İnsanlarla tartışmaktan ne
zamandır vazgeçtim. Susuyorum.
Çünkü sözcüklerimin onlara
ulaşamadığını görüyorum.
Sözcüklerim onları aynı şekilde anlamadığımız için muhataplarıma
ulaşmıyor. Peki neden sözcükleri aynı şekilde anlayamıyoruz?
Bunun iki sebebi var:
İlk sebebi, ayrı kabilelerde
bulunuyor olmamız. Toplumumuz ulus vasfı
gitgide zayıflayan bir kabileler koalisyonu haline geldiğinden, ortak anlam
dağarcığı oluşturmakta zorlanıyoruz. Çünkü “mensubiyetimiz”, ancak ya Kürtlüğü,
Ermeniliği vs. tanımlayan kan bağından
ibaret kalıyor ya da inancımızı azami
aynılaştırabilen cemaat ya da tarikattan ibaret kalıyor.
İkinci sebep de sözcükleri
bugünkü göstergelerden ibaret sanmak cehaletimizden geliyor ki güncel
çatışmaların en önemli sebebi bu.
İlk sebebi anlamak kolay.
Türkiye’de herkes ancak bir kabile
içinde kendisini rahat ve huzurlu hisseder. Bu,
animal/ hayvanî yaşamın kısa
vadeli konfor arayışının sonucudur. İnsanlarımızda soyut düşünce eksikliği bir
tür zevk verici meselâ Politzer’i beş
dakika içinde kitapçıdan alıvermek,
Politzer gibi düşünmekten çok daha kolaydır. Toplumun geneli üretim
yoksunu ve dahası üretim düşmanı olduğu için “kendi mezhebi ve meşrebince tüketen ve derhal
tüketmek isteyen” kabileler halinde yaşamak en kolay yol olmuştur.
Bu denli tüketim arzusu, insan
beynini insani sahadan uzaklaştırıp hayvansal sahaya doğru iter. Artık
ihtiyaçlarımızı “üretmek” yerine
“kendiliğinden var olan şeyleri tüketmek” arayışına gireriz. Marx “
yabancılaşmayı” işçilerin ürettiklerinden kopması olarak temellendiriyordu ama
bugün asıl yabancılaşmanın insanların, üretimden topyekün kopması olduğunu
görebiliyoruz.
Bu olay, Marx’ın sandığının
aksine sanayii toplumlarında gerçekleşmedi, sanayileşememiş ve üretim açısından
sanayileşmiş ülkelere bağımlı toplumlarda gelişti. Bu toplumlar kapitalizmin
seri üretiminin hız ve miktarının kaynağını araştırmak yerine kapitalizmin
nimetlerini, doğada kendiliğinden bulunan ve
avcılarının emeğiyle oluşmamış av sürüleri gibi görürler. Geri kalmış
ülke toplumları, kapitalizmin hızla ve çokça ürettiği şeylerin nasıl büyük bir fikirsel emekle yaratıldığını
düşünmek istemez ve bu çabaya da özenmez. Geri kalmış ülke insanı, meselâ cep
telefonlarını, ağaçta kendiliğinden oluşmuş muzu iştahla toplayan bir maymunun
iştahıyla tüketen insandır.
Üretime yabancılaşmış Türk
toplumunda “Hep beraber iş yapmak ” davranışının yerini “ Hayvan sürülerinin ayrı
ayrı yapacakları işleri yapmak” davranışı aldı.
Olay şüphesiz sadece üretim ilişkisine indirgenemez. Bunun
yanı sıra ulusal egemenliğin ve hukuk
birliğinin ülkenin geneline gerektiği gibi
götürülmesi ve feodal ve şeriatçı unsurların ortadan kaldırılmasındaki
aksamanın da payı büyüktür.
Üretim ve hukuk birliğinin ülke
genelinde gerektiği gibi yürütülmemesinden dolayı toplumda, genel tatmin
araçlarını var etmek mümkün olmamıştır. Bu durumda insanlar kendilerine ne çok
benzeyenlerin içine sığınmak ihtiyacını duymuşlardır.
Etnik Kürtler için bu bir sorun değildi, çünkü onlar zaten
asırlardır, uluslaşmaya yabancı kalabilmiş
aşiretlerde aradıkları güvenlik ve tatminin bulabiliyorlardı.
Şeriatçılar da maddi menfaatlerle
desteklenmiş bir dinî kabilecilikle tarikatlara ve cemaatlere yönelerek aradıkları huzuru ve mutluluğu buldular.
Bu kabileleşme, basit bir
beraberlik olmakla kalmadı, kendi dilini de yarattı. Böylece “üretim”, “maliyet”, “ ulus”, “mal”,
“mülkiyet”, “egemenlik” vs. pek çok sözcüğün “gerçek anlamlarını” araştırmak
çabasının yerini, bunlar gibi sözcüklere kabilenin verdiği anlamı topluma egemen kılmak çabası aldı. (Faşizm
sanıldığı gibi sosyalizm ve özgürlük
karşıtı bir baskı rejimi değildir. Faşizm kafalarımızın içinde, kabile
mensubiyetimizin bizi ittiği bir kabileci vahşet egemenliği ülküsüdür. Bu
yüzden de meselâ devrimin kırdan şehre mi, şehirden kıra mı gitmesi gerektiğini
bazen silahla tartışan sol fraksiyonlarla kadınlarına kendi tarikatlarına göre
türban ya da çarşaf örten şeriatçı kabile yapıları arasında bir fark yoktur. İki grup da kendi ilkel
kabileciliğini, kendilerini çok çok aşan
büyük topluma zorla dayatmağa çalışan
faşist yapılardır.)
Böylece ancak ve yalnız
kabilemizde konuşulan ve kabilemizce anlaşılan bir animal seslenme davranışını,
“konuşmak” sanmağa başladık. Oysa konuşmamızın, toplumlaşmanın en gelişmiş
anlamıyla “uluslaşmayla” bir ilgisi kalmamıştı. Günümüzde “ama” ile başlayan
cümlelerimizin nerdeyse tamamı, sözcüklerimizin genel anlamlarına alternatif
olarak oluşmuş kabile anlayışını ifade ediyor. En güncel örnek “Kızıl Elma”dır.
Türk hakanlarının dünyayı hükmedilecek
bir altın elma gibi görmeleri fikrini anlatan bu terim şeriatçı kesimce
“kırmızı elma” şeklinde anlaşılıp iktidar partisinin propaganda aracı haline
getirilerek camilerde kırmızı elma dağıtmak eylemiyle basitleştirilmiştir.
Ki burada ikinci sebebe
geliyoruz. Kabilelerin tarihleri
olmadığı için onlar ancak günlük ihtiyaçlarını
derhal karşılamak ve sadece bugün için toplamak ve tüketmek durumunda
olan ilkel yapılardır. Deneysel psikoloji metinlerinde kabilelerin “sürekli
bugünü” yaşıyor olması bunun kanıtıdır.
Kabilelerimiz sözcüklerini, bugün
kendi şefleri hangi anlamda kullanıyorsa o anlamda anlamak eğilimindedir. Kabilede hiç kimse kabile şefine ki bu şeflik
her kabilenin kendi oluşum sebebine ve
biçimine göre farklı bir ad alır, kelimeleri yanlış kullandığını söylemeğe cesaret de
edemediğinden iş, her şefin kendi
bilgisizliği ve kesin inancına göre bir tarih yazdırma saçmalığına kadar
varabilir.
Mesela Kurtuluş Savaşı ne sosyalistlerin
sandıkları gibi “Türk ve Kürt halklarının emperyalizme karşı yürüttükleri bir
sınıf savaşıdır”, ne de şeriatçıların
anladıkları gibi “ Türk ve Kürt halklarının kâfirlere karşı ümmet şuuruyla
yürüttükleri bir Müslüman birliği
savaşıdır.”
Kurtuluş Savaşı, Türk Ulusu’nun,
varlığını ret ve inkâr eden bütün düşmanlarına karşı kazandığı bir varlık ve
egemenlik savaşıdır.
Hal böyle olunca meselâ hayatın, Allah adına ulemanın
egemenliğinde yaşanması gerektiğini
düşünen şeriatçıların, lâik ve ulusal bir devletin temel metni sayılan Lozan’ı
“hezimet” diye görmelerine şaşılamaz. Keza uluslaşma kavramını ve olgusunu
hayatlarının hiçbir aşamasında görmek
istememiş, bundan dolayı da görememiş ancak ve yalnız görebildiğiyle varlığını devam
ettirebildiği için de çevresini kuşatan uluslaşma ortamını
anlamlandıramayan etnikçi Kürtlerin
de bu metnin getirdiği soyut değerlerde
uzlaşmaları, hukuk ve ülkü birliği gibi
kavramları anlamaları mümkün olamamıştır.
Kabilelerin yalnız ve ancak bugün
için yaşamak ilkelliği “gelişmiş sayılan” ve fakat yalnızca nüfus olarak
büyüyüp de içindeki kabileleri eritememiş Türk toplumunda, bütün günlük hayatın
ta kendisi olmuştur. Bunun sonucunda da bugün işimizi gören, bugün
mensubiyetimizi destekleyen, bugün düşmanlarımızı tanımlayan ama yarına hiçbir
anlamları kalmayan, tüketilip atılan bir sözcük dağarcığıyla yaşar hale geldik.
Belki farkında değiliz ama Türk’ü
reddederek daha sosyal demokrat, daha
sosyalist, daha liberal, daha uygar ya
da daha Müslüman vs. falan olmuyoruz; bütün ortak anlamlandırma araçlarımızı
yitirerek sadece daha ilkel hayvansı kabileler haline geliyor, daha çok
parçalanıyor, daha az insan bir canlı türüne dönüşüyoruz.