Her şeyden evvel şunu belirtmem gerekiyor:
Milliyetçilik dünyevi problemlere cevap veren, bütüncül ve doktriner bir ideoloji değildir.
Türkiye’de siyasî kanadın onu bu hale getirmeye çalışması, başarısız olmuştur, çünkü bu gayret işin tabiatına aykırı idi.
Milliyetçiliğe itirazların bir kısmı da onun böyle bir ideoloji olduğu yanılgısını taşımaktadır.
Bir noktayı daha ne kadar hatırlatsak azdır:
“Milliyetçilik” milletleşmiş toplumlara aittir. Yani milletleşememiş toplumların sahip olduğu “mensubiyet şuurunun” milliyetçilik olarak adlandırılması yanlıştır. Çünkü eninde sonunda herkes içinde büyüdüğü toplumun değerlerine bir bağlılık gösterecektir. Ama bu bağlılığın, o toplumun sosyolojik karakterine, özel kültürel kodlarına şekillenen sonuçları ortaya çıkacaktır.
Ferdin dünyaya, diğer insanlara bakışında ilk etki, içinde doğduğu toplumdan gelir. Aile bu etkinin ilk aktarıcısıdır.
Milletleşmiş toplumlarının fertlerinin “mensubiyet şuuru” ile millet altı grupların ( kavim, kabile, aşiret vs.) fertlerinin mensubiyet şuurunun farklılaşmasının sebebi budur.
Bir millet, tarihin bir döneminde bir hukuk çatısı altında birleşerek benzeşmiş kavimler cem’idir.
Bu benzeşmede, birleşmeyi siyasi olarak sağlamış kavmin siyasi gücü, kültürel olarak gelişmiş olanın ağırlığı gibi çekim etkileri söz konusudur. Önemli olan şey o kavimlerin hukuk ihtiyacı için birleşmiş olmalarıdır. Milletin bu tanımında, örften, yazılı hukuka geçişin başlangıcını da görürüz.
Milletleşme, tanıdık, akrabalık ilişkileri açıklanabilen ,insanların oluşturduğu kapalı toplumdan, kan bağının artık belirleyici olmadığı, çok daha büyük sayıda insanı bağlayacak genel kurallara ihtiyaç duyulan büyük ve Popper’ın deyimiyle “açık” topluma doğru gidişin doğal bir sonucudur.
İşte demokrasiyi “farklılıkların” beraberliği olarak empoze edenlerin en büyük eksikliği o farklılıkların “değişmeksizin” bir arada bulunmadığı, bu bir arada bulunma sonucu, bir kültürel çekim merkezi etrafında, bir ortak değerler şemsiyesi altında mutlaka birbirine benzeşmeye doğru gittikleridir.
Amerikan uluslaşması bunun güncel örneğidir. ABD, farklı kavimlerin ve hatta ırkların bir arada bulunduğu, liberal değerler ve Anglosakson kültürü etrafında benzeştiği bir ülkedir. Amerikalı’lar bu durumla iftihar etmekte ve Amerikalılığın sadece bir vatandaşlık meselesi değil, doğrudan doğruya bir değerler manzumesi olduğunu sürekli ifade etmektedirler. Bundan dolayı ABD’de hükümetin, paylaşılan değerlere aykırı politikalarını eleştirmek Amerikalı olmanın bir icabı sayılmaktadır. Herhalde ABD’de olduğu kadar pek az ülkede hükûmetler sivil muhalefetle bu kadar sık karşılaşmaktadır.
O halde milletleşmemiş toplumların mensubiyet “bilinçlerini” nasıl değerlendirmek icap eder?
İnsan kendisini daima bir topluluğa mensup hisseder. Zaten soy bağlılığı, aynı kanı taşıdıklarımıza duyduğumuz muhabbet de bunun en güzel delilidir.
Milletleşememiş toplumlarda, bu mensubiyet bilinci, daha ziyade bir “his” mesabesindedir. Günümüzde yapılan “etnik milliyetçilik” diye adlandırılan şey de bu hissin, bilinç haline getirilme çabasıdır. Ve bundan dolayı da akamete uğramaktadır.
Çünkü milletleşmiş bir toplumda mensubiyet bilincinin kaynağı ne kan bağı ve ırktır, ne dildir ne de siyasî yalıtılmışlık.
Milletleşmiş bir toplumda bunların hepsi, milletleşmenin içinde eriyip ortak soyut değerler takımına dahil edilmiş unsurlardır. Milletleşmiş bir toplumda hakkın korunması ihtiyacının karşılanması için oluşturulmuş büyük bir mutabakatın yarattığı beraberliğin başarısı sayesinde fertler, kendilerini büyük ve soyut bir varlığın mensubu olarak hissederler. Bu yüzden Türk, İngiliz, Rus, Alman, Amerikalı, Fransız vs dendiğinde ifade edilen şeylerle Kürt, Ermeni, Rum, Sırp, vs gibi toplumsal adların ifade ettikleri şeyler aynı değildir.
Birinciler bahsettiğimiz soyut değerler takımına bağlılıkla olgunlaşmış, ırken ve kültürel olarak heterojen beraberliklerken ikinciler kan bağı ve dilden gayrı bir müşterek değer taşımamaktadır.
Bundan dolayı ikincilerin bir devlet kurarak milletleşeceğini sananlar, devletin, çok sayıda ve bir ölçüde farklı kavimlerin hukuk ihtiyacı için kurulmuş yapısını bilmedikleri veya görmezden geldikleri için devletleşmenin neden birinciler için milletleşmeyi sağlayıp da ikincileri milletleştirmekte başarısız kalacağını anlayamamaktadırlar.
Bir kavme , kabileye, aşirete ait bir devlet, ancak bu kavmin, kabilenin veya aşiretin dünyadan yalıtılmasını sağlar. Yoksa ona milletleşmenin temeli olan “hukuk” bilinicini kazandıramaz. Çünkü hukuk en nihayetinde “başkasıyla” kurulan ilişkilerde “adil davranışın gözetilmesi” ideali ile yürütülür. Beraberlikleri bu ihtiyaca binaen oluşturulmuş millî toplumlarla, kan bağına ve dile göre oluşmuş toplumların devletleşmelerinin farkı buradan kaynaklanır.
Bir de şunu belirtmekte fayda vardır:
Milletin devletleşme vasıtasıyla oluşması, onu “devletin yarattığı veya icat ettiği” anlamına gelmez. Çünkü bu düşünce özünde devleti “icat edici bir tür üstün varlık” olarak kabul ederek en başta hatalıdır. Bunun yanı sıra devleti meydana getiren şeyin en nihayetinde fertlerin iradeleri olduğu unutulmamalıdır.
İşte bu sebepten devlet kuran kavim, kabile veya aşiretlerin kendiliğinden millet sayılması, millet haline gelmesi imkânsızdır. Çünkü kurduğumuz hiçbir devlet bize millet olmanın gerektirdiği soyut değerler takımını kendiliğinden ve dışarıdan vermez, veremez.
Bu farkları belirtmemin sebebi de şudur:
Ancak milletleşmiş toplumlarda mensubiyet bilinci milliyetçilik olarak ifade edilebilir.
Milletleşememiş toplumların mensubiyet şuurları ise “tanınanı, bilineni”, akrabayı korumaya yönelik bir basit ve maddî kıskançlık ve hırçınlıktan öteye gitmeyen, kavmiyetçilik, kabilecilik mesabesinde kalır.
Buraya kadar bahsettiğim milliyetçilikte başka toplumlara düşmanlıkla ilgili hiçbir gereklilikten bahsetmediğimi özellikle hatırlatmalıyım.
Bunu belirtmemin sebebi “kendini bir topluma mensup hissetmenin” başka toplumlara düşmanlığı gerektirmediğini anlatmaktır.
Bu konuda tarihe bakmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü tarih belirleyici ve âmir bir otomatizm değildir.
Çünkü toplumların adları her devirde onlar için aynı değerleri, aynı seviyede bir mensubiyet bilincini ifade etmemiştir.
Çünkü milletleşmeler farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. Meselâ Rus milletleşmesinde Petro’nun, mensubiyetin etrafında mayalanacağı soyut değerler takımı için Avrupa’ya müracaatı etkili olmuşken bundan asırlar önce Hun Hakanı Mete “Eli yay tutan bütün kavimleri Hun yaptım!” demiştir.
Bir diğer sebep milletleşmede ilerlendikçe, milletin kendi içindeki heterojenliğin yarattığı farklılık farkındalığının, diğer toplumlar için de bir model teşkil edebilmesi ihtimalidir.
Oysa bütün beraberlikleri kan bağına ve dile dayanan milletleşememiş toplumlarda, topluluk için farksızlık esas olduğundan, bu tip toplumların veya toplulukların kurdukları bürokratik otarşilerde, topluluk içi mikro farklılıkların dahi derhal yasaklanarak güçlü kabilenin veya aşiretin kültürünün dayatıldığını ve bu toplulukların da diğerleriyle ilişkilerinde temel güdünün “var olmak için savaşmak” olduğunu görürüz. En düşündürücü üç örnek: Kuzey Irak Kürt örgütlenmesi, Sırbistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimidir. Ve hatta Ermenistan ve İsrail’i de buna dahil etmek sanırım hiç yanlış olmaz.
Milliyetçilik bu açılardan, insani davranışlarımızın toplumsal yönü için bize ışık tutan, mensubiyetimizin soyut yanı ile bir fayda önceliği endeksi yaratmamızı sağlayan bir bilinçtir.
Bu açıdan o, ferde, faydayı kendisinden sonra ilkönce kimin için isteyeceğini belirlemekte ve aynı zamanda hayatta kalabilmek için öncelikle kime ait olan zararsızlık ilkesine bağlı kalacağı konusunda yol gösteren bir mensubiyet bilincidir.
Bu bilinç ancak, beraberliğinin temeli soyut değerler ve hukuk olduğu milletlerde bu şekilde gelişebilir. Çünkü beraberlikleri somut unsurlara dayalı toplumların en temelinde, somut unsurların paylaşımına dair ciddi çatışma ve kavga potansiyeline tesadüf ederiz. Kan davaları, kanlı arazi kavgaları gibi çatışmalara milletleşememiş toplumlarda rastlanması bu açıdan tesadüf değildir.
Milliyetçiliğin içerdiği “zararsızlık ilkesi”, milletleşmede ilerlendikçe, başka toplumlara da uygulanır ve bu, farklı milletlerin bir arada yaşayabilmesinin somut şartlarını da ortaya çıkarabilir.
Bu açıdan, hiçbir millî varlığa dayanmaksızın bir hümanist politika oluşturmanın ahlâk gereği olduğunu sanmak, ahlâkın içinde doğduğu toplumsal yapıların somut varlıklarını inkâr etmektir ki bu ancak “hamakat” olarak adlandırılabilir.
Bundan dolayı bir milletin kurduğu devletin bütün organları, faaliyetlerinde, önceliği kendilerini kuran milletin faydasını gözetmelidirler ve zaten dünyada da ilişkiler bu minvalde yürütülmektedir.
Millet içindeki zararsızlık ilkesinin uluslar arası ilişkilerde sürdürülmemesi milliyetçiliğin tabiatı gereği değildir. Bunun sebebi toplumsal değerlerin ve zararsızlık ilkesinin devlet örgütlenmesinin doğasındaki bürokratik sulta eğilimince çarpıtılmasındandır.
Milliyetçilik olmaksızın diğer toplumlarla ilişkilerinize neye göre yön vermeniz gerektiğini bilemezsiniz. Çünkü en nihayetinde her birimiz farklı şekillerde var olacağızdır ve bu farklılıkların var olabilmesi de ancak birbirimize saygı ile mümkündür. Milliyetçilik, başka milletlerin bizim varoluşumuza saygılı davranmaları gerektiğini hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Eğer bunun insanlığa aykırı olduğunu düşünüyorsanız ailenizin, dilinizin, tarihinizin, örfünüzün de hiçbir anlamı olmadığını söylüyorsunuzdur ki bunu taşıyan somut insanların bunlar olmaksızın yok olacağını anlayamıyorsunuz demektir. Acaba böyle bir düşünce insanlık için insanı yok etmek isteyen ideolojilerden ne kadar farklı olabilir?
Milliyetçilik dünyevi problemlere cevap veren, bütüncül ve doktriner bir ideoloji değildir.
Türkiye’de siyasî kanadın onu bu hale getirmeye çalışması, başarısız olmuştur, çünkü bu gayret işin tabiatına aykırı idi.
Milliyetçiliğe itirazların bir kısmı da onun böyle bir ideoloji olduğu yanılgısını taşımaktadır.
Bir noktayı daha ne kadar hatırlatsak azdır:
“Milliyetçilik” milletleşmiş toplumlara aittir. Yani milletleşememiş toplumların sahip olduğu “mensubiyet şuurunun” milliyetçilik olarak adlandırılması yanlıştır. Çünkü eninde sonunda herkes içinde büyüdüğü toplumun değerlerine bir bağlılık gösterecektir. Ama bu bağlılığın, o toplumun sosyolojik karakterine, özel kültürel kodlarına şekillenen sonuçları ortaya çıkacaktır.
Ferdin dünyaya, diğer insanlara bakışında ilk etki, içinde doğduğu toplumdan gelir. Aile bu etkinin ilk aktarıcısıdır.
Milletleşmiş toplumlarının fertlerinin “mensubiyet şuuru” ile millet altı grupların ( kavim, kabile, aşiret vs.) fertlerinin mensubiyet şuurunun farklılaşmasının sebebi budur.
Bir millet, tarihin bir döneminde bir hukuk çatısı altında birleşerek benzeşmiş kavimler cem’idir.
Bu benzeşmede, birleşmeyi siyasi olarak sağlamış kavmin siyasi gücü, kültürel olarak gelişmiş olanın ağırlığı gibi çekim etkileri söz konusudur. Önemli olan şey o kavimlerin hukuk ihtiyacı için birleşmiş olmalarıdır. Milletin bu tanımında, örften, yazılı hukuka geçişin başlangıcını da görürüz.
Milletleşme, tanıdık, akrabalık ilişkileri açıklanabilen ,insanların oluşturduğu kapalı toplumdan, kan bağının artık belirleyici olmadığı, çok daha büyük sayıda insanı bağlayacak genel kurallara ihtiyaç duyulan büyük ve Popper’ın deyimiyle “açık” topluma doğru gidişin doğal bir sonucudur.
İşte demokrasiyi “farklılıkların” beraberliği olarak empoze edenlerin en büyük eksikliği o farklılıkların “değişmeksizin” bir arada bulunmadığı, bu bir arada bulunma sonucu, bir kültürel çekim merkezi etrafında, bir ortak değerler şemsiyesi altında mutlaka birbirine benzeşmeye doğru gittikleridir.
Amerikan uluslaşması bunun güncel örneğidir. ABD, farklı kavimlerin ve hatta ırkların bir arada bulunduğu, liberal değerler ve Anglosakson kültürü etrafında benzeştiği bir ülkedir. Amerikalı’lar bu durumla iftihar etmekte ve Amerikalılığın sadece bir vatandaşlık meselesi değil, doğrudan doğruya bir değerler manzumesi olduğunu sürekli ifade etmektedirler. Bundan dolayı ABD’de hükümetin, paylaşılan değerlere aykırı politikalarını eleştirmek Amerikalı olmanın bir icabı sayılmaktadır. Herhalde ABD’de olduğu kadar pek az ülkede hükûmetler sivil muhalefetle bu kadar sık karşılaşmaktadır.
O halde milletleşmemiş toplumların mensubiyet “bilinçlerini” nasıl değerlendirmek icap eder?
İnsan kendisini daima bir topluluğa mensup hisseder. Zaten soy bağlılığı, aynı kanı taşıdıklarımıza duyduğumuz muhabbet de bunun en güzel delilidir.
Milletleşememiş toplumlarda, bu mensubiyet bilinci, daha ziyade bir “his” mesabesindedir. Günümüzde yapılan “etnik milliyetçilik” diye adlandırılan şey de bu hissin, bilinç haline getirilme çabasıdır. Ve bundan dolayı da akamete uğramaktadır.
Çünkü milletleşmiş bir toplumda mensubiyet bilincinin kaynağı ne kan bağı ve ırktır, ne dildir ne de siyasî yalıtılmışlık.
Milletleşmiş bir toplumda bunların hepsi, milletleşmenin içinde eriyip ortak soyut değerler takımına dahil edilmiş unsurlardır. Milletleşmiş bir toplumda hakkın korunması ihtiyacının karşılanması için oluşturulmuş büyük bir mutabakatın yarattığı beraberliğin başarısı sayesinde fertler, kendilerini büyük ve soyut bir varlığın mensubu olarak hissederler. Bu yüzden Türk, İngiliz, Rus, Alman, Amerikalı, Fransız vs dendiğinde ifade edilen şeylerle Kürt, Ermeni, Rum, Sırp, vs gibi toplumsal adların ifade ettikleri şeyler aynı değildir.
Birinciler bahsettiğimiz soyut değerler takımına bağlılıkla olgunlaşmış, ırken ve kültürel olarak heterojen beraberliklerken ikinciler kan bağı ve dilden gayrı bir müşterek değer taşımamaktadır.
Bundan dolayı ikincilerin bir devlet kurarak milletleşeceğini sananlar, devletin, çok sayıda ve bir ölçüde farklı kavimlerin hukuk ihtiyacı için kurulmuş yapısını bilmedikleri veya görmezden geldikleri için devletleşmenin neden birinciler için milletleşmeyi sağlayıp da ikincileri milletleştirmekte başarısız kalacağını anlayamamaktadırlar.
Bir kavme , kabileye, aşirete ait bir devlet, ancak bu kavmin, kabilenin veya aşiretin dünyadan yalıtılmasını sağlar. Yoksa ona milletleşmenin temeli olan “hukuk” bilinicini kazandıramaz. Çünkü hukuk en nihayetinde “başkasıyla” kurulan ilişkilerde “adil davranışın gözetilmesi” ideali ile yürütülür. Beraberlikleri bu ihtiyaca binaen oluşturulmuş millî toplumlarla, kan bağına ve dile göre oluşmuş toplumların devletleşmelerinin farkı buradan kaynaklanır.
Bir de şunu belirtmekte fayda vardır:
Milletin devletleşme vasıtasıyla oluşması, onu “devletin yarattığı veya icat ettiği” anlamına gelmez. Çünkü bu düşünce özünde devleti “icat edici bir tür üstün varlık” olarak kabul ederek en başta hatalıdır. Bunun yanı sıra devleti meydana getiren şeyin en nihayetinde fertlerin iradeleri olduğu unutulmamalıdır.
İşte bu sebepten devlet kuran kavim, kabile veya aşiretlerin kendiliğinden millet sayılması, millet haline gelmesi imkânsızdır. Çünkü kurduğumuz hiçbir devlet bize millet olmanın gerektirdiği soyut değerler takımını kendiliğinden ve dışarıdan vermez, veremez.
Bu farkları belirtmemin sebebi de şudur:
Ancak milletleşmiş toplumlarda mensubiyet bilinci milliyetçilik olarak ifade edilebilir.
Milletleşememiş toplumların mensubiyet şuurları ise “tanınanı, bilineni”, akrabayı korumaya yönelik bir basit ve maddî kıskançlık ve hırçınlıktan öteye gitmeyen, kavmiyetçilik, kabilecilik mesabesinde kalır.
Buraya kadar bahsettiğim milliyetçilikte başka toplumlara düşmanlıkla ilgili hiçbir gereklilikten bahsetmediğimi özellikle hatırlatmalıyım.
Bunu belirtmemin sebebi “kendini bir topluma mensup hissetmenin” başka toplumlara düşmanlığı gerektirmediğini anlatmaktır.
Bu konuda tarihe bakmak yanıltıcı olacaktır. Çünkü tarih belirleyici ve âmir bir otomatizm değildir.
Çünkü toplumların adları her devirde onlar için aynı değerleri, aynı seviyede bir mensubiyet bilincini ifade etmemiştir.
Çünkü milletleşmeler farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. Meselâ Rus milletleşmesinde Petro’nun, mensubiyetin etrafında mayalanacağı soyut değerler takımı için Avrupa’ya müracaatı etkili olmuşken bundan asırlar önce Hun Hakanı Mete “Eli yay tutan bütün kavimleri Hun yaptım!” demiştir.
Bir diğer sebep milletleşmede ilerlendikçe, milletin kendi içindeki heterojenliğin yarattığı farklılık farkındalığının, diğer toplumlar için de bir model teşkil edebilmesi ihtimalidir.
Oysa bütün beraberlikleri kan bağına ve dile dayanan milletleşememiş toplumlarda, topluluk için farksızlık esas olduğundan, bu tip toplumların veya toplulukların kurdukları bürokratik otarşilerde, topluluk içi mikro farklılıkların dahi derhal yasaklanarak güçlü kabilenin veya aşiretin kültürünün dayatıldığını ve bu toplulukların da diğerleriyle ilişkilerinde temel güdünün “var olmak için savaşmak” olduğunu görürüz. En düşündürücü üç örnek: Kuzey Irak Kürt örgütlenmesi, Sırbistan ve Güney Kıbrıs Rum kesimidir. Ve hatta Ermenistan ve İsrail’i de buna dahil etmek sanırım hiç yanlış olmaz.
Milliyetçilik bu açılardan, insani davranışlarımızın toplumsal yönü için bize ışık tutan, mensubiyetimizin soyut yanı ile bir fayda önceliği endeksi yaratmamızı sağlayan bir bilinçtir.
Bu açıdan o, ferde, faydayı kendisinden sonra ilkönce kimin için isteyeceğini belirlemekte ve aynı zamanda hayatta kalabilmek için öncelikle kime ait olan zararsızlık ilkesine bağlı kalacağı konusunda yol gösteren bir mensubiyet bilincidir.
Bu bilinç ancak, beraberliğinin temeli soyut değerler ve hukuk olduğu milletlerde bu şekilde gelişebilir. Çünkü beraberlikleri somut unsurlara dayalı toplumların en temelinde, somut unsurların paylaşımına dair ciddi çatışma ve kavga potansiyeline tesadüf ederiz. Kan davaları, kanlı arazi kavgaları gibi çatışmalara milletleşememiş toplumlarda rastlanması bu açıdan tesadüf değildir.
Milliyetçiliğin içerdiği “zararsızlık ilkesi”, milletleşmede ilerlendikçe, başka toplumlara da uygulanır ve bu, farklı milletlerin bir arada yaşayabilmesinin somut şartlarını da ortaya çıkarabilir.
Bu açıdan, hiçbir millî varlığa dayanmaksızın bir hümanist politika oluşturmanın ahlâk gereği olduğunu sanmak, ahlâkın içinde doğduğu toplumsal yapıların somut varlıklarını inkâr etmektir ki bu ancak “hamakat” olarak adlandırılabilir.
Bundan dolayı bir milletin kurduğu devletin bütün organları, faaliyetlerinde, önceliği kendilerini kuran milletin faydasını gözetmelidirler ve zaten dünyada da ilişkiler bu minvalde yürütülmektedir.
Millet içindeki zararsızlık ilkesinin uluslar arası ilişkilerde sürdürülmemesi milliyetçiliğin tabiatı gereği değildir. Bunun sebebi toplumsal değerlerin ve zararsızlık ilkesinin devlet örgütlenmesinin doğasındaki bürokratik sulta eğilimince çarpıtılmasındandır.
Milliyetçilik olmaksızın diğer toplumlarla ilişkilerinize neye göre yön vermeniz gerektiğini bilemezsiniz. Çünkü en nihayetinde her birimiz farklı şekillerde var olacağızdır ve bu farklılıkların var olabilmesi de ancak birbirimize saygı ile mümkündür. Milliyetçilik, başka milletlerin bizim varoluşumuza saygılı davranmaları gerektiğini hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Eğer bunun insanlığa aykırı olduğunu düşünüyorsanız ailenizin, dilinizin, tarihinizin, örfünüzün de hiçbir anlamı olmadığını söylüyorsunuzdur ki bunu taşıyan somut insanların bunlar olmaksızın yok olacağını anlayamıyorsunuz demektir. Acaba böyle bir düşünce insanlık için insanı yok etmek isteyen ideolojilerden ne kadar farklı olabilir?
5 yorum:
Bu konudaki düşüncelerim inanılmaz derecede benzer.Konuyu çok güzel formule etmişsin. seni tebrik ediyorum. Ayrıca notlarımın arasına alarak herkesle paylaşıyorum...
Bu yazıyı herkes okumalı...
Abi teşekkür ederim.Eksik olma... Milliyetçiler hukuka ve sosyolojik gerçeklere dayalı bir milliyetçilik argümanı geliştirmedikçe ciddiye alınmayacaklaırnı artık anlamalılar, bilmem bu konuda ne dersin?
Çok dolu,çok güzel bir yazı.Eline sağlık.Seninle gurur duyuyorum.Facede link çıkmıyor.Haberin olsun.
Teşekkürler, eksik olmayın Selcen Hanım. Tekrar kontrol edeceğim Facei...
Facebookta bağlantının verildiği sayfanın bağlantısı:
http://www.facebook.com/#!/notes/afsar-celik/neden-milletlesme-ve-milliyetcilik/428655228676
Yorum Gönder