31 Ocak 2018 Çarşamba

Sözlerini Yitiren İnsan

İnsanlarla tartışmaktan ne zamandır vazgeçtim. Susuyorum.
Çünkü sözcüklerimin onlara ulaşamadığını görüyorum.
Sözcüklerim onları aynı   şekilde anlamadığımız için muhataplarıma ulaşmıyor. Peki neden sözcükleri aynı şekilde anlayamıyoruz?

Bunun iki sebebi var:

İlk sebebi, ayrı kabilelerde bulunuyor olmamız.  Toplumumuz ulus vasfı gitgide zayıflayan bir kabileler koalisyonu haline geldiğinden, ortak anlam dağarcığı oluşturmakta zorlanıyoruz. Çünkü “mensubiyetimiz”, ancak ya Kürtlüğü, Ermeniliği  vs. tanımlayan kan bağından ibaret kalıyor ya da inancımızı  azami aynılaştırabilen cemaat ya da tarikattan ibaret kalıyor.

İkinci sebep de sözcükleri bugünkü göstergelerden ibaret sanmak cehaletimizden geliyor ki güncel çatışmaların en önemli sebebi bu.

İlk sebebi anlamak kolay. Türkiye’de  herkes ancak bir kabile içinde kendisini rahat ve huzurlu hisseder. Bu,  animal/ hayvanî  yaşamın kısa vadeli konfor arayışının sonucudur. İnsanlarımızda soyut düşünce eksikliği bir tür zevk verici meselâ  Politzer’i beş dakika içinde kitapçıdan alıvermek,  Politzer gibi düşünmekten çok daha kolaydır. Toplumun geneli üretim yoksunu ve dahası üretim düşmanı olduğu için “kendi  mezhebi ve meşrebince tüketen ve derhal tüketmek isteyen” kabileler halinde yaşamak en kolay yol olmuştur.

Bu denli tüketim arzusu, insan beynini insani sahadan uzaklaştırıp hayvansal sahaya doğru iter. Artık ihtiyaçlarımızı “üretmek” yerine  “kendiliğinden var olan şeyleri tüketmek” arayışına gireriz. Marx “ yabancılaşmayı” işçilerin ürettiklerinden kopması olarak temellendiriyordu ama bugün asıl yabancılaşmanın insanların, üretimden topyekün kopması olduğunu görebiliyoruz.

Bu olay, Marx’ın sandığının aksine sanayii toplumlarında gerçekleşmedi, sanayileşememiş ve üretim açısından sanayileşmiş ülkelere bağımlı toplumlarda gelişti. Bu toplumlar kapitalizmin seri üretiminin hız ve miktarının kaynağını araştırmak yerine kapitalizmin nimetlerini, doğada kendiliğinden bulunan ve  avcılarının emeğiyle oluşmamış av sürüleri gibi görürler. Geri kalmış ülke toplumları, kapitalizmin hızla ve çokça ürettiği şeylerin  nasıl büyük bir fikirsel emekle yaratıldığını düşünmek istemez ve bu çabaya da özenmez. Geri kalmış ülke insanı, meselâ cep telefonlarını, ağaçta kendiliğinden oluşmuş muzu iştahla toplayan bir maymunun iştahıyla tüketen insandır.

Üretime yabancılaşmış Türk toplumunda  “Hep beraber iş yapmak ”  davranışının yerini “ Hayvan sürülerinin ayrı ayrı yapacakları işleri yapmak” davranışı aldı.

Olay şüphesiz  sadece üretim ilişkisine indirgenemez. Bunun yanı sıra  ulusal egemenliğin ve hukuk birliğinin ülkenin geneline gerektiği gibi  götürülmesi ve feodal ve şeriatçı unsurların ortadan kaldırılmasındaki aksamanın da  payı büyüktür.

Üretim ve hukuk birliğinin ülke genelinde gerektiği gibi yürütülmemesinden dolayı toplumda, genel tatmin araçlarını var etmek mümkün olmamıştır. Bu durumda insanlar kendilerine ne çok benzeyenlerin içine sığınmak ihtiyacını duymuşlardır.

Etnik Kürtler için bu  bir sorun değildi, çünkü onlar zaten asırlardır, uluslaşmaya  yabancı kalabilmiş aşiretlerde aradıkları güvenlik ve tatminin bulabiliyorlardı.

Şeriatçılar da maddi menfaatlerle desteklenmiş bir dinî kabilecilikle tarikatlara ve cemaatlere yönelerek  aradıkları huzuru ve mutluluğu buldular.

Bu kabileleşme, basit bir beraberlik olmakla kalmadı, kendi dilini de yarattı.  Böylece “üretim”, “maliyet”, “ ulus”, “mal”, “mülkiyet”, “egemenlik” vs. pek çok sözcüğün “gerçek anlamlarını” araştırmak çabasının yerini, bunlar gibi sözcüklere kabilenin verdiği anlamı  topluma egemen kılmak çabası aldı. (Faşizm sanıldığı gibi sosyalizm ve  özgürlük karşıtı bir baskı rejimi değildir. Faşizm kafalarımızın içinde, kabile mensubiyetimizin bizi ittiği bir kabileci vahşet egemenliği ülküsüdür. Bu yüzden de meselâ devrimin kırdan şehre mi, şehirden kıra mı gitmesi gerektiğini bazen silahla tartışan sol fraksiyonlarla kadınlarına kendi tarikatlarına göre türban ya da çarşaf örten şeriatçı kabile yapıları arasında  bir fark yoktur. İki grup da kendi ilkel kabileciliğini,  kendilerini çok çok aşan büyük topluma  zorla dayatmağa çalışan faşist yapılardır.)

Böylece ancak ve yalnız kabilemizde konuşulan ve kabilemizce anlaşılan bir animal seslenme davranışını, “konuşmak” sanmağa başladık. Oysa konuşmamızın, toplumlaşmanın en gelişmiş anlamıyla “uluslaşmayla” bir ilgisi kalmamıştı. Günümüzde “ama” ile başlayan cümlelerimizin nerdeyse tamamı, sözcüklerimizin genel anlamlarına alternatif olarak oluşmuş kabile anlayışını ifade ediyor. En güncel örnek “Kızıl Elma”dır. Türk hakanlarının dünyayı  hükmedilecek bir altın elma gibi görmeleri fikrini anlatan bu terim şeriatçı kesimce “kırmızı elma” şeklinde anlaşılıp iktidar partisinin propaganda aracı haline getirilerek camilerde kırmızı elma dağıtmak eylemiyle basitleştirilmiştir.

Ki burada ikinci sebebe geliyoruz.  Kabilelerin tarihleri olmadığı için onlar ancak günlük ihtiyaçlarını  derhal karşılamak ve sadece bugün için toplamak ve tüketmek durumunda olan ilkel yapılardır. Deneysel psikoloji metinlerinde kabilelerin “sürekli bugünü” yaşıyor olması bunun kanıtıdır.

Kabilelerimiz sözcüklerini, bugün kendi şefleri hangi anlamda kullanıyorsa o anlamda anlamak eğilimindedir.  Kabilede hiç kimse kabile şefine ki bu şeflik her kabilenin  kendi oluşum sebebine ve biçimine göre farklı bir ad alır, kelimeleri yanlış  kullandığını söylemeğe cesaret de edemediğinden   iş, her şefin kendi bilgisizliği ve kesin inancına göre bir tarih yazdırma saçmalığına kadar varabilir.

Mesela Kurtuluş Savaşı ne sosyalistlerin sandıkları gibi “Türk ve Kürt halklarının emperyalizme karşı yürüttükleri bir sınıf savaşıdır”, ne de  şeriatçıların anladıkları gibi “ Türk ve Kürt halklarının kâfirlere karşı ümmet şuuruyla yürüttükleri bir  Müslüman birliği savaşıdır.”

Kurtuluş Savaşı, Türk Ulusu’nun, varlığını ret ve inkâr eden bütün düşmanlarına karşı kazandığı bir varlık ve egemenlik savaşıdır.

Hal böyle olunca meselâ  hayatın, Allah adına ulemanın egemenliğinde  yaşanması gerektiğini düşünen şeriatçıların, lâik ve ulusal bir devletin temel metni sayılan Lozan’ı “hezimet” diye görmelerine şaşılamaz. Keza uluslaşma kavramını ve olgusunu hayatlarının  hiçbir aşamasında görmek istememiş, bundan dolayı da görememiş  ancak ve yalnız görebildiğiyle varlığını devam ettirebildiği için de çevresini kuşatan uluslaşma ortamını anlamlandıramayan  etnikçi Kürtlerin de  bu metnin getirdiği soyut değerlerde uzlaşmaları, hukuk  ve ülkü birliği gibi kavramları anlamaları mümkün olamamıştır.

Kabilelerin yalnız ve ancak bugün için yaşamak ilkelliği “gelişmiş sayılan” ve fakat yalnızca nüfus olarak büyüyüp de içindeki kabileleri eritememiş Türk toplumunda, bütün günlük hayatın ta kendisi olmuştur. Bunun sonucunda da bugün işimizi gören, bugün mensubiyetimizi destekleyen, bugün düşmanlarımızı tanımlayan ama yarına hiçbir anlamları kalmayan, tüketilip atılan bir sözcük dağarcığıyla yaşar hale geldik.

Belki farkında değiliz ama Türk’ü reddederek daha sosyal demokrat,  daha sosyalist, daha liberal,   daha uygar ya da daha Müslüman vs. falan olmuyoruz; bütün ortak anlamlandırma araçlarımızı yitirerek sadece daha ilkel hayvansı kabileler haline geliyor, daha çok parçalanıyor, daha az insan bir canlı türüne dönüşüyoruz.



7 Ocak 2018 Pazar

Seri Üretim Ama Hangisi?


Marx seri üretimin işçiyi ürettiği metaya yabancılaştırdığını iddia ediyordu. Çünkü seri üretim, parçalara bölünmüş bir üretim  biçimiydi ve işçiler Marx’a göre  bu bölümler arasındaki ilişkiyi bilmiyorlardı.

Marx bu üretim biçimini kapitalizme özgü bir şey kabul ediyordu. Marksizm , kapitalizme özgü saydığı bu üretim biçimini, insan doğasına aykırı buluyordu.

Marx bunları düşünürken “arz yönlü” klasik iktisadın “maliyet temelinden” hareket ediyordu.  Ona göre mal üretildiğinde fiyatı maliyetiyle birlikte kendiliğinden ortaya çıkmış oluyordu. Her ne kadar “mübadele değeri” dediği şeyi kabul ediyor olsa da  sübjektiviteyi anlayamamış olması onu fiyatın ve dolayısıyla ekonominin doğası karşısında aciz bırakıyordu. Ve fakat Marx ayrıca maliyeti sözde her bir birim için hesap ettiğini sansa da marjinal değer olgusundan da habersiz olduğundan maliyet hesabını da yanlış yapıyor  ve bu yanlışa dayanan “ artı değer” hesaplaması da dünyanın en büyük felsefi sapmasına  yol açıyordu.

Marx ne büyük nüfusları büyüyordu ne de artan ihtiyaçların nasıl karşılanabileceğine dair bir fikri vardı. O, işçi sınıfının  keyfe keder bir üretim biçimiyle herkese yetecek kadar mal üretiminin “ herhangi bir şekilde “ süreceğini varsayıyordu. Oysa ne  üretim insandan ayrı kendiliğinden yürüyen  ne de artan nüfusun bütün ihtiyaçlarını karşılayabilen bir otomatik üretim biçimi vardı.

Dahası Marx’ın varsayımları bu tip bir metafizik üretim biçimini  zımnen kabul etmekle birlikte  Marx  otomasyonun işçi sınıfının sözüm ona düşmanı olduğunu sanıyordu.

Ne yazık ki hayat onu kısa zamanda yanlışladı. Marx belki  başarıyla işçi  hakları için endişelendiği izlenimini uyandıran sözde romantik bir iktisat meraklısıydı ama ne gerçekten ne ekonominin doğasından anlıyordu ne de gerçek bir etik kaygısı vardı. O sadece hayallerinin, tarihin “Tanrı makinesiyle”  hayata geçirileceğini iddia eden  mekanistik bir kâhindi.

Oysa seri üretimin onun sandığı gibi işçiyi yabancılaştırmakla ya da hakkını yemekle falan ilgisi yoktu.  O artan nüfusların artan ihtiyaçlarını en hızlı ve ucuz karşılayabilmenin  yegâne  yoluydu.

Kapitalist ülkelerde seri üretim, üretim araçlarının fikir mülkiyetinden, üretim faktörlerinin verimli kullanımına kadar büyük bir tasarruf ve birikimin sağlayıcısı oldu. Aynı seri üretim sosyalist ülkelerde kaynakların ve sermaye mallarının tasarruf edilmesinden ziyade üretilmesi emredilmiş malların hızlı üretimi için kullanılıyordu.

Seri üretim kapitalizmde üretim araçlarının değişen ihtiyaçlara göre  hızla dönüştürülebilmesini sağlıyor ve böylece sermaye mallarından tasarruf edilebilmesini mümkün kılıyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Ford fabrikası, üretim bantlarını otomobil üretiminden bombardıman uçağı üretebilecek hale getirebilmişti. Oysa henüz resmen yıkılmamışken bile SSCB’de sayısız torna tezgâhı, ihtiyaçları giderememek ve talepleri karşılayamamak yüzünden bir köşeye atılıp çürümeye terk ediliyordu.

Seri üretim, sosyalist ülkelerde bile işler sitemin gerektirdiği   biçimde  yürütülüyordu. Bundan kaçınmak mümkün değildi.  Çünkü artan nüfusun artan ihtiyaçlarını, kıt kaynakları ve sermaye mallarını mümkün olduğu kadar koruyarak   verimli bir şekilde üretim yapabilmek bütün romantik  kolektivist hayallerden daha önemliydi.

Marx ürünlerin var olmasını istiyor ama onların nasıl meydana getirildiğine dair hiçbir şey bilmiyordu.  Marx fiyat denen değerlendirme mekanizmasının üretimin her aşamasını doğrudan biçimlendiridğini bilmediği için   üretim aşamalarının maliyetini hesaplamanın kapitalist piyasa ekonomisi dışında  bir yolunun olmadığını da anlayamadı.

 Romantizmi, insan hayatlarının, kolektivist bir seçkinler zümresinin keyfi  ile biçimlendirilmiş  büyük bir israf makinesinde heba edilmesine yol açtı. Sosyalizm, Marx’ın lanetlediği seri üretimi, onun hayallerine köle edip onu bir kıyma makinesi haline getirdi.

Marx düşüncelerinin, milyonların hayatı pahasına hayata geçirildiği ülkelerde  kapitalist üretim biçiminin egemen olduğunu  göremeden öldü. Ve onun hurafeleri ne yazık ki hâlâ elimizdeki tek sürdürülebilir üretim biçiminin dişlilerinin arasına kum dökmeğe devam ediyor.