İlber Ortaylı’nın otoritesinden
sonra tarihçilerde bir popülarite ve
bilgiçlik yarışı başladı sanki. Her kanal “uzman bir tarihçi” çıkararak gerçeği
bulmak dahası ona hükmetmek derdinde.
Ayşe Hür, Mustafa Armağan gibi
isimler bildiklerimizin aslında yanlış olduğunu, “tarih Tanrısının” o eşsiz ve
objektif bilgisiyle göstermeğe çalışıyor.
Tarihle ilgili iki sorun var.
Bunlardan birincisi, tarihe
kaynaklık eden metinlerin ve eserlerin kökenleri… Kısaca tarihi kimin yazdığı
veya oluşturduğu . Tarihçiler “güvenilir” saydıkları bilgi kaynaklarına bakarak
geçmişle bugünün ilgisini kurmağa çalışan insanlar.
Tam da bu noktada İlber Hoca’nın “Tarihi
devletler yazar.” Sözü aklımıza geliyor. Neden böyle? Çünkü toplumsal olaylara
dair en doğrudan bilgiye devletler sahiptir. Belli bir tarihteki buğday rekoltesinden, vatandaşların toplam
gelirlerine kadar pek çok bilgi ancak devlet otoritesince derlenebilir ve
kaydedilebilir. İşte sorun da burada başlıyor: Devletler objektif, tarafsız
bilgi kaydedicileri midir?
Böyle olduklarını söylemek pek de
mümkün değil. Çünkü her devlet belli bir toplumsal yapıya dayanır. Toplumsal
yapılar da hayata cevap veriş biçimi (kültür),
teknoloji, her ikisinin birleşimi olan
medeniyet ve daha da önemlisi algılama biçimiyle birbirlerinden yarılır.
Dolayısıyla bu toplumların meydana getirdikleri “devletler” de bütün bunlara
bağlı olarak oluşur. Sözgelimi kültürel yapısı basit/animal, teknolojisi düşük,
algılama biçimi içe kapanmacı bir toplumsal yapıdan bugün anladığımız ve örnek
aldığımız bir liberal demokrasinin çıkması mümkün değildir.
Hal böyle olunca tarihçilerin
sürekli allamelik ederek bilebildikleri
kaynaklarla sidik yarıştırmalarının bir anlamı olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü
en tartışılmaz sayılabilecek bir takım
sayısal verilerde bile savaşların tarafları arasında ciddi tutarsızlıklar
olduğuna her gün şahit oluyoruz.
Tarih disiplinin “kaynak eksenli”
sorunu bu.
Ama tarihin asıl sorunu, “yorumlayıcı
eksenli” malumat sorunu. Kaynaklar kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmezler.
Bu kaynakların “bir şeylere işaret ettiklerini” söyleyenler tarihçilerdir.
Demek ki tarihçinin esas işi anlam oluşturmaktır. Aksi takdirde olayların
kayıtlarını ortaya dökerek yalnızca bir çamaşır sepetini salonun ortasına
boşaltmış olurlar.
İş gelip bu anlamlandırma
sürecine dayanıyor. Çünkü aynı olaylara
dair farklı kaynaklardan kaçınılmaz olarak
gelen bilgilerin neden farklı
olduklarını anlamak da tarihçinin işi. Aksi takdirde tarih kaynaklarla sürdürülen bir sidik yarışı
haline gelir. Sözgelimi Türk’lerin güneye
inmelerini engelleyen Çin Seddi’nin sahiplerinin “ Türk’lerle savaştık
ama olayları tarafsızlıkla kaydetmezsek gelecek nesillere ayıp olur..” gibi bir
endişeleri acaba var mıydı? Yoksa kayıtlarına
bir Türk önyargısı mı damga vuruyordu? İşte bunun neden ve nasıl
olduğunu anlamazsak “gerçeğe” yaklaşamayız.
Oysa bugün tarihçilerin çoğunun
anladığım kadarıyla gerçekle ilgisi yok. Tarih Türkiye’de ideolojik
kamplaşmanın, Kürtçüler için etnik
asabiyetin, dinciler için Türk ve Atatürk düşmanlığının meşrulaştırıcısı bir
kayıt kültünden ibaret.
Dolayısıyla da ağzını açan
tarihçi “Ama falanca da böyle diyor, n’aber?” gibisinden muarızına allamelik
taslamak dışında pek bir şey yapmıyor.
Tarihi kaynaklarda rastlanan
öznellik tarih yorumculuğunda da ortaya
çıkıyor. Böylece amaçsal bir kaynak
derleyiciliğinin yanı sıra amaçsal bir yorumculuk durumu da ortaya çıkıyor.
Burada da titrler ve unvanlar söz konusu “bilginin” dokunulmazlık kalkanı
işlevini görüyorlar.
Peki ama tam tarafsız, adil ve
adeta melek bir tarih yorumcusu diye bir şey var mıdır?
Düşünce namusuna sahip tarih
yorumcuları elbette var. Kaldı ki “düşünce namusundan” kastımız ne olabilir? “Düşünce
namusundan” kastımız, belki kendi
toplumsal önyargılarına rağmen “düşmanın” varlığına saygı göstermek olabilir. Bunun dışında ve ötesinde çatışmaları tam bir
tarafsızlıkla ele almak mümkün müdür? Meselâ savaş başlatıcı Nazi rejiminin “düşünce namusuyla”
meşruiyetinin ispatlanması mümkün
olabilir mi?
“ Tam tarafsız bir tarih yorumundan herhangi
bir anlam çıkarılabilir mi?” tarihçiler buna “ Tarihin işi anlamlandırmak
değildir, ortaya koymaktır.” diye cevap
verirlerse onlara o halde neden durmaksızın her gece bir televizyon kanalında, kanal
politikalarına uygun tarihsel yargılar
sunduklarını sormak isterim. Tarih daima elindeki delillere göre ortaya bir
hüküm koyar ki bu hüküm de mensup olunan ulusun dağarcığına bir anlam bakiyesi
olarak katılır.
Bundan dolayıdır ki Viyana
kuşatmaları Avrupalıların heykellerinde ezilen yeniçeriyle temsil edilirken hiçbir
tarihçi “düşünce namusu” ile hareket ederek meselâ “ Ama Türklerin de yayılmağa
ve fethetmeğe hakkı yok muydu?” falan demez.
Nasıl kaynak oluşturucu, kaynak
yaratıcı toplumlar kaynakları kaçınılmaz olarak kendi parmak izleriyle
yaratıyorlarsa kaynak anlamlandırıcısı tarihçiler de bu anlamları kendi bilinçlerine göre meydana getirirler.
Sözgelimi Marksist bir okuryazar için Türk tarihi, ancak resmi tarihten ve Türk
yanlısı bir kayıttan ibarettir. O, tarihi ancak sınıfsal mücadelelerin bir
kaydı olarak görecektir. Herhangi bir Kürtçü için tarih, ezen Türk’lerin silmeğe çalıştığı sözde
bir Kürdistan İmparatorluğu kaydından
ibarettir. Bir şeriatçı için tarih, Arap’ların dini yaymak için giriştikleri
fetihlerin kayıtlarından ve asr-ı saadet menkıbelerinden ibarettir.
Bundan dolayıdır ki Türk
düşmanlığı tarihin sözde kaynaklı tarafsızlığına dayanarak Türk adına ve tarihine
sürekli saldırmakta ve onu tahkir etmektedir.
Bundan da dolayıdır ki kaynaklara
aşinalıkta rekabete girişmenin ulusun bilgi dağarcığına, anlamlandırma
yeteneğine herhangi bir katkısı olmaz. Bu, ancak tarihçi egolarını tatmin eder.
Tarihçilerin sürekli kendi gerçeklerini birbirleriyle yarıştırması
ne gerçeği anlamamız sağlıyor ne de Türk çocuklarına sağlam bir varoluşsal
anlam…