Günümüz tartışma yönteminin en yıkıcı yanı, hükümleri küçümsemesi.
Halbuki her eylem bir fikrî sonuçtur.
Çünkü bir akıl yürütmenin sonunda ulaşılan tercihlere göre gerçekleştirilir.
Çünkü insan aynı anda iki farklı yerde olamaz.
Bu durumda, ilk olarak “en fazlayı” getiren tercihler arasında bir seçim yaptıktan sonra, bu tercihler arasında da kendi değer ve normlar takımına göre ikinci bir eleme yapar ve o an için bu iki aşamada kendine en uygun görüneni hayata geçirir. Yani dünyaya, bu iki aşamayı geçmiş fikir takımının etki etmesini arzuladığını göstermiş olur.
Bu yüzdendir ki sonuç olan eylemleri yargılarken, bu sonucun bir taksir mi yoksa bir tercih mi olduğunu anlamaya çalışırız.
Yanlış bir akıl yürütmeyle ulaşılan yanlış sonuç, umulanla bulunanın birbirini karşılamadığı bir sonuçtur ki bu sonuç başkalarına zarar verdiğinde ona taksir deriz.
Kasıtta ise fayda- değer/norm elemelerinden en az biri, istenerek çarpıtılmıştır.
Kurallara uyulma beklentisiyle trafiğe çıkan ve kurallara uyan bir sürücünün kazasına bu yüzden “suç” diyemeyiz.
Halbuki alkollü olarak trafiğe çıkan bir sürücü ilk olarak kendi fayda elemesine kasıtlı olarak karşı gelmiş, sinir sisteminin zayıflayacağını ve bunun zarar ihtimalini arttıracağını açıkça bilerek trafiğe çıkmıştır ki zaten bundan dolayı alkollü araç kullanmak bir taksir değil, bir suçtur.
Davranışları yargılamamız bu yüzden aynı zamanda onları yöneten fikrî süreçler üzerinde de kafa yormamız anlamına gelir.
İnsanın akıl yürüterek eyleme geçmesi her zaman doğru olanı yapacağı anlamına gelmez. Çünkü akıl yürütme “en doğruya yöneltilmiş bir otomatik pilot” olmadığı gibi aynı anda herkes için geçerli bir tek “ en fazla fayda” durumu yoktur. “ Doğrunun birden fazla olduğu, tek bir doğrunun olmadığı” yanlış kanaati da bu durumdan ortaya çıkmaktadır.
Burada “yanlışa mecbur edilmek” veya “kasıtlı şekilde yanlış davranma” seçeneklerini bir tarafa bırakarak akıl yürütmeme devam edeceğim.
Oysa ilk olarak kişinin “içinde bulunduğu duruma göre” belirlediği “en fazla fayda” tercihi, o anın eşsizliğinden dolayı başka şartlar ve tercihlerle mukayese edilemez.
Bir de bunun yanında insan, bir âna dair bütün bilgileri idrak etmek kabiliyetine sahip değildir.
Bundan dolayı, başkalarına etki eden fiillerimizde, “zarar vermemek iradesi” ile ( ahlâkla) kayıtlı olmak şartı gözetildiğinde, zararın ortaya çıkması hali, suç değil de “taksir” olarak nitelenir.
Eylemlerin yargılanabilir olması bundan dolayı fikirlerin de tartışılabilir, yani doğrulukları, geçerlilikleri veya meşruiyetleri hakkında nihai bir hükme varılabilir olduğu anlamına gelir.
Dolu bir silâhı bir insana doğrultan insan, silâhın öldürme potansiyelini biliyorsa, ya aklî muhakemesinin kökten bozuk olduğuna veya adam öldürmeye teşebbüs ettiğine karar veririz. Bunu canını korumak için yaptığında ise hiçkimse, yaptığı işin yanlış olduğuna hükmetmeyecektir. Çünkü hayatta kalmak, tartışılabilir, doğruluğu belirsiz bir eylem değildir. Hayatta kalmak, başkaların hayatta kalmasına saygı göstermek kaydıyla herkesin tartışmasız bir menfaatidir(hak).
Görüldüğü gibi duruma dair yeterli miktardaki bilgiye sahip akıl yürütebilen bir insanın akıl yürütmeden bağımsız bir eylem tercihi söz konusu olamaz.
O halde felsefî tartışmalar bütünüyle anlamsız olabilir mi?
İnsan aslında düşünmediğini yapan, akıl etmediğini seçen bir canlıysa fikrî inşa olarak felsefe gereksiz bir iş midir?
İnsan otomatik davranışlar göstermeyen bir canlı olduğundan dolayıdır ki en başta verdiğimiz , kendisi için fayda ve başkaları için zararsızlık ilkeleri üzerinde meydana gelmiş genel bir mutabakat ile toplumlaşabilir.
Bundan dolayı bir fikri tartışırken onun bu iki ilkenin de geçerlilik testinden geçip geçmediğine daima bakarız.
Çünkü o fikrin hayata geçirilmesi tercih edildiğinde bunun bir takım kaçınılmaz muhtemel sonuçları olacağını mutlaka biliriz.
Mülkiyetin kolektifleştirilmesi ( özel bir mülkiyet türünün kolektifleştirilmesi ila özde arasında bir fark yoktur) fikri ortaya atıldığında meselâ söylenen şey şudur:
“ Mülkiyet fert için bir fayda olabilir ama başkalarına zarar vermemek kaydına uymadığından zararlıdır ve paylaştırılmalıdır, ortaklaştırılmalıdır. Dolayısıyla bireye özgü mülkiyet, zararından dolayı yok edilmelidir.”
Bu genel kanaati “ Mülkiyetin bireyin kendisine de zararlı olduğu” fikri ile de değiştirebiliriz, sonuç değişmeyecektir.
Bu sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünde dahi yapılan şey, bunun sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünü düşünmektir. Çünkü bu aynı zamanda “hayata geçirilmesi gereken”, “ tercihe dilmesi gereken bir eylem” olarak ileri sürülmektedir.
Bu fikri ileri süren kişi yerine getirebilmek iktidarına ulaştığında, bireylerin mülkiyetini ortadan kaldırarak “doğru olduğunu” düşündüğü şeyi hayata geçireceğini beyan etmektedir.
(Zaten sosyal demokrasi denen siyaset de bunun gerçekleştirilmesi için halk oyunun kullanılmasını istemekten başka bir şey değildir.)
O halde bu fikrin hem fayda hem de zararsızlık ilkelerine göre testinin yapılması, bu testlerden geçemiyorsa, uygulanmasına izin verilmemesi işin tabiatı icabıdır.
Öncelikle mülkiyetin ferdin faydasına olduğu konusunda mutabık kalınmıştır. Sorun bu faydanın, başkalarının zararına olup olmadığının sınanmasıdır.
Mülkiyetle ilgili kolektivist düşüncenin çarpıklığı, "her bir fert” gözüne alınarak keşfedilmiş fayda fikrinin gene herkes için keşfedilmiş bir zarar vermemek iradesi kaydı ile sınırlandığı için ferdin yararına olduğu gerçeğini tam kavrayamamasıdır. Eğer bir durum her bir fert için ayrımsız ve daima geçerli bir menfaat ise o, herkes için bir “haktır”.
Eğer bunun tersinin de doğru olabileceği düşünülüyor ve dolayısıyla doğrunun objektif olarak tespitinin mümkün olmadığı savunuluyorsa, gene meselâ mülkiyetin fert için yararsız ve toplum için de zararlı olduğunu gösterebilmemiz gerekir.
Bu durumda iki çatışan yarar durumundan bahsediyoruz demektir: Ferdin yararı ve toplumun yararı. Bir çelişme var olduğuna göre, bu durumlardan birinin var olmaması gerekir ki çelişki ortadan kalksın.
Şu söylenebilir: “Ferdin kendisi için yararlı bulduğu şey, toplum için zararlı olabilir. Bu durumda toplumun faydasının düşünülmesi herkes için geçerli ve adil bir uygulama olacaktır.”
Bu durumda fert için faydanın kayıt ve şart sınırlamalarının ne olması gerektiğine dair hiçbir şey söylenmediği, zulada kalmış bir kaçak soru olarak gözden yitirilir.
Ferdin faydası ile toplumun faydasının ne zaman çatışmaya başlayacağı sorusu bu kayıt ve şart ortaya konulmaksızın cevaplanamaz.
Mülkiyetin herkes için bir gereklilik olması tam da kolektivistlerin ortak yaşama müdafaasından beslenen bir durumdur.
Çünkü “ortaklık” kurabilmek için öncelikle “fayda” konusunda bir uyuma ve sonra ortak değerlere ve normlara kısacası ortak bir anlam dünyasına sahip olunmalıdır. Eğer böyle olmasaydı insanlar bir araya gelerek yaşayamazdı.
Aslında şu anda bu akıl yürütmeyi hepimizin anladığı kelimelerle yapıyor olmak bile ortak bir anlam dünyasına eğilimli olduğumuzun bir delilidir. İşte “doğrunun olmadığını” iddia edenler kelimelerin anlamlarını çarpıtarak bu anlam beraberliğini, müşterekini bozmaya çalışırlar.
Bir kere insanların “ortak anlam dağarcığını” yıkarsanız belki onun yerine istediğinizi koyabileceğinizi sanırsınız ama bunun için neden güç kullanmak gerektiğini bir türlü kavrayamazsınız.
Sizin “anlamsız”, “sadece kelimelerden ibaret kabul ettiğiniz her kural, arkasında ferdin fayda kabulü ve zararsızlık iradesi olmaksızın hiç kimseyi harekete geçiremeyen talimatlar, emirler haline gelir. Tam da bu noktada belirtmeliyim ki pozitif hukukun zaafı, yasama yoluyla yaratılan kuralların, insanların kendi kullandıkları kurallardan daha teşvik edici veya caydırıcı olacağı yanılgısıdır.
Kollektivist okul, kayıt ve şart bağlamı asla belirlenmemiş bir “dayanışma” söylemi altında kütleleri kendine çekmek ister.
Nitekim burada “Doğrunun aslında olmadığını” söyleyen ve her şeyi her yerden görecelikle değerlendirip hüküm noktasından kaçmaya çalışan kolektivist okulun kendisinin de bir “iyilik hükmüne” vardığını görmeden edemiyoruz. Nitekim kolektivizm dahi kendini haklılaştırmaya, meşruiyet yargısına ihtiyaç duyar!
Bundan dolayı o da tartışılmaktan ve yargılanmaktan kaçamaz.
Eğer “yargılamak” gereksiz ise o halde dünyada iyilikte, kötülükten, haklılıktan, haksızlıktan bahsetmeye hiç gerek yoktur. Çünkü zaten bunların hiç biri var olmamalıdır ki yaptığımız iş gereksiz olsun. Eğer öyle bir dünyada yaşamamız mümkün kılacak şeyleri hayal etmeye çalışırsak çılgınlığın ateşinin dünyayı nasıl yakacağını da herhalde hayal edebiliriz.
Halbuki her eylem bir fikrî sonuçtur.
Çünkü bir akıl yürütmenin sonunda ulaşılan tercihlere göre gerçekleştirilir.
Çünkü insan aynı anda iki farklı yerde olamaz.
Bu durumda, ilk olarak “en fazlayı” getiren tercihler arasında bir seçim yaptıktan sonra, bu tercihler arasında da kendi değer ve normlar takımına göre ikinci bir eleme yapar ve o an için bu iki aşamada kendine en uygun görüneni hayata geçirir. Yani dünyaya, bu iki aşamayı geçmiş fikir takımının etki etmesini arzuladığını göstermiş olur.
Bu yüzdendir ki sonuç olan eylemleri yargılarken, bu sonucun bir taksir mi yoksa bir tercih mi olduğunu anlamaya çalışırız.
Yanlış bir akıl yürütmeyle ulaşılan yanlış sonuç, umulanla bulunanın birbirini karşılamadığı bir sonuçtur ki bu sonuç başkalarına zarar verdiğinde ona taksir deriz.
Kasıtta ise fayda- değer/norm elemelerinden en az biri, istenerek çarpıtılmıştır.
Kurallara uyulma beklentisiyle trafiğe çıkan ve kurallara uyan bir sürücünün kazasına bu yüzden “suç” diyemeyiz.
Halbuki alkollü olarak trafiğe çıkan bir sürücü ilk olarak kendi fayda elemesine kasıtlı olarak karşı gelmiş, sinir sisteminin zayıflayacağını ve bunun zarar ihtimalini arttıracağını açıkça bilerek trafiğe çıkmıştır ki zaten bundan dolayı alkollü araç kullanmak bir taksir değil, bir suçtur.
Davranışları yargılamamız bu yüzden aynı zamanda onları yöneten fikrî süreçler üzerinde de kafa yormamız anlamına gelir.
İnsanın akıl yürüterek eyleme geçmesi her zaman doğru olanı yapacağı anlamına gelmez. Çünkü akıl yürütme “en doğruya yöneltilmiş bir otomatik pilot” olmadığı gibi aynı anda herkes için geçerli bir tek “ en fazla fayda” durumu yoktur. “ Doğrunun birden fazla olduğu, tek bir doğrunun olmadığı” yanlış kanaati da bu durumdan ortaya çıkmaktadır.
Burada “yanlışa mecbur edilmek” veya “kasıtlı şekilde yanlış davranma” seçeneklerini bir tarafa bırakarak akıl yürütmeme devam edeceğim.
Oysa ilk olarak kişinin “içinde bulunduğu duruma göre” belirlediği “en fazla fayda” tercihi, o anın eşsizliğinden dolayı başka şartlar ve tercihlerle mukayese edilemez.
Bir de bunun yanında insan, bir âna dair bütün bilgileri idrak etmek kabiliyetine sahip değildir.
Bundan dolayı, başkalarına etki eden fiillerimizde, “zarar vermemek iradesi” ile ( ahlâkla) kayıtlı olmak şartı gözetildiğinde, zararın ortaya çıkması hali, suç değil de “taksir” olarak nitelenir.
Eylemlerin yargılanabilir olması bundan dolayı fikirlerin de tartışılabilir, yani doğrulukları, geçerlilikleri veya meşruiyetleri hakkında nihai bir hükme varılabilir olduğu anlamına gelir.
Dolu bir silâhı bir insana doğrultan insan, silâhın öldürme potansiyelini biliyorsa, ya aklî muhakemesinin kökten bozuk olduğuna veya adam öldürmeye teşebbüs ettiğine karar veririz. Bunu canını korumak için yaptığında ise hiçkimse, yaptığı işin yanlış olduğuna hükmetmeyecektir. Çünkü hayatta kalmak, tartışılabilir, doğruluğu belirsiz bir eylem değildir. Hayatta kalmak, başkaların hayatta kalmasına saygı göstermek kaydıyla herkesin tartışmasız bir menfaatidir(hak).
Görüldüğü gibi duruma dair yeterli miktardaki bilgiye sahip akıl yürütebilen bir insanın akıl yürütmeden bağımsız bir eylem tercihi söz konusu olamaz.
O halde felsefî tartışmalar bütünüyle anlamsız olabilir mi?
İnsan aslında düşünmediğini yapan, akıl etmediğini seçen bir canlıysa fikrî inşa olarak felsefe gereksiz bir iş midir?
İnsan otomatik davranışlar göstermeyen bir canlı olduğundan dolayıdır ki en başta verdiğimiz , kendisi için fayda ve başkaları için zararsızlık ilkeleri üzerinde meydana gelmiş genel bir mutabakat ile toplumlaşabilir.
Bundan dolayı bir fikri tartışırken onun bu iki ilkenin de geçerlilik testinden geçip geçmediğine daima bakarız.
Çünkü o fikrin hayata geçirilmesi tercih edildiğinde bunun bir takım kaçınılmaz muhtemel sonuçları olacağını mutlaka biliriz.
Mülkiyetin kolektifleştirilmesi ( özel bir mülkiyet türünün kolektifleştirilmesi ila özde arasında bir fark yoktur) fikri ortaya atıldığında meselâ söylenen şey şudur:
“ Mülkiyet fert için bir fayda olabilir ama başkalarına zarar vermemek kaydına uymadığından zararlıdır ve paylaştırılmalıdır, ortaklaştırılmalıdır. Dolayısıyla bireye özgü mülkiyet, zararından dolayı yok edilmelidir.”
Bu genel kanaati “ Mülkiyetin bireyin kendisine de zararlı olduğu” fikri ile de değiştirebiliriz, sonuç değişmeyecektir.
Bu sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünde dahi yapılan şey, bunun sadece bir fikir olarak ileri sürüldüğünü düşünmektir. Çünkü bu aynı zamanda “hayata geçirilmesi gereken”, “ tercihe dilmesi gereken bir eylem” olarak ileri sürülmektedir.
Bu fikri ileri süren kişi yerine getirebilmek iktidarına ulaştığında, bireylerin mülkiyetini ortadan kaldırarak “doğru olduğunu” düşündüğü şeyi hayata geçireceğini beyan etmektedir.
(Zaten sosyal demokrasi denen siyaset de bunun gerçekleştirilmesi için halk oyunun kullanılmasını istemekten başka bir şey değildir.)
O halde bu fikrin hem fayda hem de zararsızlık ilkelerine göre testinin yapılması, bu testlerden geçemiyorsa, uygulanmasına izin verilmemesi işin tabiatı icabıdır.
Öncelikle mülkiyetin ferdin faydasına olduğu konusunda mutabık kalınmıştır. Sorun bu faydanın, başkalarının zararına olup olmadığının sınanmasıdır.
Mülkiyetle ilgili kolektivist düşüncenin çarpıklığı, "her bir fert” gözüne alınarak keşfedilmiş fayda fikrinin gene herkes için keşfedilmiş bir zarar vermemek iradesi kaydı ile sınırlandığı için ferdin yararına olduğu gerçeğini tam kavrayamamasıdır. Eğer bir durum her bir fert için ayrımsız ve daima geçerli bir menfaat ise o, herkes için bir “haktır”.
Eğer bunun tersinin de doğru olabileceği düşünülüyor ve dolayısıyla doğrunun objektif olarak tespitinin mümkün olmadığı savunuluyorsa, gene meselâ mülkiyetin fert için yararsız ve toplum için de zararlı olduğunu gösterebilmemiz gerekir.
Bu durumda iki çatışan yarar durumundan bahsediyoruz demektir: Ferdin yararı ve toplumun yararı. Bir çelişme var olduğuna göre, bu durumlardan birinin var olmaması gerekir ki çelişki ortadan kalksın.
Şu söylenebilir: “Ferdin kendisi için yararlı bulduğu şey, toplum için zararlı olabilir. Bu durumda toplumun faydasının düşünülmesi herkes için geçerli ve adil bir uygulama olacaktır.”
Bu durumda fert için faydanın kayıt ve şart sınırlamalarının ne olması gerektiğine dair hiçbir şey söylenmediği, zulada kalmış bir kaçak soru olarak gözden yitirilir.
Ferdin faydası ile toplumun faydasının ne zaman çatışmaya başlayacağı sorusu bu kayıt ve şart ortaya konulmaksızın cevaplanamaz.
Mülkiyetin herkes için bir gereklilik olması tam da kolektivistlerin ortak yaşama müdafaasından beslenen bir durumdur.
Çünkü “ortaklık” kurabilmek için öncelikle “fayda” konusunda bir uyuma ve sonra ortak değerlere ve normlara kısacası ortak bir anlam dünyasına sahip olunmalıdır. Eğer böyle olmasaydı insanlar bir araya gelerek yaşayamazdı.
Aslında şu anda bu akıl yürütmeyi hepimizin anladığı kelimelerle yapıyor olmak bile ortak bir anlam dünyasına eğilimli olduğumuzun bir delilidir. İşte “doğrunun olmadığını” iddia edenler kelimelerin anlamlarını çarpıtarak bu anlam beraberliğini, müşterekini bozmaya çalışırlar.
Bir kere insanların “ortak anlam dağarcığını” yıkarsanız belki onun yerine istediğinizi koyabileceğinizi sanırsınız ama bunun için neden güç kullanmak gerektiğini bir türlü kavrayamazsınız.
Sizin “anlamsız”, “sadece kelimelerden ibaret kabul ettiğiniz her kural, arkasında ferdin fayda kabulü ve zararsızlık iradesi olmaksızın hiç kimseyi harekete geçiremeyen talimatlar, emirler haline gelir. Tam da bu noktada belirtmeliyim ki pozitif hukukun zaafı, yasama yoluyla yaratılan kuralların, insanların kendi kullandıkları kurallardan daha teşvik edici veya caydırıcı olacağı yanılgısıdır.
Kollektivist okul, kayıt ve şart bağlamı asla belirlenmemiş bir “dayanışma” söylemi altında kütleleri kendine çekmek ister.
Nitekim burada “Doğrunun aslında olmadığını” söyleyen ve her şeyi her yerden görecelikle değerlendirip hüküm noktasından kaçmaya çalışan kolektivist okulun kendisinin de bir “iyilik hükmüne” vardığını görmeden edemiyoruz. Nitekim kolektivizm dahi kendini haklılaştırmaya, meşruiyet yargısına ihtiyaç duyar!
Bundan dolayı o da tartışılmaktan ve yargılanmaktan kaçamaz.
Eğer “yargılamak” gereksiz ise o halde dünyada iyilikte, kötülükten, haklılıktan, haksızlıktan bahsetmeye hiç gerek yoktur. Çünkü zaten bunların hiç biri var olmamalıdır ki yaptığımız iş gereksiz olsun. Eğer öyle bir dünyada yaşamamız mümkün kılacak şeyleri hayal etmeye çalışırsak çılgınlığın ateşinin dünyayı nasıl yakacağını da herhalde hayal edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder