Ne zaman Türk Ulusu’nun
özgürlüğünün ve bağımsızlığının korunmasından bahsedilse Kürtçüler,
şeriatçılar ve onların aklayıcısı hümnaist
liberaller ve hümanist solcular
derhal “insanların eşitliği” idealini ortaya sürerek aslında Türk adının, haksızlığın,
eşitsizliğin ve zorbalığın sembolü olduğunu kanıtlamağa çalışıyor.
Buradaki eşitlik “idealizmi”,
toplumsal doğal ve siyasal kimliklenme
süreçlerini “sübjektif” ve zararlı
şeyler olarak kabul ediyor.
Buna karşılık enternasyonalist
hümanistler söz gelimi Kürt kimliği gibi ajite ve tahripkâr bir yapılanmayı
kendi şefkat ve merhamet hislerinin çemberinde “daha eşit” ve “dokunulmaz” kılmak
için uğraşıyorlar.
Hiç sorulmayan ya da düşünülmeyen
şeyler ise “eşitliğin” gerçekte ne anlama geldiği ve buna bağlı olarak
sınırlarının neler olduğu.
Eşitlik terimi son derece
savrukça ve keyfi olarak kullanılıyor. İnsanların doğuşta aynı biyolojik özelliklere
sahip olmalarından dolayı yaradılışlarından gelen ortak ve aynı haklara
sahip oldukları düşüncesi modern liberal
demokratik devletlerin temel kabulü. Sosyalizmin eşitlik ideali biyolojik
ihtiyaçlarımızın temelinde, hayvansal
olarak eşit olduğumuz esasına dayanır.
Peki ama doğal olarak bu denli
eşitsek nasıl oluyor da farklı toplumsal düzenler geliştirip farklı devletler
oluşturabiliyorduk? Eğer “doğal olarak eşitsek” bu doğal durumu bozan her şey,
yok edilmesi gereken bir tür çelişki olmalıydı.
Sanırım buradaki temel karmaşa
“eşitlik” kelimesinin bağlamından kaynaklanmakta.
“Eşitlik”, ihtiyaçlar, ahlâk ve
hukuk bağlamları açısından farklı anlamlar veya farklı sonuçlar içeren bir
terim.
İhtiyaçlar bağlamındaki eşitlik sosyalizmle ilgilidir. Sosyalizm
“eşitlik” derken herkesin ihtiyaçlarına
yönelik eşitlikçi bir kamu ilgisini kast eder.
Ahlâki bakış, insanların
birbirlerine zararsızlığı gözetmekte ayrımsız davranmaları gereği üzerinde
durur.
Hukuksal eşitlik ise aynı kanunlara tabi olan insanlar arasında
kesin ve mutlak bir ayrımsızlık halini anlatır.
Görüldüğü gibi “eşitlik”
teriminin bu farklı kullanımları çok farklı içeriklerden kaynaklanır.
Eşitliğin, ihtiyaçlar temelinde
sağlanamayacağı sosyalizmin en şiddetli uygulamalarından sosyal demokrasi denen
en sulandırılmış haline kadar cephelerinde ortaya çıkmıştır.
Ahlâkî eşitlik ise “ahlâkın”
hangi toplumsal yapıda geliştiğine göre değişir. Hakikatte eşitliğin ahlâkî
yordamı da toplumsal yapıların
gelişmişliğine göre değişir.
Söz gelimi Marx’ın bize örnek
olması gerektiğini söylediği ilkel kabilelerde, modern toplumlarda ayıp sayılan
pek çok şey “ayıp” sayılmaz. Peki ama bu
durum “ideal” olabilir mi? Nüfusu çok
sınırlı, iş bölümü yok denecek kadar az küçük bir topluluktan, nüfusu büyük, iş
bölümü akıl almaz derecede çeşitli, menfaat algıları sonsuz sayıda kocaman bir
toplumun bütünlüğünü sağlayabilecek değerlerin çıkmasını bekleyebilir miyiz?
Elbette böyle bir beklenti gülünç ve
mantıksız olurdu.
İlkel bir toplulukta avcılık ve toplayıcılığın
sınırlı hayatı içinde ahlâkî normlar maddi hayat unsurlarının
korunması ve kabile inancına sadakat
dışında çok da ayrıntılı ve
gelişkin-evrimci değildir. Bir kabilenin
sürekliliği onun sınırlı nüfusuyla ve kaynaklarıyla az sayıda ve muhtemelen
ancak maddi unsurları korumağa yönelik bir takım kurallarının tek amacı
“değişimi” engellemektir. Kabilelerin sınırlı nüfuslarıyla ve az sayıdaki ahlâki kodlarıyla sağladıkları eşitlik bu açıdan son derece
basittir.
İnsan beraberlikleri büyüdükçe
toplumsal iş bölümünün, kültürün, beklentilerin çeşitlenmesi durumları ortaya
çıkar. Bu durumların aynılaştırılması
mümkün değildir.Fakat beraberliklerin belli ölçüde benzeşmelere dayanması da elzemdir.
Kabilelerde ya da toplumlaşma
aşamasına ulaşamamış, nüfusu sınırlı,
ırksal ve kültürel homojenitesi fazla beraberliklerde benzeşme ölçüleri somut
ve az sayıda ve dahası irade dışı olarak bulunur ki bu durum da özellikle
kolektivist/sosyalist otoriter yönetimler
için biçilmiş kaftandır. Bu tür beraberliklerde aile/kan bağı, bilgisi,
tecrübesi, görgüsü az olan topluluk üyeleri için takip edilebilir bir soy
ağacı, fiziksel yakınlık, hızla
saldırganlaşma imkânı veren bir sürüleşme
güdüsü ile hissedilen “aynılık” bu tür
toplumsal yapılarda hiyerarşik bir yapı
gelişmekle beraber buna gösterilen
gönüllü uyum eşitlik endişelerinin ve arzusunun önüne geçer.
Oysa toplumlaşmış ve bunun
sonucunda uluslaşmış beraberliklerde karşılaşılan çeşitlilik daha farklı bir aynılaşmaya/benzeşmeye gerek duyulur. Tabiri
caizse bu tür toplumlarda “kim kime tum tumadır”.
Uluslaşma aşamsını tamamlamış
toplumlarda artık takip edilebilir bir kan bağı ve sürüleşmeye dayalı bir
güdülenme bulmak imkânsızdır.
Uluslaşmanın meydana gelmesini sağlayan zorunlu siyasî birlik bu birliğin sürdürülmesini sağlayacak iki
kurumu güçlendirir: Emniyet ve adalet kurumları.
Ulusal devletlerde tarihin eski
devirlerinde başlayan siyasi beraberlik bireylerde bir arada bulunmak ve aynı
değerleri paylaşmak arzusu yaratırken bu arzu milletin üyelerinin her birinin
ayrı ayrı korunmağa değer olduğunu gösteren emniyet ve adalet kurumlarıyla güçlendirilir.
Uluslaşma bir kez
gerçekleştirildi mi artık üyelerinin animal bağlılık ölçülerine dönmeleri
imkânsız olur. Bu aşamada toplum, uluslaşmış yani artık bir paylaşılan değerler beraberliği
haline gelmiştir. Ve bu noktada da emniyet ve yargı, siyasi ve sosyolojik
olarak meydana getirilmiş bir müddet sonra
artık rızaya dayalı gelişen bu değer paylaşımını herkes
için ve her zaman korumak üzere tekelleşir.
İşte bu noktada insanlar kokuları
ve dokuları benzeyen iki ayaklı primatların
kendi aralarında büyük ölçüde
doğanın emrine göre kurdukları sürüsel beraberliklerden kendi rızalarıyla
kurdukları değere dayalı beraberliklere geçerken artık onların benzeşmesi de
i nsan evriminin soyut basamağına
ulaşmış olur. Böylece uluslaşmış
toplumlarda soyut bir insan idesi
meydana gelir. İlkel topluluklarda “insan” ancak doğaya aitken ve onun
emrettiği kadar “değerliyken” uluslaşmış toplumlarda korunan bütün değerlerin
merkezinde yer almağa başlar.
İlkel ve ulusaltı toplumlar insanı soyut bir değer olarak görmez. Onlar
için “insan” doğanın ya da Tanrı’nın rahtlıkla
yok edebileceği, kaderi kendi dışındaki güçlere tabi olan edilgen bir
varlıktır.
Yalnızca uluslar, bireylerinin kaderini, doğaya ya da Tanrı’ya
teslim etmeksizin onları gerek doğanın gerekse diğer insanların yok
ediciliklerinden, tek tek korumağa çalışırlar.
Sanıyorum ilkel ülkelerden ulusal ülkelere son zamanlarda yönelen yoğun göçün bir sebebi de bu.
Peki bütün bunlar ne anlama
geliyor?
Öncelikle toplumlar doğaları
gereği birbirlerine “eşit” değiller.Burada nüfus, coğrafî şartlar vs gibi
etkenler insan toplumlarını doğal olarak birbirlerinden ayırıyor.
İkincisi insan toplumlarının
tarihleri birbirinden farklı.
Üçüncüsü sahip oldukları ve
geliştirdikleri kültürel çeşitlilik ve kültürel güç farklı.
Dördüncüsü bütün bunların bir
sonucu olarak bu insan beraberliklerind eyerleşmiş hayata ve topluma bakış
farklı.
Beşincisi gene bütün bunların
sonucu olarak insan beraberliklerindeki ahlâk anlayışları yani davranış sınırlayıcı
kodlar farklı.
Altıncısı insan beraberliklerinde
devlet veya örgütlü yapıya yön veren yaygın/genel irade kullanımı farklı..
Hümanizmin yaygın ve en zararlı
kanısı, bütün bunların ahlâk dışı farklılıklar olması sebebiyle yok
sayılmalarının gerektiği.
İnsanlar, birer primat olarak
dünyaya gelmelerine rağmen onların varoluşuna verilen anlamın toplumdan topluma
değişmesini yok sayarak salt sözde ahlâkî gerekçelerle bütün insanları “eşit” saymak, eşitlik
düşüncesini yaratan uygarlık oluşturucuların kaderlerini, insanî soyutlamadan
yoksun olan ulusaltı toplulukların eline
bırakmak anlamına gelir. Nitekim bugün Türkiye’de sınırların ulusaltı Suriyeli
topluluklara koşulsuz açılması sonucunda kurumsal hayata Ortadoğu’daki bütüm toplumlardan
daha fazla uyum sağlamış olan Türk Ulusu’nun kaderi ne yazık ki bir demografik işgale Suriyeli Arap ve
Kürt sürülerinin keyfine terk edilmiş görünüyor.
Eşitliğin, insan için
uygulanabilir tek şekli “hukuk önünde “eşitliktir ki o da ancak “aynı hukuka tabi
olmayı seçen “ insanlar arasında sağlanabilir. Bu da siyasi anlamda “vatandaşlık”,
sosyolojik anlamda “ulus” olmak demektir.
Hukuk önünde eşitliği “herkese” , bütün insanlara uygulayabilmenin tek bir şartı vardır o da: Herhangi
bir ulusun bütün dünyada egemen olarak bütün insanlığı kendi belirlediği
kanunları uygulamağa mecbur kılması ya da bütün insanlığın onun hukuk oluşturuculuğuna razı olmasıdır.
Unutulmamalıdır ki
gerçekleştirilecek bir “tek dünya devleti”
dilsiz, kimliksiz bir insan
egemenliği olmayacaktır. Öyle bir devlette, o anda hangi ulus güçlüyse onun
dilini konuşulacak ve hukuk o ulusun oluşturuculuğuna
yani egemenliğine boyun eğilecektir.
Saptırılmış eşitlik uygar
toplumların nüfus ve kurumsal hayat düzenini alt üst eden göçlerin en büyük
aklayıcısı.
Bu yüzden insanlar arasında
mutlak bir eşitliğin olmadığı kabul edilmelidir. Çünkü “eşitlik” ancak uygar
dünya içinde anlamlıyken geri kalmış toplumların bireyleri uygar dünyaya bir
şekilde sızdıklarında dahi bu anlayışı içselleştiremeden, kendi ilkelliklerini
kabileleşme halinde bu toplumların içinde sürdürmekte ise “mutlak eşitlik” eşitliği bir kavram olarak oluşturamamış
ulusaltı toplulukların tehdidi altında
demektir.