Türkiye’de son zamanlarda milliyetçileri de kendine çeken bir antiemperyalizm söylemi pek moda oldu.
Bu söyleme göre Türkiye emperyalist güçlere karşı bir kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığına kavuşmuş bir eski sömürge memleketiymiş gibi görünüyor.
İstiklâl Harbi’ni antiemperyalist bir savaş gibi göstermeye çalışanlar şunu unutuyorlar ki bağımsız olan eski sömürgelerin çoğu çok ciddi siyasi boşluklara düşmüşler, bürokratik teşkilâtlanmalarını oluşturamamışlar ya teokratik veya sosyalist derebeylikler haline gelmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti bu açıdan, devlet nedir bilmeyen bir aşiret toplumunun moderniteyi alt ederek hiç yoktan kurduğu bir devlet değildir. O, Osmanlı’nın her açıdan varisi olan, büyük Türk devlet geleneğinin devamı olan bir büyük Türk devletidir. Bu sebepten de Türk tarihinin sömürge karşıtı savaşlarla vb hiçbir alâkası yoktur.
Bizim için öne sürülen antiemperyalist söylemin yanlışlığını böylece gösterdikten sonra kendi içimizdeki ideolojik tercihimizi nedense yönlendiren emperyalizm söyleminin hayatı açıklayıp açıklayamadığına bakmamızın zamanının gelip de geçtiğini artık bilmeliyiz.
Bilhassa sosyal devlet tabusunun Türkiye’de liberalizmin bir tercih olarak tartışılmasını peşinen engellediği bir hakikat...
Bu tartışmayı engelleyen bir diğer önemli etken “yakınmacı tepkisellik” diyebileceğimiz dışa bakışımızdır.
Bu bakış bilhassa siyasi milliyetçiliğin yegâne mesnedini oluşturur. Özetle “ Ama aslında onlar…” veya “ Onlar diğer milletlere…” diye başlayan ve daha en baştan fikir sahibinin lâfını ağzına tıkmaya yarayan bu bakış, hakikati açıklamaya yetmekte midir ve daha kötüsü bir ahlâkî yol gösterici olabilir mi?
Öncelikle şunu artık kabul etmeliyiz. Türkiye sonradan bağımsız olmuş, tecrübesiz bir üçüncü dünya eski sömürgesi değildir.
Bunu kabul etmek demek Türkiye’nin bir emperyal mirasa yani küresel bir bakışa sahip daha da ilerisi mecbur olduğunu kabul etmektir. Dolayısıyla Türkiye, “büyük devletlerin” entrikalarını an be an takip edip bunlara cevap yetiştirmeye çalışan bir otarşik “kızıl cüce” değildir.
Türkiye’nin üzerindeki bu aşağılık kompleksi büyük ölçüde “anti emperyalist” söylem saçmalığıyla Marksizm tarafından, üzerine giydirilmiş, üç- dört beden küçük bir deli gömleğinden başka bir şey değildir.
“İlişki kurmazsan çatışmazsın da..” diye çarpıtılarak tercüme edilen “Yurtta sulh cihan da sulh” vecizesi Türkiye’de “sosyal devletin”, herkesin her şeyi haline getirilerek sosyalist bir otarşiye dönüştürülmesinin de manivelası olarak kullanılmıştır, şimdilerde de bu tuhaf “barış” anlayışı “Komşularla sıfır ihtilaf” denen edilgenliğinin mesnedi olarak dayatılmaktadır.
Sık sık Sudan gibi geri kalmış ülkelerin, enerji kaynakları uğruna sömürülmesinden bahsediyoruz.
Gene aynı şekilde sırf enerji menfaatiyle Arap emirlikleri gibi memleketlerde demokrasisizliğe karşı sessiz kalındığından bahsediyoruz.
Bunları da “büyük devletlerin” aslında âdil ve dolayısıyla iyi olmadıklarını, kendi vatandaşlarına gösterdikleri adaleti dünyaya göstermediklerini anlatmak, ispatlamak için telâffuz ediyoruz.
Bu durumda meselâ ABD, aslında beklendiği gibi bağımsızlık bildirisinde ifade edilen bir ülke olsa, Arap emirliklerinde demokrasinin yerleşmesini “sağlamalı” ve Sudan halkına da kendi vatandaşlarına davrandığı gibi davranarak orada liberal demokrasiyi yerleştirmeli.
İyi de meselâ ABD’ye böyle bir rol biçmek onun patronajını daha en baştan kabul etmek olmaz mı? Eğer ABD’den kendi vatandaşlarına davrandığı şekilde bize davranmasını bekliyorsak neden onun bayrağı altında yaşamıyoruz?
İşte “yakınmacı tepkisellik” meseleyi sadece sonuçlar üzerinden değerlendirmenin ve akıl yürütmeksizin refleksif cevap yetiştirmek telâşının adıdır.
Bu bakış açısı ile inisiyatif tamamen “büyük devletlerin”(emperyalist) eline bırakılmıştır ve sonuçlardan da tamamen onlar sorumlu tutulmaktadır. Yani emperyalistler ellerini kollarını bağlamasa aslında meselâ Arap emirlikleri halkı bir ayaklanmayla demokrasiyi kendileri getirecektir. Veya Sudan halkı aslında BP’nin emperyal ticaretinin köleleridir ama kendi ülkelerinin bir yerlerinde oturan ve elinde silâh bulunduran mahallî savaş baronlarının bu işlerde hiçbir dahli yoktur.
Emperyalistler isterlerse Sudanda “eşitlikçi” bir demokrasiyi kurup ondan sonra Sudan halkıyla “eşit” şartlarda petrol sözleşmeleri yapabilir ve yapmalıdır da…
Eski bir sömürge olsaydık yukarıdaki paragrafın hayaliyle sarhoş olabilirdik.
Emperyal devletlerin ahlâkî iki yüzlülüğünden bahsetmek de aslında Marksizmin ağzına ekmek tıkılmasıyla doyurulmuş ve böylece özgür kılınmış halklar anlayışının cüceliğinin bir sonucudur.
Bu yüzden artık emperyal bir devletin varisleri olarak düşünmeyi öğrenmeliyiz.
O zaman mevcut durumlara bakmalıyız.
Kendi bürokrasisini oluşturamamış, büyük ölçüde mahalli güç odaklarının sosyalist keyfiliğince yönetilen bir üçüncü dünya ülkesi ile nasıl münasebete geçilmelidir?
Ülke diyelim ki doğal kaynaklar açısından çok zengindir ve fakat ülkedeki (büyük ihtimalle antiemperyalist ve bu yüzden eleştirilemez sosyalist) savaş baronları veya diktatörler de her şeyi kendileri denetlemekte ve sömürmektedir. ( Bu size hayal gibi geliyorsa dünyada sizin arzuladığınız anlamda eşitlikçi tek bir sosyalist ülke olup olmadığına bakmanızı isterim)
Ne yapmalıyız? Ülkenin, “bağımsızlığına” saygı duyarak bulabildiğimiz tek yönetici ile temasa geçer ve onun razı geldiği şartlar altında ülke ile ticaret yaparız değil mi? Peki “özgürlük panterlerinin” eli kalaşnikoflu( Büyük Sovyet ağabeyimizin dünya teröristlerine ve diktatörlerine en makbul hediyesi) büyük kabile reisi bize “kendisine münasip bir hediye verilmesi kaydıyla” bu ticarete izin vereceğini söylediğinde ne yapmalıyız?
Seçeneklerimiz şunlardır:
Ya “Siz bir demokrasi değilsiniz!” diyerek kapıyı çarparak çıkarız.
Ya istediği rüşveti verir ve ticarete başlarız.
Veya onu devirir ve ülkede demokrasiyi tesis ettikten sonra ticarete başlarız.
Birinci şıkta ülkeyi bilgisayardan, radyodan ve telefondan mahrum ederiz. Ülkenin doğal kaynakları da yerin altında gömülü kalır ve ülke “fakir ama onurlu” bir bağımsızlıkla sosyalist diktatörünün emrinde yaşamaya devam eder.
İkinci şıkta ülke gene bantu bantu bay kalaşnikofun emrinde yaşamaktadır ama bu sefer bazı kabile üyeleri üzerlerine tulum giyerek petrol çıkarmakta, ülkede internet iletişimi başlamaktadır. Ülke halkının taş ve mızraklı bağımsızlığının, yüksek bebek ölüm oranlarının, yiyecek kıtlığının “bağımsızlığın” olmazsa olmazı olduğunu düşünmekte ısrar ediyorsanız, bantu bantu bay kalaşnikofla mutluluklar dileriz elbette
Ama sanırım bu ikinci şık çocuğuna ilaç alabilecek bir kabile üyesine sizden daha cazip gelecektir.
Ama eyvah! Sakın “emperyalist” ulus ötesi sermaye ülke ekonomisini ele geçiriyor olmasın? Kendi başına yalnızca kalaşnikof ithal eden bantu bantu reisi şimdi ülkesini emperyalistlere açmıştır. Peki ülkesine hiçbir yabancı şirket gelmese, toprak altındaki doğal kaynakları kim insanlığın kullanımına sunacaktır? Yoksa herkes ancak kendi ülkesinde kullanabildiğiyle yetinmeli ve hiç kimsenin kendisiyle alış veriş etmesine izin vermemeli midir?
Diğer bir şık da ülkedeki diktatörlüğü yıkmaktır. Ama o zaman da ülkenin “bağımsızlığına” müdahale edilmiş olmaz mı? Eğer ülkede demokrasiyi kurmak için müdahale edilirse bu “işgal” anlamına gelecektir. Eğer edilmezse bu sefer de ülke kaynakları sömürülmekte ve emperyalistler o ülke halkına “eşitsiz” davranmaktadır.
Görüldüğü gibi antiemperyalizm söylemi dünyayı sömürenler ve sömürülenler olarak ikiye ayırmaktadır. Bu kamplaşmanın neredeyse ezelî olduğunu da Marx’ın hurafelerine dayanarak bize kabul ettirmeye çalışmakta daha da kötüsü bu tavrıyla“emperyalistlere” zımnî bir patronaj yüklemektedir. Böylece üçüncü dünyanın diktatörlerinin sosyalist hayalciliklerinin sorumluluğu onların omuzlarından alınarak rahatlıkla “emperyalist” ülkelerin üzerine yıkılabilmektedir.
ABD’nin petrol için Irak’a girmesini yanlış bulanların, petrol denizi üzerinde oturmuş sosyalist BAAS diktatörlüğünün “bağımsızlığına” saygı göstermesi akıl alır gibi değildir.
Antiemperyalist söylem gelişmiş ülkelerin küresel politikalarının ahlâksızlığını sürekli tekrar ederken bir ölçüde haklıysa da “sömürülen” ülkelerdeki çoğu sosyalist diktatörlüklerin ahlâkın neresinde durduğuna hiç değinmemeleri dikkat çekicidir.
Bu ülkelerde “bağımsızlık” adına hiç karışılmaksızın duran sosyalist diktaların yerini, kendiliğinden demokrasiye bırakması için ne kadar zaman geçmesi gerektiği konusunda kafa yormayı gereksiz buluyorsak ahlâkî yargılayıcılığımız ciddi şüphe altına girmiş demektir.
Antiemperyalizm söylemi, marksizmin , “Ya otarşi-ilişkisizlik veya mutlak eşitlik” diye tercüme edebileceğimiz ahlâkîliği tartışmalı anlayışı ile uluslar arası ilişkileri kendi kafasında dondurmak istemektedir.
Bu anlayış, ilerlemeyi eşitsizlik gibi görerek toplumların aralarındaki farkı azaltmanın tek yolu olan mübadelenin önünü kesmeye ve ilerlemiş ülkeleri de geri kalmışların şartlarına mahkûm ederek “eşitliği” sağlamayı hayal etmektedir. Kısaca bir Newyorklu’yu sahip olduğu tüketim imkânlarından mahrum ederek bantu bantu bay kalaşnikof’un “bağımsız” diktatörlüğüne hiç dokunmaksızın kabileyi gofrete, çikolataya boğmak istemektedir.
Eğer, “dünyanın, işine hiç karışmadığı” içe kapalı, “kendine yeterli” bir sosyalist düzenin en ideal durum olduğunu düşünüyorsak sorun yoktur.
Sorun şu ki dünya alışverişin devam ettiği ve bu yüzden her an birileriyle muhatap olmaya mecbur kaldığımız, kalacağımız bir pazardır.
Sorun bu pazarda nasıl davranacağımızdır. Sorun nasıl davranacağımıza ancak kendimizin karar erebileceğimizdir.
Bu kararı verirken ya büyük bir küresel aktör gibi davranır ve mübadelenin şartları için pazarlığa katılırız veya “emparyalistlerin” kararları karşısında tepki vermek için bekleyen ancak kendi aklının sorumluluğundan kaçarak kurban rolü oynamakla kendini tatmin eden bir bantu bantu bay kalaşnikof ülkesi oluruz. Çünkü hayat boşluk kabul etmez. Karar vermekten kaçınmak da bir karardır ama sonrası için konuşmak yetkisini kaybetmeyi göze almak kaydıyla…