadederdim. :)
Tükânın yazarlarından Taubars Hoca'm da gelmiş!
"Hangi dağda kurt öldü?" diyeceğim zaten köklerini kutttuk mübarek hayvanların...
Hoşgelmişsen!
Hocam, bilisen, eskiden bir köyden cenderme olanlar komşu köylere eziyet edermiş...
Yani insnaın "Masum değiliz, hiç birimiz!" diyesi geliyor Hz. Sezen Aksu gibi...
Süper bir keşifle çıktın ortaya... Bunu neden daha önce söylemedin? Cidden soruyorum. kahvaltıya çağırıyorlar gene yazarım :)
Yorum Gönder