27 Ocak 2010 Çarşamba

Emperyalizm Şeytanının Maskesini İndirmek

Türkiye’de son zamanlarda milliyetçileri de kendine çeken bir antiemperyalizm söylemi pek moda oldu. Bu söyleme göre Türkiye emperyalist güçlere karşı bir kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığına kavuşmuş bir eski sömürge memleketiymiş gibi görünüyor. İstiklâl Harbi’ni antiemperyalist bir savaş gibi göstermeye çalışanlar şunu unutuyorlar ki bağımsız olan eski sömürgelerin çoğu çok ciddi siyasi boşluklara düşmüşler, bürokratik teşkilâtlanmalarını oluşturamamışlar ya teokratik veya sosyalist derebeylikler haline gelmişlerdir. 

 Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan, devlet nedir bilmeyen bir aşiret toplumunun moderniteyi alt ederek hiç yoktan kurduğu bir devlet değildir. O, Osmanlı’nın her açıdan varisi olan, büyük Türk devlet geleneğinin devamı olan bir büyük Türk devletidir. Bu sebepten de Türk tarihinin sömürge karşıtı savaşlarla vb hiçbir alâkası yoktur. Bizim için öne sürülen antiemperyalist söylemin yanlışlığını böylece gösterdikten sonra kendi içimizdeki ideolojik tercihimizi nedense yönlendiren emperyalizm söyleminin hayatı açıklayıp açıklayamadığına bakmamızın zamanının gelip de geçtiğini artık bilmeliyiz. 

 Bilhassa sosyal devlet tabusunun Türkiye’de liberalizmin bir tercih olarak tartışılmasını peşinen engellediği bir hakikat... Bu tartışmayı engelleyen bir diğer önemli etken “yakınmacı tepkisellik” diyebileceğimiz dışa bakışımızdır. Bu bakış bilhassa siyasi milliyetçiliğin yegâne mesnedini oluşturur. Özetle “ Ama aslında onlar…” veya “ Onlar diğer milletlere…” diye başlayan ve daha en baştan fikir sahibinin lâfını ağzına tıkmaya yarayan bu bakış, hakikati açıklamaya yetmekte midir ve daha kötüsü bir ahlâkî yol gösterici olabilir mi? Öncelikle şunu artık kabul etmeliyiz. Türkiye sonradan bağımsız olmuş, tecrübesiz bir üçüncü dünya eski sömürgesi değildir. Bunu kabul etmek demek Türkiye’nin bir emperyal mirasa yani küresel bir bakışa sahip daha da ilerisi mecbur olduğunu kabul etmektir. Dolayısıyla Türkiye, “büyük devletlerin” entrikalarını an be an takip edip bunlara cevap yetiştirmeye çalışan bir otarşik “kızıl cüce” değildir. Türkiye’nin üzerindeki bu aşağılık kompleksi büyük ölçüde “anti emperyalist” söylem saçmalığıyla Marksizm tarafından, üzerine giydirilmiş, üç- dört beden küçük bir deli gömleğinden başka bir şey değildir. “İlişki kurmazsan çatışmazsın da..” diye çarpıtılarak tercüme edilen “Yurtta sulh cihan da sulh” vecizesi Türkiye’de “sosyal devletin”, herkesin her şeyi haline getirilerek sosyalist bir otarşiye dönüştürülmesinin de manivelası olarak kullanılmıştır, şimdilerde de bu tuhaf “barış” anlayışı “Komşularla sıfır ihtilaf” denen edilgenliğinin mesnedi olarak dayatılmaktadır. Sık sık Sudan gibi geri kalmış ülkelerin, enerji kaynakları uğruna sömürülmesinden bahsediyoruz. 

Gene aynı şekilde sırf enerji menfaatiyle Arap emirlikleri gibi memleketlerde demokrasisizliğe karşı sessiz kalındığından bahsediyoruz. Bunları da “büyük devletlerin” aslında âdil ve dolayısıyla iyi olmadıklarını, kendi vatandaşlarına gösterdikleri adaleti dünyaya göstermediklerini anlatmak, ispatlamak için telâffuz ediyoruz. Bu durumda meselâ ABD, aslında beklendiği gibi bağımsızlık bildirisinde ifade edilen bir ülke olsa, Arap emirliklerinde demokrasinin yerleşmesini “sağlamalı” ve Sudan halkına da kendi vatandaşlarına davrandığı gibi davranarak orada liberal demokrasiyi yerleştirmeli. İyi de meselâ ABD’ye böyle bir rol biçmek onun patronajını daha en baştan kabul etmek olmaz mı? Eğer ABD’den kendi vatandaşlarına davrandığı şekilde bize davranmasını bekliyorsak neden onun bayrağı altında yaşamıyoruz? İşte “yakınmacı tepkisellik” meseleyi sadece sonuçlar üzerinden değerlendirmenin ve akıl yürütmeksizin refleksif cevap yetiştirmek telâşının adıdır. Bu bakış açısı ile inisiyatif tamamen “büyük devletlerin”(emperyalist) eline bırakılmıştır ve sonuçlardan da tamamen onlar sorumlu tutulmaktadır. Yani emperyalistler ellerini kollarını bağlamasa aslında meselâ Arap emirlikleri halkı bir ayaklanmayla demokrasiyi kendileri getirecektir. Veya Sudan halkı aslında BP’nin emperyal ticaretinin köleleridir ama kendi ülkelerinin bir yerlerinde oturan ve elinde silâh bulunduran mahallî savaş baronlarının bu işlerde hiçbir dahli yoktur. 

Emperyalistler isterlerse Sudanda “eşitlikçi” bir demokrasiyi kurup ondan sonra Sudan halkıyla “eşit” şartlarda petrol sözleşmeleri yapabilir ve yapmalıdır da… Eski bir sömürge olsaydık yukarıdaki paragrafın hayaliyle sarhoş olabilirdik. Emperyal devletlerin ahlâkî iki yüzlülüğünden bahsetmek de aslında Marksizmin ağzına ekmek tıkılmasıyla doyurulmuş ve böylece özgür kılınmış halklar anlayışının cüceliğinin bir sonucudur. Bu yüzden artık emperyal bir devletin varisleri olarak düşünmeyi öğrenmeliyiz. O zaman mevcut durumlara bakmalıyız. Kendi bürokrasisini oluşturamamış, büyük ölçüde mahalli güç odaklarının sosyalist keyfiliğince yönetilen bir üçüncü dünya ülkesi ile nasıl münasebete geçilmelidir?


Ülke diyelim ki doğal kaynaklar açısından çok zengindir ve fakat ülkedeki (büyük ihtimalle antiemperyalist ve bu yüzden eleştirilemez sosyalist) savaş baronları veya diktatörler de her şeyi kendileri denetlemekte ve sömürmektedir. ( Bu size hayal gibi geliyorsa dünyada sizin arzuladığınız anlamda eşitlikçi tek bir sosyalist ülke olup olmadığına bakmanızı isterim) Ne yapmalıyız? Ülkenin, “bağımsızlığına” saygı duyarak bulabildiğimiz tek yönetici ile temasa geçer ve onun razı geldiği şartlar altında ülke ile ticaret yaparız değil mi? Peki “özgürlük panterlerinin” eli kalaşnikoflu( Büyük Sovyet ağabeyimizin dünya teröristlerine ve diktatörlerine en makbul hediyesi) büyük kabile reisi bize “kendisine münasip bir hediye verilmesi kaydıyla” bu ticarete izin vereceğini söylediğinde ne yapmalıyız? Seçeneklerimiz şunlardır: 


  Ya “Siz bir demokrasi değilsiniz!” diyerek kapıyı çarparak çıkarız. 

Ya istediği rüşveti verir ve ticarete başlarız. 

Veya onu devirir ve ülkede demokrasiyi tesis ettikten sonra ticarete başlarız. 

Birinci şıkta ülkeyi bilgisayardan, radyodan ve telefondan mahrum ederiz. Ülkenin doğal kaynakları da yerin altında gömülü kalır ve ülke “fakir ama onurlu” bir bağımsızlıkla sosyalist diktatörünün emrinde yaşamaya devam eder. 

 İkinci şıkta ülke gene bantu bantu bay kalaşnikofun emrinde yaşamaktadır ama bu sefer bazı kabile üyeleri üzerlerine tulum giyerek petrol çıkarmakta, ülkede internet iletişimi başlamaktadır. Ülke halkının taş ve mızraklı bağımsızlığının, yüksek bebek ölüm oranlarının, yiyecek kıtlığının “bağımsızlığın” olmazsa olmazı olduğunu düşünmekte ısrar ediyorsanız, bantu bantu bay kalaşnikofla mutluluklar dileriz elbette Ama sanırım bu ikinci şık çocuğuna ilaç alabilecek bir kabile üyesine sizden daha cazip gelecektir. Ama eyvah! Sakın “emperyalist” ulus ötesi sermaye ülke ekonomisini ele geçiriyor olmasın? Kendi başına yalnızca kalaşnikof ithal eden bantu bantu reisi şimdi ülkesini emperyalistlere açmıştır. Peki ülkesine hiçbir yabancı şirket gelmese, toprak altındaki doğal kaynakları kim insanlığın kullanımına sunacaktır? Yoksa herkes ancak kendi ülkesinde kullanabildiğiyle yetinmeli ve hiç kimsenin kendisiyle alış veriş etmesine izin vermemeli midir? 

 Diğer bir şık da ülkedeki diktatörlüğü yıkmaktır. Ama o zaman da ülkenin “bağımsızlığına” müdahale edilmiş olmaz mı? Eğer ülkede demokrasiyi kurmak için müdahale edilirse bu “işgal” anlamına gelecektir. Eğer edilmezse bu sefer de ülke kaynakları sömürülmekte ve emperyalistler o ülke halkına “eşitsiz” davranmaktadır. 

 Görüldüğü gibi antiemperyalizm söylemi dünyayı sömürenler ve sömürülenler olarak ikiye ayırmaktadır. Bu kamplaşmanın neredeyse ezelî olduğunu da Marx’ın hurafelerine dayanarak bize kabul ettirmeye çalışmakta daha da kötüsü bu tavrıyla“emperyalistlere” zımnî bir patronaj yüklemektedir. Böylece üçüncü dünyanın diktatörlerinin sosyalist hayalciliklerinin sorumluluğu onların omuzlarından alınarak rahatlıkla “emperyalist” ülkelerin üzerine yıkılabilmektedir. ABD’nin petrol için Irak’a girmesini yanlış bulanların, petrol denizi üzerinde oturmuş sosyalist BAAS diktatörlüğünün “bağımsızlığına” saygı göstermesi akıl alır gibi değildir. Antiemperyalist söylem gelişmiş ülkelerin küresel politikalarının ahlâksızlığını sürekli tekrar ederken bir ölçüde haklıysa da “sömürülen” ülkelerdeki çoğu sosyalist diktatörlüklerin ahlâkın neresinde durduğuna hiç değinmemeleri dikkat çekicidir. 

Bu ülkelerde “bağımsızlık” adına hiç karışılmaksızın duran sosyalist diktaların yerini, kendiliğinden demokrasiye bırakması için ne kadar zaman geçmesi gerektiği konusunda kafa yormayı gereksiz buluyorsak ahlâkî yargılayıcılığımız ciddi şüphe altına girmiş demektir. 

 Antiemperyalizm söylemi, marksizmin , “Ya otarşi-ilişkisizlik veya mutlak eşitlik” diye tercüme edebileceğimiz ahlâkîliği tartışmalı anlayışı ile uluslar arası ilişkileri kendi kafasında dondurmak istemektedir. Bu anlayış, ilerlemeyi eşitsizlik gibi görerek toplumların aralarındaki farkı azaltmanın tek yolu olan mübadelenin önünü kesmeye ve ilerlemiş ülkeleri de geri kalmışların şartlarına mahkûm ederek “eşitliği” sağlamayı hayal etmektedir. Kısaca bir Newyorklu’yu sahip olduğu tüketim imkânlarından mahrum ederek bantu bantu bay kalaşnikof’un “bağımsız” diktatörlüğüne hiç dokunmaksızın kabileyi gofrete, çikolataya boğmak istemektedir. Eğer, “dünyanın, işine hiç karışmadığı” içe kapalı, “kendine yeterli” bir sosyalist düzenin en ideal durum olduğunu düşünüyorsak sorun yoktur. Sorun şu ki dünya alışverişin devam ettiği ve bu yüzden her an birileriyle muhatap olmaya mecbur kaldığımız, kalacağımız bir pazardır. Sorun bu pazarda nasıl davranacağımızdır. Sorun nasıl davranacağımıza ancak kendimizin karar erebileceğimizdir. Bu kararı verirken ya büyük bir küresel aktör gibi davranır ve mübadelenin şartları için pazarlığa katılırız veya “emparyalistlerin” kararları karşısında tepki vermek için bekleyen ancak kendi aklının sorumluluğundan kaçarak kurban rolü oynamakla kendini tatmin eden bir bantu bantu bay kalaşnikof ülkesi oluruz. Çünkü hayat boşluk kabul etmez. Karar vermekten kaçınmak da bir karardır ama sonrası için konuşmak yetkisini kaybetmeyi göze almak kaydıyla…

25 Ocak 2010 Pazartesi

Türk Siyasî Milliyetçiliğinde Felsefesizlik Problemi



En kısa anlatımla bir “olması gerekenler” dağarcığı olarak tanımlayabiliriz felsefeyi.
Çünkü insanın eylemini, hayvanınkinden ayıran, insanın, olması gereken hakkında düşünerek harekete geçmesidir ki ahlâkı da doğuran bu karar vermek sorumluluğudur.

“Olması gereken”, bize ulaşılmak istenen ideali, hedefi gösteren, normatif bir ölçüm imkânı sağlayan bir kategoridir.

Bu bize, “Neye göre?” sorusuna cevap vermek imkânı sağlayan bme bir düşünce sürecidir.

Bu açıdan bakıldığında ideolojiler, kapsayıcı düşünce biçimleri olarak öncelikle felsefelerini düşünce piyasasına sunarlar.

Bu genel bakıştan sonra, özünde bir doktriner kapsayıcı ideoloji değil de ancak bir tepki ve aidiyet duygusu olan milliyetçiliğin ve daha özel olarak Türk milliyetçiliğinin felsefe probleminde yerini daha rahat inceleyebiliriz.

Bu problemde temel açmaz, Türk milliyetçiliğinin doğal, kültürel mecraından, ciddi savaşlar, hayal kırıklıkları ve kayıplarla çıkarak bir ideoloji olarak ifade edilmesi telâşıdır.

Türk milliyetçiliğinin siyasî arenaya taşınması, bir dönem doğal milliyetçi tepkileri örgütlemekte başarılı olduysa da özünde bir ideoloji taşımaması yüzünden değişen toplumsal şartları cevaplayamaması, yaratılan heyecan dalgasının , bilhassa ’80 darbesinden sonra mutlak şekilde sönmesinde etkili olmuştur.

Meselâ “Dokuz Işık” ışık gibi bir doktrin denmesi, özünde dünyaya, topluma dair ciddi ve derinlikli bir felsefi çabanın değil, daha ziyade, siyasi tepkileri komuta edecek “paket slogan” denebilecek bir amatör gayret olarak kalmıştır.

“Dokuz Işık” üstünkörü bir şekilde bile incelendiğinde sosyo ekonomik açıdan sosyalizmle hemen hemen bire bir örtüşen bir anlayışa sahip olduğu hemen dikkati çeker.

Bunun sebebi de Türk milliyetçiliğinin büyük ölçüde köylü bir tabana sahip olmasıdır. Köy toplumundan gelen tabanında, “kültür”, bir tür muhafazakârlık, iktisat da geleneksel dayanışmanın devlet tarafından gözetildiği ve örgütlendiği faaliyet alanı olarak anlaşılmış ve neden böyle anlaşılması gerektiği de hiç sorgulanmamıştır.

Köylülüğün en ayırt edici özelliği olan “kapalı toplum” algılaması, siyasî milliyetçiliğin, kendisine biçtiği iktidar rolünün, “hepsi birbirine benzeyen” insanlardan oluşan “sorunsuz” bir toplum meydana getirmek olarak kök salmasına yol açmıştır. Bu anlayışın sosyo ekonomik yansıması, sosyalizme varan “eşitlemeci ve dağıtımcı” devlet tasavvurudur. Türk milliyetçiliğinin doğal kültürel kodlarında, batının “ayrımcı” nasyonalizmine benzer kıstasların olmaması şüphesiz büyük bir şanstır ama gayet karmaşık bir toplumsal yapı hakında köyün kapalı toplumu üzerinden fikir geliştirmeye çalıştığınızda, ana caddelerdeki inanılmaz trafikte kendini kaybeden bir eski zaman köylüsü gibi naçar kalacağınızı da bilmeniz gerekir.

Zaten siyasî milliyetçiliğin bir “köylülük” (CKMP Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) ifadesiyle ortaya çıkışı bunun en çarpıcı delilidir.

Sonraki dönemlerde de toplumsal dayanışma ve paylaşımın, geleneklerde kendine bulduğu saygın yerden dolayı Türk siyasî milliyetçiliği, sosyalizmle yakın durmak ihtimalinin de getirdiği tedirginlikle kendisinin aynı zamanda “toplumcu” olduğunu söyleyecektir.

Bütün gayretlerine rağmen Türk siyasî milliyetçiliği, muarızlarınınkine benzer bir entelektüel donanım ve ideolojik cevap paketi geliştirememiştir.

Buna mukabil hiç farkında olmaksızın sürekli sosyalistlerin sosyo ekonomik argümanlarını benimsemiş ve kullanmıştır. Bu gün dahi siyasî milliyetçilik devlet, toplum ve iktisat konularında sosyalist temelli bir tasavvura sahip olduğunun farkında değildir. Sürekli bir “Ama” ila telaffuz edilen piyasa, serbest ticaret yaklaşımı, ekonominin planlanabilir bir şey olduğuna dair sarsılmaz bir inanç, “adaletin”, devlet eliyle yürütülen bir tür “dağıtım” problemi olduğu zannı hep temelinde sosyalizm bulunan, küllî bir sezgisel fakat şuursuz felsefi yaklaşımın ifadesidir.

Türk siyasî milliyetçiliği ne doğru dürüst Marksizmin iktisadî felsefesini tahlil edebilmiş, ne de bu felsefenin, toplum tasavvurundan haberdar olabilmiştir ki bu bilgisizlik hâlâ devam etmektedir.

Sovyetler Birliği gibi bir kültün yıkılmasından sonra tekrar daha bir güçlü ifade edilen liberal kurama karşı ise siyasî milliyetçilerin tepkisi gene köylülük temelli bir yabancı korkusundan ileri gidememiştir.

’80 öncesi kendisiyle mücadele edilen ve artık Sovyet istihbaratınca finanse edildiği açıkça anlaşılan sosyalist kampa neden karşı olunduğunun aradan geçen otuz yılda hâlâ ideolojik anlamda ciddi bir cevabının verilememiş olması da son derece düşündürücüdür.

Bunun belki bir muhtemel sebebi de Türk milliyetçiliği fikrini derli toplu bir entelektüel söylem haline getirmeye çalışan Türk aydınlarının kendi dönenmelerinde büyük ölçüde sosyalizmden etkilenmiş olmasıdır. Sultan Galiyev, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınların ideolojik yapılanmasında sosyalizmin etkisi inkâr edilemez.

Bunun da sebebi büyük ihtimalle sosyalizmin “ezilen halklar” söyleminin ve paylaşıma dair yarattığı romantizm hayalinin dönem aydınlarının gönlündeki gelenekçilikle bir ölçüde örtüşmesidir.

Bir başka muhtemel sebep de İngiltere’de Gladstone hükümetinden sonra değişen Osmanlı politikasının Türkiye’de yarattığı anti patinin Anglosakson kökenli liberalizme karşı da bir soğukluk yaratmasıdır. Hâlâ milliyetçi camia liberalizmi, “Emperyal İngiltere’nin” gelişmemiş ülkelere uyguladığı bir tür hile ve göz bağcılık gibi görmeye devam etmektedir ve işin kötüsü sosyalizmi eleştirirken gösterdiği okuma tembelliğinin aynısını liberalizm için de göstermektedir.

Her halükârda Türkiye’de siyasî milliyetçilik bir dönem doğal milliyetçi tepkileri örgütlemek konusunda geçici bir başarı göstermiş ise de özünde herhangi bir tutarlı ideolojik cevap barındırmayan, büyük ölçüde köylü muhafazakârlığından beslenen bir tepkisel hareket olarak kalmıştır. Bu kapalı toplum anlayışı ile dünya felsefî mirasının tamamına, “köyün adetlerine düşman, bir tür zehir” muamelesi yapmış ve bu yüzden de içinde gelişen her türlü ferdî felsefî çabayı daha doğarken boğmuştur.

Köy kökenli dünya tasavvuru ile Türk siyasî milliyetçiliği,”ben” kelimesine bir tür bölücü, ayırıcı anlam yüklemiş, “büyüğe kayıtsız şartsız saygı” ilkesi dışında da hiçbir fikri geleneği maalesef sonraki nesillere aktarmamıştır.

İdeolojik bir özden mahrum olması yüzünden ancak dünya siyasetinde ve felsefesinde yaratılanlara tepki vermek, onları olmazlamak dışında hiçbir cevap da geliştirememiştir.

Türk siyasî milliyetçiliği fikrin, insan beyninin bir gayretinin neticesi olduğu ferasetini maalesef gösterememiş, siyasî otorite sayılan mevkilerinin, günlük siyaset açısından yarar ilkelerine göre yaptıkları değerlendirmelerden dolayı da günlük siyasette prim yapmayacağı düşünülen pek çok fikir ürünü heba edilmiştir ve bu fikrî israf ve otoriterizm hâlâ devam etmektedir.

Meselâ “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi dururken Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının incelenmemesi gerektiğini” veya Marksist iktisat tasavvurunu yerle bir eden Mises’in adını bile duymamışken “Liberalizmin bir vahşet ve yağma düzeni olduğu” yargısını söyleyebilmek Türk milliyetçiliğinin felsefi sığlığının ve fakirliğinin en manidar iki delilidir.

Mütemadiyen komünizme karşı yapılan bir mücadelenin haklılığından ve şerefinden bahsetmek milliyetçiliğin içini felsefi olarak doldurmak demek değildir. Milliyetçi camia milliyetçi örgütlenmeye biat etmeyi fikri ve felsefi üretimin mutlak şartı olarak kabul ettiği müddetçe fikri ve felsefi dilsizliğinden kurtulamayacaktır. Çünkü “ hiç kimse “ülkücü ağabeylerinin” emri ve komutası ile herhangi bir şey üretmez! Hiçbir ağabeyin de şu aşamadan sonra kime, neyi okuması gerektiğini söylemek yetkisi yoktur.

Milliyetçi camia içinde bulunduğu durumdan şikayetçi ise öncelikle yaratıcılığın ve üretkenliğin önündeki en büyük engelin kendisinin bel bağladığı örgütlenme tutkusu ve akıl dışı otorite anlayışı olduğunun farkına varmalıdır.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Unutturulmak İstenen 20 Yanvar Ve Ermeni Vahşeti





20 “Yanvar” nedir?


Bizim takvimimizde “Ocak” adıyla bilinen ayın 20’sinde 1990 yılında Rus birliklerinin Azerbaycan’ın bağımsızlık talebini silâh zoruyla ezmeye çalışmasının yıldönümüdür.


Bu olay birkaç açıdan çok önemli…


19.yy’dan itibaren Kafkaslarda yerleşen Rus nüfuzunun sarsılması, Rus egemenliğinin Kafkasların güneyinde erimesi gibi ciddi sonuçları engellemek için çaresiz ve hırçın bir gayrettir…
İkinci olarak da Kafkasya’nın güneyinde Rus nüfuzunun Ermeniler üzerinden yürütülmesinin işaretidir.


Son olarak petrol ve doğal gaz gibi stratejik kaynaklar üzerinde doğrudan denetimi yitirmek ihtimali Rus vahşetini tetiklemiştir.


Eski Sovyet Federasyonu’nun çok köklü ve önemli kültür merkezlerinden biri de Bakü’dür. Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmesi ve bunu takip eden yıllarda bu yüzden, sayısız Azerbaycan Türk entelektüeli Sovyet iktidarınca katledilmiştir.


Azerbaycan, ordu varlığı bulunmayan, güney kısmıyla bağı koparılmış, zengin doğal kaynakları sömürülmeye açık, iştah çekici bir lokmaydı ve Lenin “ Devrimin kanı petroldür, Bakü petrolü olmadan devrimi yaşatamayız!” derken emperyalizmin kızıl yüzünü dünyaya gösteriyordu.
Böylesine önemli bir ülkeyi “tehlikeli akrabalardan” koparmak için Ermenistan adlı yapay ülke, Ruslar tarafından Anadolu coğrafyası ile devamı olan Güney Kafkasya arasına bir hançer gibi sokulmuştu.

20 Ocak 1990 Ermeni varlığının Hazar kıyısı Türk varlığına karşı bir silâh olarak kullanılmasının tecrübesiydi.20 Ocak 1990 sabahı, Bakü Ermenileri, önceden tespit ettikleri hedefleri Rus zırhlı birliklerine göstererek ülkenin işgalinde av köpekliği yaptılar. Onların beklenmedik ihaneti yüzünden pek çok Türk inanılmaz bir vahşetle ve hızla katledildi.


Bu aslında Hocalı ve Karabağ olaylarının da bir işaretiydi. Çünkü o olaylarda da Türk’ler Ermeni komşularının ihanetiyle gafil yakalanmışlardı.


20 Ocak olayları bu sebepten Rus yayılmacılığının da ötesinde asıl Ermeni ihaneti ve vahşetinin sayısız örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir.


20 Ocak olayları, Anadolu Türk coğrafyasının Hazar’a kadar sürdüğünün düşmanlarımızca bir tasdikidir de öte yandan. Bu olay, Ermenistan’ın kurulmasıyla kesilemeyen Türk birliğinin koparılması için son bir umutsuz çabadır.


Bunu söyleyebilmemizin bir diğer sebebi Ermeni’lerin yaşadıkları her yerde Türk varlığına karşı istisnasız düşmanlıklarıdır. Azerbaycan’da ve Türkiye’de Ermeni mezaliminin bu kadar eş zamanlı olması tesadüf sayılabilir mi?

Bu açık gerçeklere rağmen önceleri Sovyet sempatizanlığı ve ajanlığıyla malum sonraları, soldan aldıkları enternasyonalizm ve Türk düşmanlığı mirasıyla şimdinin nevzuhur ve sahte liberalleri, etnik ırkçı ayrılıkçılar ve onların destekçileri, enternasyonalist dinciler, basın egemenliklerini bu olayları unutturmak için gayet güzel kullanmışlardır.


Bugün artık Türkiye 20 Ocak 1990 olaylarını hatırlamamaktadır bile.


1915’te mecburi bir tehcir olayını Türk Milleti’ni karalamak için bir “soykırım” haline getirmeye çalışanlar kirli vicdanlarıyla Türk varlığına yönelik sayısız Ermeni vahşetini unutturabilmek için ellerinden geleni yapmakta.


20 Ocak, Türk milletleşmesi karşısında Ermeni etnik kompleksinin, içinde barındırdığı vahşeti bir kere daha gösterdiği bir ibret günüdür.


20 Ocak, ordusuz bir Türk ülkesinin millî bilincinin, Sovyet emperyalizminin kanlı yüzünü ortaya çıkardığı ve her şeye rağmen dimdik ayakta kaldığı bir şeref günüdür!


“20 Yanvar” Türk çocuklarına okutulmalı ve yurtlarının tanklara karşı çırılçıplak bedenlerle nasıl savunulduğu onlara öğretilmelidir.
Ne mutlu Türk’üm diyene!











17 Ocak 2010 Pazar

Türkiye’de Kime Ayrımcılık Uygulanmaktadır?


Ülkemizde bir ayrımcılık uygulanıp uygulanmadığı gerçekten çok tartışılıyor.
Ülkemizin sicilinin, devletin fert üzerindeki vesayeti konusunda pek parlak olmadığı malum…
Gene de bu konuda düzelmelerin yaşanmadığını söylemek de haksızlık olur herhalde.
Nitekim 90’ların başında CMUK’ta yapılan düzenlemelerle belirli bir standardın yakalandığı söylenebilir.

Şimdi gelelim Aysel TUĞLUK’un durumuna ve sözlerine. Çünkü etnik bir grubun temsilcisi olmak iddiasından dolayı bundan öte, etnik terörü açıkça meşrulaştırmaya çalışmasıyla fikirleri daha bir önem kazanıyor.

TUĞLUK, bir mahkemenin kendisine tebliğ edilmiş sorgulama kararına karşı direndi, evinde kendisini, millet adına karar veren Türk mahkemelerinin emriyle gelen polislere karşı geldi.
Şunu unutmamalıyız ki TUĞLUK bir “vatandaş” olarak haklarını kullanmayı ısrarla talep etmektedir.
Ne yazık ki şunu unutmaktadır. İşin kötüsü bunu sadece o değil, sözüm ona hukuk devleti diye bağıran liberallerimiz de unutmaktadır.

Vatandaşlıkla ilgili haklar, “vatan” ile ilgilidir. Yani bu vatana ve üzerindeki değerlere, o vatanın sahibi olan milletle beraber bağlılık duyulmuyorsa, vatanı paylaşmaktan kaynaklanan haklardan yararlanmak söz konusu olamaz! Peki ama “vatan” nedir o halde? Üzerinde kendi değerlerini özgürce yaşamak için sahiplenilmiş ve bedeli de kanla ödenmiş toprak parçasıdır.

Bundan dolayı, vatan haline getirilmiş toprak parçasını, bu hale kim getirmiş ise, vatan onun adıyla anılır ve vatanı paylaşmak da vatanı sahiplenen toplumun adıyla yapılır. Alman vatandaşlığı, Fransız vatandaşlığı, İngiliz vatandaşlığı, Amerikan vatandaşlığı gibi…

Aysel TUĞLUK bu vatanın Türk vatanı olduğu konusunda bizimle mutabık değildir. Oysa kendisi, Türk Milleti adına karar veren, Türk milletvekillerinin yasalarını yaptığı, bayrağına “Türk bayrağı,” ordusuna “Türk Ordusu” denen bir ülkenin, vatanı paylaşmaktan dolayı parçası olan ve vatanı paylaşmaktan dolayı da – fakat asla ırkî kökenine bakılmaksızın- Türk olarak nitelenen bir politikacısı ve eski bir yasama organı üyesidir.

Bunlardan dolayı bu ülkenin kanuni ve hukukî sınırlamalarıyla hepimiz kadar bağlanmıştır.
Aysel Tuğluk meşru mahkemelerimizin ve bu organın emrindeki kolluk kuvvetlerimizin iradesine karşı gelmiştir.

Herhangi bir ağır ceza mahkemesi duruşmasına gelmeyen sanık, mahkeme emriyle derhal tutulur ve mahkemeye zorla getirilir.

Bir hukuk devletinde usul herkes için ve her zaman geçerlidir, kanunların tanıdığı bazı muvakkat dokunulmazlıklar dışında ki bunlar da bazen ciddi şekilde istismar edilebiliyor…
Onun direnişine karşı polis ne yapmıştır? Hiçbir şey! Yani Aysel TUĞLUK açıkça direndiğinde evine girilerek, polis zoruyla mahkemeye getirilememiştir!
Peki onu sıradan bir Türk vatandaşından ayıran nedir? Yasama organı üyeliği son bulduğundan bu yana hiçbir şey!

Peki devletimizin meşru kolluk güçlerinin kanunu uygulamasına engel olmuşken mahkeme getirilmesi nasıl olmuştur? Bizim vergilerimizle bakımı yapılan ve yakıtı konulan yasama organın idare âmirliği makam arabasıyla!

Makam arabası, makamın hizmetlerine tahsis edilmiş bir araçtır. O halde yasama organın üyesi olmayan, kanunlar karşısında herhangi bir Türk vatandaşı gibi eşit durması gereken Aysel TUĞLUK bu makam aracıyla nasıl mahkemeye getirilebilmiştir?


Sorgulama çıkışında kendisine “Kürt olduğu için” ayrımcılık uygulandığını söylerken acaba TUĞLUK, kanunlarını, ( egemenliğini) tanımadığı bir milletin yasama organında görev yaparken, o göreve gelmesine kimsenin engel olmadığını, ırkını, etnik kökenini sormaksızın, şartları yerine getirilmiş bir seçimle, kürsü dokunulmazlığını kullanmasına izin veren düzenin ve egemenliğin sorumluluğunu taşımış mıdır? Elbette taşımamıştır.

Bu sorumluluğu taşımanın ötesinde, kendisine seçme ve seçilme hakkı tanıyan ve bunu ırki kökenine hiç bakmaksızın yapan bir millî oluşuma sürekli saldırmış, Türk Milleti’nin açık bir düşmanını övmüş ve buna destek çıkmıştır.
Şimdi merak ediyorum. Açıkça etnik terörü destekleyen, bunu etnik grubun “meşru savunma gücü “olduğunu söyleyen, buna rağmen Türk Milleti’nin bir parçası sayıldığı için onun yasama organına rahatlıkla girebilen bir insanın kendisine ırkçı ayrımcılık uygulandığını söylenmesi ahlâkla bağdaşmakta mıdır? Herhalde bağdaşmamaktadır…

Peki hukukun zorlayıcılığına açıkça direnebilen ve bu açıdan diğer vatandaşlardan “daha eşit” duran, milletin imkânlarını sorumsuzca kullanabilen insanların durumuna ne demek icap eder? Bu duruma sanırım “ayrımcılık” demek en doğru cevaptır.

Evet, Aysel TUĞLUK doğru söylemektedir. Türk mahkemelerinin ve Türk kolluk güçlerinin kararlarını istediği gibi görmezden gelebilmek açık bir ayrıcalıktır. Onun bu reddinin hiçbir resmi soruşturmayla veya kovuşturmayla incelenmemesi açık bir ayrımcılıktır!

Bu, Türk vatandaşlarının aleyhine uygulanan, bir terör destekçisinin yararına uygulanan bir ayrımcılıktır!
Kanunların kendilerine hiçbir imtiyaz tanımadığı ve tanımaması da gereken sıradan Türk vatandaşlarının şu saten sonra hükümetin çıkarmak istediği ayrımcılığı önleme yasası gibi tasarılara güvenle bakması mümkün olabilir mi? Korkarım ki bu yasa ile Aysel TUĞLUK gibilerin kanun tanımazlığı resmi bir statü kazanacak.







Özgürlük Ve Bağımsızlık İlişkisine Bir Bakış I



Bağımsızlık konusu genellikle Amerikan karşıtı, sosyalist bloğun bir takıntısı gibi görülegelmiştir.

Dış ilişkilerde tam bir otarşi durumuna kadar genişleyebilen bir “bağımsızlık” tasavvuru bizi diplomaside ve ticarette felç olmaya kadar itebilir.

Bu durumda “dünyadan ayrılmak” ve “dünyanın güdümüne girmek” tercihleri arasına sıkışmak zorundaymışız gibi bir algılama BAASçılığa özenen sosyalistler ile “değer yoksunu” bazı nevzuhur liberaller tarafından bilincimize dayatılmakta.
Bilhassa ülkemizi karıştıran son günlerdeki etnik ırkçı şiddet ve siyasetin(!) yaptığı da bağımsızlık tasavvurumuzu yıpratmaya çalışmak.. Ki bu etnik ayrılıkçılık, hem sosyalist hem liberal cepheden ciddi destek görmekte…
O halde “bağımsızlıktan” neyi anlamalıyız, bunu iyice netleştirmeliyiz.
Bağımsızlık, dokunulmaz bir mahremiyet alanına sahip olmak demektir. Kendi değerlerimizi belirleyebildiğimiz ve koruduğumuz bir müdahalesizlik alanına sahip olmak demektir.

Bağımsızlık kavramının temeli ferde dayanır. Ferdin “diğerlerinden” ayrı, müstakil bir birim olduğu kavrayışını geliştirmedikçe “bağımsızlığa” bir anlam vermek mümkün değildir.

Ferdin, kendi bilgisini kendi bildiğince kullanabilmesinin ( özgürlüğün) bir değer olarak kabul edilmediği bir memlekette bağımsızlık da anlamsızdır.
Bu, “bağımsızlığa”, çok defa alışık olduğumuz “dışarıdan bakmak” yerine “içeriden bakmaktır”. Çünkü fert, bir toplumun birimi olmak hasebiyle onda mündemiçtir aynı zamanda.

İyi ama herhangi bir devletin güdümündeki bir sömürgede de insanlar “özgür” olamaz mı?
Şüphesiz olabilir! Ama burada, bilhassa liberal okul açısından sorulması gereken soru şudur: “Hangi şartlar altında?”

Böyle bir ülkede, sömürge ahalisinin hiçbir toplumsal değer taşımaması, hiçbir ayırt edici özellik taşımaması ve ayrıca, bu gibi şeylere hiçbir önem vermemesi, kısacası hiçbir kimlik taşımaması, ayrıca hiçbir mahremiyet duygusuna sahip olmaması durumunda böyle bir ülkenin vatandaşları da şüphesiz özgür sayılabilirler.
Burada gözümüzden kaçan nokta sanırım muhtemelen şu olacaktır: Bir sömürgede egemen toplum ile sömürge ahalisi birbirine yabancıdır. Bu yabancılık egemen toplum tarafından özellikle belirgin kılınarak, egemenlik ilişkisinin canlı tutulması sağlanır.

Bunu belirtmemizin sebebi de şudur: Bir coğrafyada, kültürleri ayırt edilemeyecek derecede benzeşmiş, aradaki farklılıkların beraber yaşamaya engel teşkil etmediği, merkezi bir büyük kültürün kendiliğinden yerleştiği ve kabul gördüğü toplumsal yapılarda sömürge ilişkisinden bahsedilemez.

Çünkü bu tip toplumsal yapılar, “milletleşme” sürecindeki yapılardır. Sömürge kurumunda, egemen için, sömürge ahalisi ile milletleşme yolunda bir benzeşmeye girmek gibi bir ihtiyaç yoktur.

Demek ki ancak hiçbir kimlik taşımayan, fertlerinin paylaştığı hiçbir ortak değere sahip olmayan bir toplumun fertleri için ancak özgürlük, bağımsızlıkla ilgisi olmayan bir değerdir.
Peki ama dünyada böyle bir toplum var mıdır?
Yani dünyada “diğerini” bilmeyen, kendisini bu dünyada bir anlamla bağdaştıramayan bir toplum var mıdır?

Böyle bir toplum yoktur.

Çünkü en başta böyle bir fert var olamaz! Fert temelinde düşündüğümüzde zaten, “Başkalarının, kendisinin bilgisi üzerindeki iradesinden masun olabilmek, bağımsız olabilmek” anlamında özgürlük ve bağımsızlık aynileşir.

Bu durumda bir memlekette eğer fertler, büyük ölçüde mutabık kaldıkları değerleri korumak ve bunları yaşatmak konusunda bir mahremiyet ve dokunulmazlık talep ediyorsa bunun siyasî ifadesi bağımsızlık talebidir.

Eğer bir toplumun fertlerine hangi değerleri kabul edecekleri başkaları tarafından söyleniyor ve dayatılıyorsa o toplumun fertleri özgür sayılamazlar.
İşte bu noktada bağımsızlığın dikkat edilmezse zehirli bir yan etki yaratabileceği iki şartı daima aklımızda tutmalıyız.

Bir toplum dışarıdan gelebilecek bir zor kullanmayla karşılaşabileceği gibi, içten gelen bir zor kullanma tehdidiyle de karşı karşıya kalabilir.

Bu durumun en basit ve çarpıcı örnekleri, bağımsız olan eski sömürgelerin çoğunda iş başına gelen hemen hemen hepsi sosyalist dikta yönetimleridir. Bu yönetimler, vatandaşları yabancı bir zorbanın işgalinden kurtarma vaadiyle yönetime geçmiş fakat kendi vatandaşlarına işgalci gibi davranmışlardır.

O halde… Kendi ülkesindeki fertlere hürriyet sağlamayan hiçbir “bağımsızlık” gerçek bir anlam ifade etmez.

Buna mukabil gerek iç gerekse dış zor kullanıcıların müdahalesinden “bağımsız” kılınmamış hiçbir özgürlük de gerçek anlamda özgürlük sayılamaz.
Yine de bu ilişki bazı belirsizlikleri içermektedir.
Meselâ kendini içinde yaşadığı toplumdan farklı görenlerin durumu ne olacaktır?
Bu, bu yazının devamında incelenmesi düşünülen bir konudur.



10 Ocak 2010 Pazar

Sosyalizmin Milliyetçiliği İstismarı Üzerine


Milliyetçilik ve kolektivizm birbirinin ayrılmaz parçaları ( mütemmim cüz) mıdır?
Son zamanlarda ülkemiz hakkındaki batılı politik tasarılara bakıldığında düz bir mantıkla bunun böyle olması gerektiği düşünülüyor.

Madem ki Türk ülkesinin düşmanı batılılardır, batılılar da büyük çoğunlukla kapitalisttir, öyleyse millî varlığımızın düşmanı kapitalizmdir!
Öyleyse batıya karşı koymak demek kapitalizme karşı koymak demektir! Kapitalizm ancak gelişmiş ülkelerin bir sömürü aracıdır!

Bu önyargılar o kadar derine işlemiştir ki meselâ millî menfaatlerin kapitalizmi gerektirdiğini söylemek ya delilik olarak addedilir veyahut ihanet…
Yukarıda bahsettiğim yerleşik kanaatleri “önyargı” diye nitelememin sebebi, sosyalizmin milliyetçilikle kavramsal ilgisizliğini düşünmeksizin savunmalarındandır.
Sosyalizm özünde “millet” veya “ulus” diye bir kavramı tanımaz. Onun toplumsal kabulünün birimi, “sınıftır”. Sosyalizmin ikinci temel argümanı, toplumsal ilişkiyi bir “kavga” olarak nitelemektir.

Marx bu şekilde cihanşümul/evrensel bir “doğru düşünce” biçimi yazmaya çalışmıştır.
Dikkat edilirse bu yüzden sol söylemin tamamı enternasyonalisttir. Bütün ulusların proleterleri için olan bir ideolojidir ama ulus onun dikkate aldığı bir “değer” değildir.

Sebebi de ulusla ilgili kavramların, yanlış bir egemenlik biçimi olan burjuva egemenliğinin yarattığı yanlış değerler, ilerideki güzel proleter diktatörlüğünü geciktirdikleri için de gerici kurumlar olduklarının kabul edilmesidir.
Dolayısıyla millî bir değerin varlığından bahsetmek sosyalizm için herhangi bir anlam ifade etmez.

Sosyalizmin ciddi bir ekonomik terim gibi kabul ettirdiği “emperyalizm” bile ancak emperyal batı için kullanılan bir terim halini almıştır. Meselâ yayılmacı Rus ve Çin komünist rejimlerinin istilaları, işgalleri asla “emperyalizm” olarak değerlendirilmemiştir. Yemen’den Orta Afrika’ya, Güney ve Orta Amerika’ya ve Hind-i Çiniye kadar yayılan bir ideolojik egemenliğin, merkantilist batının tavrından farkı nedir, hiç sorgulanmamıştır.

Bu ideolojik ve fizikî yayılmacılık, Marksizmin balyozuyla millî direnişleri ezmiş, sınırları sosyalizm lehine silikleştirmiştir.
Herhangi bir yayılmacılığa karşı olmanın gereği sosyalizm değildir. Yayılmacılığın millî sınırları ihlal etmesine karşı olmak için millî değerleri savunmak gerekir ama sosyalizm bunun bir gereği değildir.
Lenin, “Milliyetçilik azınlıklar için devrimcilik, çoğunluklar için faşizmdir!” diyordu.

Buradaki “diyalektik mantık” ile bir kavrama “şarta göre” tanım getirerek anlam dağarcığımızı karartmaya yönelik çalışmıştır. Bu karartma, kelimeye iki farklı ve uzlaşmaz anlam vermek ve düşünceyi “sınıfsal bilince” göre yönetmek amacını taşımaktadır.

Bu durumda meselâ bir ülkenin kurucu millî egemen çoğunluğunun, kendi millî değerlerini kendi yurdunda egemen kılmak anlayışı doğrudan faşizm olmalıydı ki bu gün etnik ırkçıların, solcu eskisi bazı liberallerin ve bazı solcuların ülkemizdeki millî hassasiyeti “yükselen faşizm” diye nitelendirmesinin sebebi de bu çarpık “çataldilliliktir”.

Meselenin bir diğer tarafı “milliyetçiliğin” bir ideoloji sanılmasıdır. Milliyetçilik, milleti meydana getiren değerlere duyulan bir bağlılıktan başka bir şey değildir. Bize ancak “geleneğe” dayalı genel bir bakış sunar, kapsayıcı bir doktriner ideoloji değil. Milliyetçilik toplumun özünün çatışmaya mı, mutabakata mı dayandığının cevabını veremez. Var olan toplumsal değerleri verili kabul eder ve değiştirmeye çalışmaz. Bu açıdan toplumsal düzeni, tamamen uydurulmuş bir felsefeyle yeniden “ayakları üzerine oturtmaya” çalışan marksizmle taban tabana zıt bir anlayışı benimser.

Maalesef milliyetçiliğin bu verili durum kabulü, çarpıtılmış Keynesyen ekonomik politik tercihlerin de verili durum olarak sanılması gerektiği sonucunu kafalarımıza kazımıştır. Milliyetçiliğin toplumsal düzene dair, verili durum kabulü aslında liberal okulun evrimci rasyonalist kabulüne çok daha yakındır. Çünkü bir milliyetçi için gelenek varolagelmiş ve var olması toplumun düzenin gerekli bir “değer” iken bir Marksist için gelenek “ilerlemenin” önündeki engeldir.

Bir milliyetçi geleneklere bağlılıkla ilerlenebileceğine dair el yordamı bir feraseti bu güne kadar sürdürebilmişken, bir Marksist için toplumun mevcut düzeni yıkılarak yeniden inşa edilmesi gereken “kokuşmuş burjuva geleneklerinin” bir eseridir.

Milliyetçilik içinden çıktığı toplumun dünyaya karşı genel bakışıyla ortaya tepkisini koyar ki bu neden bazı milletlerin milliyetçiliğinin şiddet ile tezahür ettiğini de açıklar. Dolayısıyla milliyetçiliğin tabiatı da şiddet ile mütemmim cüz teşkil etmez.

Sosyalizm, insanı birey olarak reddederek, kolektif bir algıyla hayalî bir insanlık için kurtarıcı rolüne soyunurken ve bu sebepten de “milletler üstü” olduğu iddiasını savunurken nasıl olur da millî değerlere yönelik “muhafazakâr” bir eğilimle yan yana bulunabilir?

Velhasıl-ı kelâm: Milliyetçi bir tepki, başka milletlerinin kendi varlığımıza yönelik emellerine direnmeyi gerektirir ki bu, toplumun genelinde paylaşılan bir tepkidir. Fakat bu tepkinin, toplumu yeni baştan ve gelenekleri pahasına yıkıp tekrar yapmaya soyunacak kadar hayalci ve barbar bir ideoloji ile ifade edilmesi ne ahlâkî ve ne doğal bir zarurettir.




Ya Reklâm Alamazlarsa?

TRT Şeş, reklam alamıyormuş. Sabah yazarı Mahmut ÖVÜR*, bundan yakınıyor.
Eskiden özel sektör yatırım için hep "önce devlet öncülük yapsın" diyordu. İşte devlet yaptı siz ne bekliyorsunuz? Reklam vermemeniz için nasıl bir gerekçeniz olabilir? Yoksa iş dünyası demokrasiye inanmıyor mu? "
Şimdi özel TV izni de çıkıyor. Böyle devam ederse onların yaşama şansı olabilir mi?”
diyor yazısında.

“Böyle giderse onların yaşama şansı olabilir mi?” Bu soru çok ilginç aslına bakılırsa.
Özel televizyon, özel bir market veya kasap dükkânı gibidir. Yani piyasanın işleyişine, hadi daha doğrudan söyleyelim talebe , yani müşteri teveccühüne tabidir.
Bir işletme müşteri bulamazsa kapanır. Kimse de neden ondan alışveriş etmediğimizi bize soramaz!

Şu kısacık alıntıdaki zihniyet “demokratik açılım” denen teşebbüse etnik ırkçı bakışın mantığını aslında gayet güzel özetliyor.
Yani aslında arzulananın temel hakların kullanılması değil, açıkça pozitif ayrımcılık olduğunu ortaya koyuyor. Neden böyle olduğuna bakalım…
Millî hassasiyet ile Türkçe’den başka bir resmî kanal açılmasına karşı çıkanlarımız da kıyametin kopmadığını gördüler, buraya kadar tamam! Hatta o kanalın vergilerle finanse ediliyor olmasına karşı çıkanlar da zamanla azaldı, buna da kabul…

Mesele şu ki yazısını Kürtçe bir cümleyle bitiren köşe yazarımız, böyle bir kanalın giderlerinin ondan hiç yararlanmayan milyonların cebinden karşılanmasını bile yeterli görmemiş!
İşte bu etnik ırkçılığın “hak” kavramını nasıl istismar ettiğinin güzel bir örneği… “Hak”, kullanıldığında diğerlerine bir maliyet yüklemeyen doğam ve temel bir “menfaattir”. Hakkın varlığı, o olmaksızın, insanın varlığının da imkânsız oluşuyla belirlenmiştir. Elbette bir memlekette Urduca gazete çıkarmak isteyenlerimiz olacaktır ve çıkarmalıdırlar da. Ama Urduca gazete çıkaranlar bu hakları için gazeteleriyle ilgilenmeyenlerin de kendi maliyetlerine iştirakini isterlerse bu durumda iş temel hakların kullanımı mecraından çıkıp kayırılma talebi olarak bence daha doğru ifade edilebilecek, pozitif ayırımcılık noktasına gelir.

Hiç kimse bir hakkın kullanılmasına kızamaz. Ama hiç kimsenin, o hakkı kullananların geleceklerini veya refahını veya arzularını teminat almak gibi bir mecburiyeti de yoktur.
Yarın, öbür gün açılacak özel Kürtçe televizyon kanalları, pek çok yerel televizyonumuz nasıl reklâm gelirleriyle ayakta kalıyorsa aynı şekilde ayakta kalmak mecburiyetindedir. Hiç kimsenin onların yaşatılmasını bizim boynumuza borç etmesine razı olmayız.

Devlet eliyle bu televizyonların yaşatılması düşünülürse bu da demokrasi değil, en hafif tabirle devlet kapitalizmi olacaktır. Bir demokrasi de iktidar ancak çoğunluğun, “temel haklara “ saygı çerçevesindeki talepleri ve eğilimleriyle sınırlıdır. Bir demokraside iktidar insanların talep endekslerini belirlemeye kalkamaz.

Dolayısıyla herhangi bir iktidarın, insanlara tutup da hangi kanalı izlemeleri gerektiğini veya yaşatmaları gerektiğini devletin zor kullanıcılığını istismar ederek dayatmaya hakkı yoktur! Herhangi bir yazarın da varlıkları piyasaya, talebe bağlı özel işletmelerin devlet eliyle kayırılmasını veya toplumun taleplerinin bazı işletmelere kaydırılmasını istemeye hakkı yoktur!
Demokrasiyi, “devleti, herkesin her şeyi”, haline getirmek zanneden kolektivist görüşün etnik ırkçılıktaki bu zihnî egemenliği ne yazık ki ülkemiz demokrasisini ve millî egemenliğimizi de istismar etmeye devam ediyor.
Yazının bağlantısı:*
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ovur/2010/01/10/trt_sese_neden_reklam_verilmiyor

9 Ocak 2010 Cumartesi

Hudutlarımızın Anlamı Siliniyor mu?



Sınır güvenliği sorumluluğunun askerlerden alınıp “kolluk kuvveti” denen sivil yapılara devredilmesi gündemdeymiş. *

Bu kuvvetlere ağır silâhlar tedarik edilecekmiş ve ilk aşamada elli bin personel alımı düşünülüyormuş.

Ordunun profesyonelleşmesi tartışmaları küllenmişken bu tip bir icadın nereden çıktığı cidden merak uyandırıyor.

Meselâ Van jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı’nın lağvedilmesi düşünülüyormuş. Bu garnizon Suriye sınırının bir kısmı ile Irak ve İran hudutlarımızı koruyor.
Koskoca bir kolorduyu lağvedip yerine yeni bir yapılanma oturtmanın maliyeti, herhalde azıcık matematik bilenlerimiz için bile ürkütücü olmalı.
Ama bu, asıl meselede, devede kulak kalıyor.

Türkiye’de son dönemlerde hayalî bir “sıfır ihtilaf” sarhoşluğuyla sanki hiçbir sınır ihtilâfımız yokmuş havası yaratıldı. Oysa vizeyi kaldırmakla övündüğümüz Suriye hâlâ Hatay’ı kendi sınırları içinde gösteriyor. Irak’ın nasıl bir şer yuvası olduğu ve PKK’yı biz karşı nasıl tehdit olarak kullandığı ortada, İran sınırımız bütün dostane ilişkilerimize rağmen hâlâ ciddi bir kaçakçılık zafiyetiyle malûl, Ermenistan’ın terbiyesizliği ve vahşeti ayan beyan ortada ve bu şartlar altında, sınır güvenliğimizin askerlerden alınıp ne idüğü belirsiz “sivil kolluk kuvvetlerine” bırakılması fikri ortaya atılıyor.

Haberin sonunda da bu düşüncenin “demokratik açılıma katkı sağlayacağı” fikrinden bahsediliyor.

Sınır güvenliğimizle demokratik açılımın ne ilgisi vardır?
Sınır güvenliği demek millî egemenliğin, başkalarının her türlü fizikî müdahalesinden korunması ve egemen milletin kendi topraklarında teminat altına alınması demektir.

Dünyanın her yerinde de sınırları askerler korur. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Belki Kuzey Amerika’da artık sınırlar belirsizleşmiş olabilir ama bu şartlar örnek alınabilecek şartlar değildir.
Demokratik açılımla hedeflenen, memleketimizdeki etnik grupların ifade hürriyeti haklarını daha rahat kullanmaları ise bunun için ordunun görev alanını daraltmaya gerek yoktur.

Yok demokratik açılımın maksadı zaten kullanılmakta olan haklara ilâveten, egemenlik paylaşımına varacak derecede etnik bir gruba ayrıcalık vermek ise bu durumda millî irade hiçe sayılıyor demektir.

Ülkemizin kahir ekseriyetinin büyük bir cehaletle içine daldığı ve maalesef liberallerin de kendi literatürlerine rağmen körce destek verdiği “demokrasi” manisi ile hükümet, demokrasiyi, “ etnik grupların her birinin çoğunluğun belirleyiciliğinden bağımsız kılınması” haline getirmiştir. Oysa demokrasinin anlamı her “grubun” veya topluluğun kendi başına karar verebilmesi demek değildir.

Demokrasiyi böyle anlamak kökeninde Marksist sınıf bilincinin yattığı, ahlâkı yok sayan “araçsal faydacı” bir görüşün ifadesidir. Bu görüşe göre demokrasi sadece bir tramvaydır ve iktidar sahiplerini istedikleri yere taşır. İtaliklenmiş ifadeyi veya onun benzerini yanılmıyorsam başbakanımız henüz meclise girmeden evvel kullanmış idi.

Bu durumda ordunun sınır güvenliği gibi aslî işinden uzaklaştırılması, demokrasiyi, her topluluğun, kendini çoğunluk belirleyiciliğinden ayırabildiği bir “çoğulculuk” olarak anlayanlarca tasarlanması çok ciddi bir probleme işaret ediyor.

O da Türkiye’nin, yukarıda izah etmeye çalıştığımız çarpıtılmış demokrasi anlayışı yoluyla bölünmesinin önündeki engellerin kaldırılması gibi görünüyor.

Zira ordumuz asla sınır güvenliği konusunda taviz vermez. Sınır güvenliği seçilmiş olmakla tartışılabilecek bir konu değildir. Millî egemenlik, geçici hükümetlerin tartışmalarına açık bir konu değildir! Hiçbir Türk hükümeti kendi milletini, aşiret, kabile, klan gibi toplumsal yapılarla bir tutarak millî egemenliğin köy köy, mezra mezra paylaştırılmasına, yani ülkenin her köyünde, ayrı birer egemenlik, yasama sahası oluşturulmasına izin veremez! Demokrasi ancak, kendi sınırlarının emniyetini, kendi ordusuyla sağlayarak, kendi egemenlik alanını tartışmasız şekilde koruyan milletlerin içinde, çoğunluğun temel haklara saygı çerçevesinde barışçı yönetimi şartıyla bir anlam ifade eder.

Görünen o ki “demokratik” açılım, demokrasi istismarı ile “millî egemenlik” kavramını yok etmenin diğer adı…

Türk’ü herhangi bir klan, kabile, aşiret gibi bir etnik grup sayarak memlekette Türk adını, dolayısıyla millî sıfatını yok etmek işin birinci aşamasıydı ki “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünden bile rahatsız olabilmek bu hastalıklı enternasyonalizmin bir belirtisiydi.

Öbür yandan “egemenlik” kavramını çoğunluk için bir “zorbalık” meşrulaştırıcısı gibi gösterip azlıkların kendi egemenlik alanlarını kurmalarını istemek de ülkemizde solcu eskisi bir takım nevzuhur liberaller tarafından “demokrasi” diye gayet güzel dayatıldı. Demokrasinin geçerlilik ve meşruiyet şartlarını tartışmadan herkesin kendi başına belirleyici olmasını savunmanın kendiliğinden bölünmeyle sonuçlanacağını görmek için kâhin olmaya gerek yoktu.

Sınır güvenliğinin ordudan alınmasının bu şartlar altında tek bir anlamı olabilir. O da ülkenin siyaseten parçalanmasına, yabancı güçlerin ellerinin kollarını sallayarak sınırlarımızdan girebilmelerine, iktidar olmuş her partinin rahatlıkla izin verebilmesinin yolunun açılmasıdır.

Çünkü başbakan her ne kadar genel kurmay başkanının âmiri olsa da asla sınır güvenliğinin kaldırılması emrini ona veremez. Böyle bir emri cumhurbaşkanı dahi veremez! Oysa ne idüğü belirsiz, bir siyasi icat olarak ordunun yerine getirilmesi düşünülen sivil kolluk kuvvetlerinin, hükümetin kuklası olması, rüşvetle kandırılması, casusluk faaliyetlerine açık olması ihtimalleri hiç de küçümsenecek ihtimaller değildir.

Böyle bir yapının eline ağır silâhlar vermek demek hükümetin istediği şekilde zorbalık etmesi imkânının sağlanması anlamına gelir.

Türkiye’de demokrasiden bahsedilecekse her şeyden evvel, demokrasinin omurgasını oluşturan Türk egemen kimliğinin “ temel şartlara saygı” çerçevesinde belirleyiciliğinin kayıtsız şartsız tanınması sağlanmalıdır. Bunu tanımayanlar derhal vatandaşlıktan çıkarılmalıdır. Hiç kimse temel haklaırnı kullanarak millî egemenliği ve Türk adını yok sayamaz! Temel haklar millî egemenliğin inkârına cevaz vermez!

Anlaşıldığı kadarıyla millî egemenliğimiz, “demokrasi” yoluyla kendini koruma mekanizmalarından yavaş yavaş mahrum bırakılmakta, Allah sonumuzu hayretsin.
*İlgili bağlantı: