Ben Döner Ekmek Yiyemediğim İçin Kötüyüm!
İnsan, midesinin esiri midir?
Yani insan, midesi ne derse onu
mu yapar?
Marx’a sorarsanız öyle… Ona sorarsak
aç insanın çalması kadar doğal bir şey olamaz.
Buradaki merkezi önerme: “Aç
insanın ahlâkı olmaz!”dır.
Acaba gerçekten öyle midir?
Öncelikle aç insandan neyi anlamamız gerektiğine bakmalıyız. Daha sonra
toplumda aç insanların çoğunluğu teşkil
edip etmediklerine bakmalıyız.
Buradaki “açlık” öyle tahmin
ediyorum ki “mutlak yoksulluğu” temsil ediyor.
Ekonomik göstergelerle ya da sağlık standartlarıyla toplumda bir açlık
veya yoksulluk sınırı tespit edilebiliyor. Sorun şu ki Marx’ın bunlarla bir ilgisi yok. Kaldı
ki bu sınırların ülkeden ülkeye değişmesi de işi zorlaştıran bir başka husus.
Ama bu konularda hiç değinilmeyen
bir başka unsur, ülkeler arasındaki
bireysel gelir farklarının, o ülkelerdeki mülkiyet hukukuyla teşebbüs
hürriyetiyle hukuk ve siyasi birlikle
ilgisinin iç araştırılmaması.
Demek ki aslında Marx
yoksulluktan bahsederken “kimin yoksulluğundan” bahsettiğini bilmemektedir.
Buradan konunun merkezine
geçeceğiz. O merkez de Marx’ın bu derin cehaletiyle geliştirdiği sanılan o etik
romantizm. Öncelikle Marx’ın “proleter sınıfını” etik bir duyarlılıkla
savunmadığını hatırlamalıyız. Garip bir biçimde Marx aslında kendi kutsal
kehanetinde, proleter sınıfını, “kaçınılmaz bir şiddetin kaçınılmaz öznesi”
olarak görmek dışında bir şey söylememiştir. Kendince olaya gayet soğukkanlı ve
yabancı bir ölü yıkayıcısı olarak bakmıştır. Sosyalizmin romantizmi Marx’tan
gelmez, marksistlerdern gelir, yani şeyh uçmaz mürit uçurur.
Marx davranışsal doğruları neyin
belirlediğiyle de pek ilgilenmez. O, hepimizin günlük hayatını belirleyen
normatif ahlâkı açıkça küçümser. Bu küçümseme müritlerinin yarattığı eserlerde
de sürekli “iki yüzlülük” olarak betimlenir ve küçümsenir.
Marx, insanî değerlerin ve normların
hepsinin aslında “ toplumca ve toplumu yönlendiren ekonomik durumlarca
uydurulmuş”, gerçek dışı şeyler olduğuna inanır. Dolayısıyla Marx’a göre toplumu, proleterlerin zorbalığıyla ya da
diktatörlüğüyle “düzelttiğinizde”, burjuvanın icat ettiği bütün o sahte ve
ikiyüzlü “kurumlar” ortadan kalkacağı için dünya “olması gereken doğal cennete”
dönüverecektir.
Marx tarihi, ekonominin kurallarıyla işleyen bir Tanrı makinesi
olarak görerek her şeyi çözebileceğini sanmıştır. Kendi içinde tutarlı bir
totolojik kozmos yaratarak her şeyi çözebildiğini sanmıştır.
Bu dahiyane açıklamanın tek
eksiği ise “bireydir”. Birey, kendi haklarını ( menfaatlerini) kendi
sınırları içinde kullanmak sorumluluğuna ve yetkisine sahip olan “temel
varlıktır”.
Bireyin keşfi, modern insan
hakları kavramının ve hukuk devleti olgusunun doğuşunu sağlamıştır. Bireyin
kendi başına bir “değer” ifade etmediği hiçbir sistemde, özgürlükten ve güvenlikten
bahsetmek mümkün değildir. Özgürlük ve güvenlik birbirlerine zıt kavramlar
değildir. Güvenlik, bireyin, haklarını, kendi sınırlarına riayet ederek
kullanabilmesinin güvencesi demektir.
Oysa Marx ne böyle bir özgürlükten
ne de böyle bir güvenlikten bahseder. Ona göre “özgür” insan, ihtiyaç duymayan
insandır.
Sorun şudur ki gözünün önündeki
bireyi göremeyecek kadar miyop olan Marx, bireyin ihtiyaçlarının ne olduğunu,
bunları kimin belirlediğini söylemez. Müritlerince sürekli tekrarlanan “insanca bir
yaşamın” ölçüsü kim tarafından ve neye göre belirlenecektir? Dahası böyle bir
yaşam kimin tarafından temin edilecektir?
Bu sorular işin “pratiğine”
yönelik diye görülerek ayrı bir tartışmaya taşınabilir. Ama asıl sorun şudur:
İşin içinden, kendi haklarını, kendi sınırları içinde kullanmak hakkına ve
yetkisine sahip bir temel varlığı” yok saydığımızda, korumak veya yok etmek
istediğimiz davranışlara veya olgulara nasıl karar vereceğizdir? Neyin kabul
edilebilir olduğunu, nasıl söyleyeceğizdir? Yani bütün sınıfları yok edip
sadece proleterleri egemen kıldığımızda bütün ahlâksızlıkları kendiliğinden
ortadan kaldırmış mı olacağızdır?
Marx’ın kaçınılmaz safsata
çıkarımı bizi bu sonuca götürüyor.
Elbette müritleri bütün bunları “en
basit olan kuvvetle muhtemeldir ki en doğru landır” mantığıyla akıl almaz bir
tutuculukla savunurlarken birey dene temel varlığın “ zarar vermemek iradesi”
diye tanımlayabileceğimiz “ahlâkın”, öz
denetimine sahip olduğunu reddetmekte sakınca görmezler.
İşte Marx ve müritleri tam da bu
noktada bireyin sahip olduğu “özdeğer” bilincini küçümsemekte hatta yok saymaktadır. Özdeğer,
bireyin, kendi varlığını, bütün unsurlarıyla korunmaya lâyık görmesi demektir.
Marx ve müritleri için “insan” kendine göre ihtiyaçları karşılanmadıkça her
türlü şiddete yönelmesi mümkün ve hatta gerekli olan bir primat türüdür. Marx
ve müritleri, insanın bir birey olarak kendi başına değerler ve normlar
geliştirebilmesi durumunu kabul edememişlerdir.
Bundan dolayıdır ki sözde bireyi
devlete ya da burjuvaya karşı koruyarak onu özgürleştirecek olan sosyalizmi, ne
idüğü belirsiz bir kitlenin nereden geldiği belirsiz iradesine ve basiretine yüklemişlerdir.
Aslında bu tespit dahi son derece insaflı, romantiktir. Onlar insanlığın bütün
kaderini, ekonominin sözde kurallarının hükmettiği bir tarihin tanrısallığına bağlamışlardır.
Bireyi bir kez reddettiğimizde, “zarar
vermemek iradesini” gösterecek yegâne varlığı ortadan kaldırmış oluruz.
Dolayısıyla ortada insana zarar verecek
eylemleri sınırlayacak hiçbir şey kalmamış olur. Marx ve müritlerinin insanlığa
verdikleri en büyük zarar, işte bu “özdeğer” inkârıdır.
Bu da “önce ekmek, sonra ahlâk”
diyen Bertold Brecht’in, aslında ne tür bir alçaklığı ve vahşeti davet ettiğini
anlayamamak demektir. Bu, ekmek yemek için ekmeği yapanları yok edebileceğini
sanan bir vahşi hayvan sürüsü yaratacağını anlayamayan bön bir proleter
tanrısıın mantığından başka bir şey değildir.
Bir başka yazıda Marx’ta ve
çeşitli dinlerde “özdeğer” eksikliğinin kökenine bakmalıyız ama şimdi…
Kısaca özetleyecek olursak
insanların boğazlarına bedava ekmek sokarak onlardan “proleter melekler”
yaratamayız.