Aslında hepimiz hayata her gün
teğet geçeriz.
Peki ama hayat zaten yaşadığımız şey değil
midir?
Galiba pek öyle değil.
Çünkü aslında hayat aslında “idrak
ettiğimiz” şeydir. Şimdilerde buna “farkındalık” da deniyor.
İdrak edemediğimiz şey bizim için
var mıdır? Belki de sormamız gereken soru budur. Ya da idrak ve varlık arasındaki ilişkinin
farkına varmak, bu soruyu sorabilmemizin sebebi değil midir?
Hayır… Konuyu dağıtmayacağım.
Hayat idrak edebildiğimiz şeydir.
İdrak edemediğimiz şeyleri unutmaya eğilimliyizdir.
Bugünlerde “Atomik Alışkanlıklar”
diye bir kitap okuyorum. Aynı zamanda Carl Jung’un “İnsan ve Sembolleri’ni” okuyorum. (Bunlardan
neden bahsettim? Çünkü bir insanın düşüncelerinin nasıl geliştiği sanırım biraz
da onun okuma macerasıyla ilgili).
Peki ama bu “teğet” benzetmesi
neyin nesi?
Hayat düz bir çizgide akıp
gitmiyor mu?
Hayat bazı düşüncelerde bir tür “çarka”
benzetilmiş. Neden? Çünkü hareket ya da ilerleme, ancak bir yüzeye geçici bir süre hatta
bir an denebilecek kadar kısa bir süre temas etmekle yani bir tekerleğin
hareketiyle sağlanabiliyor. Bu kısa anlar da bir çemberin, bir tekerleğin, bir
yüzeye “sürekli teğet geçmesi” ile harekete dönüşüyor.
Çemberin üzerindeki
sayısız/sonsuz noktanın her biri, her bir an yola temas ettiğinde ya da
edebilirse “hareket” meydana geliyor.
İşte hayatımız da aslında zaman
ekseni ya da düzlemi üzerinde her biri eşsiz anlardan oluşan seçimlerimizin
sürekliliğinden ibaret.
Bir an bir şey yapmayı “seçiyoruz”
ve o anda eylem çemberimizde bir nokta, zaman düzlemine değmiş oluyor. Ama öylece
kalmak istemiyoruz. Seçtiğimiz şeyi, bir başka seçimle destekliyoruz. Böylece
yaşam tekerimizi ya da çemberimizin bir başka noktasının zaman düzlemine
değmesini sağlıyoruz. Daha sonra ilgili (ya da ilgisiz) bir başka şey yapıyoruz
ve bir başka noktanın yüzeye dokunmasına, temas etmesine sebep oluyoruz.
Peki ama bu sırada ne oluyor? Bu sırada
her bir anlık seçim eylemi, birbiri ardına gelerek görünebilir, yargılanabilir
bir eylem sürecini oluşturuyorlar. Seçimlerimizi birbiri ardına ekleyerek
bunların bir bütün halinde kalmasını, bir “eylem” oluşturmasını istiyoruz.
Çünkü “eylemezsek” yaşayamayacağımızı biliyoruz. Çok basit bir benzetmeyle
köpekbalıkları gibiyiz: Hareket etmezsek ölürüz.
Ya hiçbir şey yapmamayı seçen düşünürler,
filozoflar? Fıçı içinde yaşayan Diyojen kimdi peki? O boğuldu mu, öldü mü?
Elbette hayır. Onun “eylemi” de
düşünmekti. Filozoflar, düşünmeyi, “salt eylem” haline getirmiş sanatçılardır.
Peki ama bütün bunların “mutlulukla”
ne ilgisi vardır?
Filmin sonunu baştan söylemek
istemezdim ama insan mutlu olmak için yaşar. Çoğumuz, çoğu zaman bunun, anlık
zevklerden ibaret olduğunu düşünür, anlık zevklerin en büyüğüne ulaşarak mutlu
olacağımızı sanır ve “hayat tekerimizi” buna göre hareket ettiririz; buna göre
eyleme geçeriz.
Oysa hayat böyle işlemez.
Peki neden?
Çünkü genellikle “en büyük zevke”
ulaşmak için yapılması gerekenleri yapmak için öyle otomatik, öyle hızlı
hareket ederiz ki amacımızla ilgili olmayan her şeyi idrak dışında bırakırız. (Burada
bazılarınızın, “idrak” kelimesi yerinde neden “algı” kelimesini kullanmadığımı
sorabileceğini tahmin ediyorum. Çünkü “algı”, biz farkına varmadan da meydana
gelir, oysa bir şeyi idrak edebilmek için algının, bilinçli/uyanık şekilde “işlenmesi”
yani “idrak edilmesi” gerekir.)
Hayat ancak tekerleğimizin her
bir seçimle zaman düzlemine temas ettiği anların idrak edilmesiyle yani
eylemlerimizin farkında olmakla “yaşanır”. Demek ki “hayat”, biz hiç farkına
varmadan geçip giden zaman değildir.
Belki de zamanı da seçim tekerleğimize/çarkımıza
sürekli teğet geçen bir başka tekerlek/çark gibi düşünmeliyiz.
Soruyu tekrarlayalım:
Bunların mutlulukla ne ilgisi
var?
Mutluluk sürekli bir zevk hali
değildir, öncelikle bunu anlamamız lâzım. Mutluluk, hayatımızdaki “sevinç
pırıltılarıdır”. O halde sürekli mutlu olamaz mıyız? Sürekli olan sadece harekettir. Neyi nasıl
idrak ettiğimiz ise sadece bizim seçimimizdir ki bu da çoğu zaman değişir.
Peki seçimimizi sürekli
mutluluktan yana yapamaz mıyız?
Neden olmasın? Seçimini sürekli
mutluluktan yana yapan insanlara “iyimser” deriz. Onlar hayat tekerleği üzerindeki
sevinç pırıltısı anlarını hatırlamayı seçen insanlardır.
Böylece şuna geliyoruz: Hayat
çarkı aslında bizi esir alan, bizden bağımsız bir kader tekerleği ya da çarkı
değildir. O halde benzetmemizi bir adım daha ileri götürüp onu bir otomobil tekerleğine
dönüştürebiliriz. Bütün otomobil tekerlekleri otomobilin hareketi için vardır.
Onlar hem arabamızı hareket ettirir hem yolda tutunmasını sağlar. Buna karşılık
hepsinin üstünde eşsiz kanal desenleri/örüntüleri vardır.
Biz, kendi tekerleğimizin desenlerini
kendi seçimlerimizle oluştururuz.
İşte bu yüzdendir ki eylem
tekerleğimizin zaman düzlemindeki her bir anlık teması yani “anlık teğeti”, seçimlerimize
göre ya bir mutluluk ya da bir mutsuzluk “teğeti” olarak
işlenir, kaydedilir.
Bir tekerleğin sınırlı bir
çevresi vardır ve üstündeki bir nokta pek çok kez yola temas eder. Fakat tekerlek
her seferinde yolun başka bir yerine temas eder. Sürücü düzgün yollardan
gittiğinde, tekerlek daha az yıpranır. Hepimiz hayat tekerleğimizi döndürürüz
ama pek azımız o tekerlekte yani bilincimizde ve bilinç altımızda nelere sebep
olduğumuzu düşünürüz. Hayat tekerleği döndürmek değildir, hayat tekerleğin
dönüşünü idrak etmektir.
Ne diyordu Matrix’te Morpheus,
Neo’ya? “Matrixte ölürsen, gerçek hayatta da ölürsün, çünkü insan bilinçsiz
yaşayamaz.”
Özetle…
“İyimserlik” boş bir teselli
değildir. İyimserlik her biri eşsiz olan hayat anlarını sevinçle
ilişkilendirmek, yaşamın içindeki sevinç parıltılarını “seçmektir”. (Bundan
dolayıdır ki aynı olayı yaşayan insanların bir kısmı o olayı mutsuzlukla bir
kısmı da mutlulukla anar.)
O halde şu kısacık hayat
serüveninde biz de sevinç parıltılarını seçsek pek güzel olmaz mı?