Son birkaç gündür Türkiye akıl almaz cinsel suçlarla çalkalanıyor.
Türkiye’de fiilî livata vakalarına en çok rastlanan bölgeden gelen bu iki haber aslında buzdağının zirvesi gibi görünüyor.
Peki ama bu suçların belli bir yörede yoğunlaşmasının sebebi ne olabilir?
Aslında bu suçlar belli bir yöreye değil, belirli bir toplumsal yapıya daha fazla ait gibi görünüyor.
Bu suçları anlamakta ülkemizin Güneydoğu’sunun Türksüz bir bölge olduğunu, Türk varlığının burada işgalci olduğunu, bölgeyi boşaltarak, geride “saf” bir etnik grup kalmasını isteyenlerin temellendikleri toplumsal yapı ve toplum kabullerine bir göz atmakta sanırım büyük fayda var.
Etnikçi siyasetin en önemli argümanı, farklılığın, çoğunluktan yalıtılarak korunması gerektiğidir. Bunun için “ana dilde eğitim”den tutun da her türlü iletişimde, mümkün mertebe resmî dilden ve egemen milletten ayrışmak ve en nihayetinde tamamen kopmak etnik siyasetin yegâne siyaset aracı ve hedefidir.
Etnik siyasetin hedefinin ulaşabileceği yegâne netice de tecrit ve otoriterizmdir.
Etnik siyaset her ne kadar sürekli bir self determinasyon vurgusu yapsa da asıl istediği, siyasetçi seçkinlerinin, kanun hakimiyeti olmayan bir coğrafyada tamamen keyfi bir egemenlik kurabilmesidir.
Etnikçi siyasetin bir tür meşru gerekçe olarak öne sürdüğü “asimilasyon korkusu” aslında, herkes için ve her zaman geçerli kurallar altında, kendi siyaset seçkinlerinin otoritelerini kaybetmesi, etnik grubun, kanun hakimiyeti altında, daha soyut kurallarla, çoğunlukla benzeşmesidir.
Televizyon dizilerinde bir tür kahramanlık alâmeti, bir tür yöresel düzen gibi sunulan feodal toplum yapısı, daha en başından aslında, herkesi bağlayan bir emniyet ve adalet sağlayıcı tekeline karşı çıkmıştır.
Türkiye’de etnik ırkçı siyasetçilerin hemen tamamının şeyh, ağa yakını olması, aşiretlerinin blok oylarıyla meclise taşınması tesadüf olmasa gerektir.
Bu yapı, kapalı bir toplum örneğidir.
Yani kuralları az sayıda, ve sadece aşiretin, kabilenin maddi ihtiyaçlarına yönelik, korunma güdülü kurallardır.
Bu yapının bütün ilişkileri içe dönüktür. Dolayısıyla “yabancıların” kurallarıyla muhatap olmak böyle bir kapalı toplumda en istenmeyen şeydir.
Bu yapı için en tehlikeli bir başka davranış, bireyleşmektir. Bireyleşmenin önü şimdilerde kasıtlı olarak kötü kullanılan “töre” ile engellenmeye çalışılır. Töre, aşiretin, kabilenin düzeni için kullanılır gibi görünmesine rağmen amaç üyelerin, kapalı toplumun yargısına teslim olmasını sağlamaktır.
Bu açıdan kapalı toplumlar “paylaşım” görüntüsü altında kolektivist bir davranış sergilerler. Bu, aşiret veya kabilenin otoritesinin emriyle maddî unsurların olduğu kadar, sorumlulukların/“suçların” da paylaşımını içerir.
Nitekim bugün haberlere yansıyan suçun bir yıldır hasır altı edilebilmiş olması, sanıkların hemen hemen hiçbir adlî takibe uğramaksızın sanki, trafik kazası geçirmiş insanlar gibi korunması/ kayırılması inanılmaz durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kapalı toplumsal yapılarda “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı ile bütün sorunların grup içinde çözümüne yönelinmektedir.
Bu yönelim, iletişimin yetersiz olduğu devirlerde belki gerekli ve yeterli iken herkesin rahatlıkla seyahat edip iş peşinden koşabildiği, tahsil görebildiği şu devirde grup üyelerinin boynuna takılan bir pranga işlevi görmekte, onları boğmakta ve isyana sevk etmektedir.
Aynı kapalı toplumlarda kadına yönelik şiddete de had safhada rastlamamız bu sebeplerdendir.
Kapalı toplumda kuralların, kabilenin veya aşiretin otoritelerinin iradesinde uygulanması, kadın taciz ve tecavüzünün hasıraltı edilebilmesinin en büyük sebebidir. Çünkü “töre” böyle gruplarda, toplumlaşmış gruplardaki, “hukuk kaynağı olan” örften çok farklı şekilde uygulanan keyfî kurallar anlamına gelmektedir. İnsanın fert olarak algılanamadığı gruplarda bu tip keyfilikler kaçınılmazdır.
İşte etnik ırkçıların, bir yandan Türk adından bağımsız kalabilmek için kadınlarını ve çocuklarını çatışmalara iterken diğer yandan onlara yönelik taciz ve tecavüze yol açan çarpık düzeni bu sebepten aynı anda savunduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu çarpıklıkla, etnik ırkçı kadın hareketleri, kendilerine ve çocuklarına yönelik kendi grup içi sapkınlıklarını eleştirmek yerine “düzene” karşı çıkarak sözüm ona demokratik tepki göstermektedirler. Oysa kendilerinin ve çocuklarının canına ve ırzına yönelik kendi grupları dışından bir saldırı yoktur.
Türkiye’de etnik ırkçı siyaset, kendi grubunun gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Bu siyasetin izolasyonist, ırkçı ve kolektivist tavrı terk edilmedikçe, sözüm ona demokratik hakları için mücadele ettiği grubun medenileşmesi, dünyayla bütünleşmesi mümkün olamayacaktır.
Türkiye’de fiilî livata vakalarına en çok rastlanan bölgeden gelen bu iki haber aslında buzdağının zirvesi gibi görünüyor.
Peki ama bu suçların belli bir yörede yoğunlaşmasının sebebi ne olabilir?
Aslında bu suçlar belli bir yöreye değil, belirli bir toplumsal yapıya daha fazla ait gibi görünüyor.
Bu suçları anlamakta ülkemizin Güneydoğu’sunun Türksüz bir bölge olduğunu, Türk varlığının burada işgalci olduğunu, bölgeyi boşaltarak, geride “saf” bir etnik grup kalmasını isteyenlerin temellendikleri toplumsal yapı ve toplum kabullerine bir göz atmakta sanırım büyük fayda var.
Etnikçi siyasetin en önemli argümanı, farklılığın, çoğunluktan yalıtılarak korunması gerektiğidir. Bunun için “ana dilde eğitim”den tutun da her türlü iletişimde, mümkün mertebe resmî dilden ve egemen milletten ayrışmak ve en nihayetinde tamamen kopmak etnik siyasetin yegâne siyaset aracı ve hedefidir.
Etnik siyasetin hedefinin ulaşabileceği yegâne netice de tecrit ve otoriterizmdir.
Etnik siyaset her ne kadar sürekli bir self determinasyon vurgusu yapsa da asıl istediği, siyasetçi seçkinlerinin, kanun hakimiyeti olmayan bir coğrafyada tamamen keyfi bir egemenlik kurabilmesidir.
Etnikçi siyasetin bir tür meşru gerekçe olarak öne sürdüğü “asimilasyon korkusu” aslında, herkes için ve her zaman geçerli kurallar altında, kendi siyaset seçkinlerinin otoritelerini kaybetmesi, etnik grubun, kanun hakimiyeti altında, daha soyut kurallarla, çoğunlukla benzeşmesidir.
Televizyon dizilerinde bir tür kahramanlık alâmeti, bir tür yöresel düzen gibi sunulan feodal toplum yapısı, daha en başından aslında, herkesi bağlayan bir emniyet ve adalet sağlayıcı tekeline karşı çıkmıştır.
Türkiye’de etnik ırkçı siyasetçilerin hemen tamamının şeyh, ağa yakını olması, aşiretlerinin blok oylarıyla meclise taşınması tesadüf olmasa gerektir.
Bu yapı, kapalı bir toplum örneğidir.
Yani kuralları az sayıda, ve sadece aşiretin, kabilenin maddi ihtiyaçlarına yönelik, korunma güdülü kurallardır.
Bu yapının bütün ilişkileri içe dönüktür. Dolayısıyla “yabancıların” kurallarıyla muhatap olmak böyle bir kapalı toplumda en istenmeyen şeydir.
Bu yapı için en tehlikeli bir başka davranış, bireyleşmektir. Bireyleşmenin önü şimdilerde kasıtlı olarak kötü kullanılan “töre” ile engellenmeye çalışılır. Töre, aşiretin, kabilenin düzeni için kullanılır gibi görünmesine rağmen amaç üyelerin, kapalı toplumun yargısına teslim olmasını sağlamaktır.
Bu açıdan kapalı toplumlar “paylaşım” görüntüsü altında kolektivist bir davranış sergilerler. Bu, aşiret veya kabilenin otoritesinin emriyle maddî unsurların olduğu kadar, sorumlulukların/“suçların” da paylaşımını içerir.
Nitekim bugün haberlere yansıyan suçun bir yıldır hasır altı edilebilmiş olması, sanıkların hemen hemen hiçbir adlî takibe uğramaksızın sanki, trafik kazası geçirmiş insanlar gibi korunması/ kayırılması inanılmaz durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kapalı toplumsal yapılarda “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı ile bütün sorunların grup içinde çözümüne yönelinmektedir.
Bu yönelim, iletişimin yetersiz olduğu devirlerde belki gerekli ve yeterli iken herkesin rahatlıkla seyahat edip iş peşinden koşabildiği, tahsil görebildiği şu devirde grup üyelerinin boynuna takılan bir pranga işlevi görmekte, onları boğmakta ve isyana sevk etmektedir.
Aynı kapalı toplumlarda kadına yönelik şiddete de had safhada rastlamamız bu sebeplerdendir.
Kapalı toplumda kuralların, kabilenin veya aşiretin otoritelerinin iradesinde uygulanması, kadın taciz ve tecavüzünün hasıraltı edilebilmesinin en büyük sebebidir. Çünkü “töre” böyle gruplarda, toplumlaşmış gruplardaki, “hukuk kaynağı olan” örften çok farklı şekilde uygulanan keyfî kurallar anlamına gelmektedir. İnsanın fert olarak algılanamadığı gruplarda bu tip keyfilikler kaçınılmazdır.
İşte etnik ırkçıların, bir yandan Türk adından bağımsız kalabilmek için kadınlarını ve çocuklarını çatışmalara iterken diğer yandan onlara yönelik taciz ve tecavüze yol açan çarpık düzeni bu sebepten aynı anda savunduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu çarpıklıkla, etnik ırkçı kadın hareketleri, kendilerine ve çocuklarına yönelik kendi grup içi sapkınlıklarını eleştirmek yerine “düzene” karşı çıkarak sözüm ona demokratik tepki göstermektedirler. Oysa kendilerinin ve çocuklarının canına ve ırzına yönelik kendi grupları dışından bir saldırı yoktur.
Türkiye’de etnik ırkçı siyaset, kendi grubunun gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Bu siyasetin izolasyonist, ırkçı ve kolektivist tavrı terk edilmedikçe, sözüm ona demokratik hakları için mücadele ettiği grubun medenileşmesi, dünyayla bütünleşmesi mümkün olamayacaktır.