17 Haziran 2009 Çarşamba

Etnik Terörün Türkiye Liberallerini İstismarı

Bekir Berat ÖZİPEK’in Star’daki 16/06/2009 tarihli yazısı etnik ayrılıkçılığın liberalizm sömürüsüne güzel bir örnek.
Eğer bu yazıyı sıradan biri yazsaydı, devlet ile ilgili fikirleri ikinci el okumalardan oluşmuş biri için normal bir vicdanî tepki sayılabilirdi.
ÖZİPEK yazıda tutarlılığı sağlamak için şöyle başlıyor: “Çok eskilere gitmeye, Kürt Sorununun nasıl başladığını, terör günahını ilk olarak kimin işlediğini konuşmaya gerek yok.”
Kimse kusura bakmasın ama bir hüküm vereceksek, bu hükmün belli bir sürecin sonunda meydana gelmesi lâzım. Zira devleti de etnik ırkçılar kadar suçlu gösterdiğiniz bir yazıda suçlamanın delillerini gösteremiyorsanız iftira ediyorsunuz demektir.
Evet eskilere gitmeye gerek vardır ve biz yapmasak da etnik ayrılıkçıların önderi Apo yapılanın bilmem kaçıncı Kürt İsyanı olduğunu söyleyerek zaten meselenin, tarihi açıdan bir bütün olduğunu söylemiş idi.
ÖZİPEK darbe girişimleriyle, Güneydoğu’da yaşanan her kötü örneği bir kefeye koymuş.
Bahsettiği kötü örneklerin tamamı etnik ırkçılığın silaha sarılmasıyla başlamış, burası önemli.
Devletin kendi vatandaşına kötü davranması elbette kabul edilir bir şey değildir.
Şurası da var ki devletin her kötü muamelesi silâhla cevaplanmaz.
Akademisyen bir liberal olarak ÖZİPEK devletin neden emniyet sağlayıcı tekel olması gerektiğini her yazısında göz ardı ediyor.
İnsan toplumlarının, devamlılıklarını sağlamak için herkesi adalete çağıran ve onu sağlayan bir zor kullanıcıya ihtiyaçları olduğunu görmezden gelirsek, önce ferdin, sonra toplulukların kendi başlarına silâh kullanarak hak aramasının yolunu açmış oluruz.
Devletin, zor kullanıcı rolünü istismar etmeye mütemayil olduğu herkesin malûmu… Zaten bu yüzden sınırlı devlet/ hukuk devleti idealiyle ilgili bu kadar sık hatırlatma yapılıyor.
Eğer ilk hatasında hukuk devleti vasfını kaybetmesinden dolayı ona isyan edebilseydik, dünya üzerinde bütün kalabilen tek devlet bile bulamazdık.
Devletler, tabiatları icabı, müdahale alanlarını mütemadiyen genişletmeye çalışırlar. Vatandaşların yapması gereken de bu temayülü aynı şekilde mütemadiyen denetlemek ve buna imkân vermemek için siyaset müessesesini kullanmaktır. Bu denetlemede siyasetin yegâne araç olması hukuk devletinin ve demokrasinin zaruri şartıdır.
ÖZİPEK’in ”terör” genellemesi işte bu hatayı barındırıyor:
Nedir terör? ‘Toplumun gözünü yıldıracak bir şiddet veya şiddet tehdidi’ değil mi? Muhtıra ve darbe de apaçık bir devlet terörü değil mi? ‘Evet’se, bizzat o suçu işleyenin eli sıkılır mı? Mesela
Evren’in eli sıkılır mı? Ya da onunki sıkılırsa başkasınınki niye sıkılmasın?”

Muhtıra ve darbeler toplumumuzun genelinin sorunlarıdır ve buna karşı mücadele de zaten siyaseten ve sivil kanallarca sürdürülmektedir. Belki bu mücadele medeni batı memleketleri kadar kararlı ve cesur değildir ama gene de vardır.
ÖZİPEK burada kendisini açıkça ırkî, lisanî farklılığa dayandırarak (ırkçılık yaparak) bu farklılıkların hak (imtiyaz) sebebi olduğunu iddia eden bir şiddet örgütü ile devleti aynı kefeye koymakta.
Devletin de bir örgütlenme olduğu göz önüne alınırsa her iki örgütlenmeyi de sırf şiddet potansiyellerinden dolayı aynı kefeye koymak bir akademisyenin akıl yürütmesinde pek de iyi niyetle ve vicdanla bağdaştırılamaz.
Devletin meşru zor kullanıcı tekel özelliğini istismar etmeye çalışması, onun toptan reddedilebilmesini sağlamaz.
Devlet bütün aksaklıklarına rağmen bütün vatandaşlar ve kendisi için geçerli bir hukuk rejiminin koruyucusudur. Bu açıdan aynı zamanda hesap veren ve mesul bir organizasyondur. ÖZİPEK’in örnek verdiği AİHM kararları buna güzel örnektir. Veya ister devletten ister terör örgütünden kaynaklansın, terörle mücadelede zarar gören her vatandaşa ödenen terör zarar tazminatlarından,yazarımızın nende bahsetmediğini bir türlü anlayamadım?
Bir liberteryen için devlet “devlet” her zaman ve her toplum için farklı derecelerde de olsa “denetlenebilir bir kötülüktür.” (Anarkoliberallerin keskin etik eleştirilerini hayata geçirebilmeyi ben de çok isterdim ama bunun mümkün olduğunu sanmıyorum.)
Terör örgütü ise devletin koruduğu hukuku tanımayan bir zor kullanıcıdır ve bu yüzden de devletle aynı kefeye konamaz. Etnik terör örgütü, etnik ifadeleri devlete kendi silahı ile kabul ettirmeye çalışan açık bir düşmandır.
Devlet bütün kötü alışkanlıklarına rağmen te’dip edilebilire ve edilmesi gereken bir organizasyon iken sözde etnik ”siyasetçilerin” sürekli tehdit aracı olarak kullandığı etnik terörist örgüt hesap sorulamayan bu yüzden muhatap da kabul edilemeyecek, ancak ve yalnız yok edilmesi gereken “saf” bir kötülüktür.
Saf kötülükle , denetlenebilir bir kötülüğü bir kefeye koymak vicdanın işi değildir.
Dolayısıyla bu yazısında, Nasreddin Hocalık yapmakla vicdana veya hakka değil ancak zalime hizmet etmiş oluyor ÖZİPEK. Çünkü Hoca’nın fıkrasında iki taraf da kadının meşruiyetine müracaat ediyordu, biri, eline kılıç alıp kadıyı kesmeye kalkmıyordu.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Olması Gerekenin Unutulan Önemi I

Neden parasını vermeden herhangi bir şey almaya gönlümüz el vermez? Neden ancak çok samimi olduklarımızdan hediye kabul ederiz?

Neden karşılıksız alınan ve verilen şeyler hepimizi tedirgin eder? Neden buna değecek şeyleri düşünür dururuz?


Neden durup dururken yanımızdan geçenlerin gözünü morartmayız? Neden bunu alışkanlık edinenleri kınarız?


Çünkü bütün bunlar için kafamızda bir “olması gerekenler” muhakemesi biteviye işler, durur…
Çünkü hareketlerimizde muhakemenin belirleyiciliği olmazsa hayvandan farkımızın kalmadığını biliriz ve bu yüzden psikopatlara “psikopat” deriz. Yani psikolojik olarak normalden sapmış ve davranışları konusunda “olması gerekenler” muhakemesinin hükmünün kalmadığı insanlar…


Nedense, günlük davranışlarımızı, “iktisadî” , “siyasî” davranışlarımızdan ayırmak eğilimi gösteririz. Sanki siyasî veya iktisadî olan davranışlarımız, diğerlerinden farklı Saiklerle yürütülmekte gibi konuşuruz. Oysa böyle değildir.
Böyle olsaydı, sokaktakileri darp etmeyen insanın, siyaseten, iktidarın önüne geleni öldürebilmesini savunabilmesi gerekirdi, meselâ. Oysa böyle değildir.


Demek ki davranışlarımız ( fiillerimiz, eylemlerimiz) her zaman ama her zaman belli muhakeme ölçütlerine ( normlarına) taabidir.
Dolayısıyla bu muhakemenin herkes de hemen hemen aynı şekilde işlediğine dair ekseriyet mutabakatı sayesinde sokağa çıkabilir, darp edilmek, gaspa uğramak endişelerinden âzâde yaşar, gideriz.


Bu durumda, refahları, statüleri farklı insanların, birbirlerinden farklı davranış şekillerine sahip olduğunu söyleyen Marksist kuram çökmektedir.
İnsan toplumlaşmasının, tahmin edilebilir” davranışın kuralları konusundaki asgari ve kendiliğinden mutabakatının, geçici statülerin sözde psikolojik şartlamalarından uzak ve bunları aşkın olduğu hakikati olmasaydı, öldürmenin, gaspın önünü alamazdık.


İşte bu yüzden her tartışma bir “olması gerekenler” kategorisi çatışmasıdır.
Zira, geçici şartların üstünde bir “olması gerekenler” takımına sahip olmak demek, davranışlarımın düzenliliği ve, tahmin edilebilirliği ve neticede toplumsal düzen açısından elzemdir.


Felsefenin insan tabiatı üzerinde bu kadar durmasının sebebi de budur. Çünkü insan tabiatına aykırı bir olması gerekenler takımı bizi yıkıma götürebilir.

14 Haziran 2009 Pazar

Hayvanların dini olmazsa kiminle yaşıyoruz?

Siirt'te, genç bir kızın başına gelenleri duyduğumda neye uğradığımı şaşırdım.
Kız bir radyoya arkadaşını ziyarete gidiyor, ailesinin korkusundan kendini ta altıncı kattan atıyor, "namus düşkünü" hayvanlar da can çekişen kız kardeşlerini veya kuzenlerini bıçaklıyor.
Bu kimin "kültürü" ben çok merak ediyorum...
Bu hayvanlığı edenlerin bir sosyolojik mensubiyeti vs var, mutlaka.
Can çekişene, korkana, acize merhamet göstermekten uzak bu yaratıklara lanet ediyorum. Hepsinin de benzerleriyle beraber Allah'tan hak ettiklerini bulmalarını istiyorum.
Bir sufi "Allah'tan kendin için merhamet iste, adalet değil!" demiş, öte yandan "Merhamet etmeyen merhamet edilmez" demiş peygamber....
Burası müslüman memleketi ise bu hayvanları din sahibi saymak caiz midir acep?

13 Haziran 2009 Cumartesi

Tepki Haritası



Dünyadan haberim yokmuş…


Alperen Ocakları, bir “tepki haritası” yayınlamış da kıyametler kopmuş.
Dünyada bu haritadan haberi olan ülke var mı acaba? Ve meselâ Yunanistan Girit’i bizim toprağımız olarak gösterdiği için haritaya nasıl tepki vermiştir?


Çocukluğumuzdan beri memleketimizin orasını, burasını kendisine ait gösteren yabancı haritalara o kadar alıştırılmışız ki, bir imparatorluk vârisi olduğumuzu hatırlatan her şeyden ürker olmuşuz.


Sınırların değişmesi fikri nedense sadece bizimkiler küçülürse makul görünüyor bize.

Her türlü enternasyonalist akımın sırtımıza yapıştırdığı o aşağılık kompleksi kamburu yüzünden ancak dünyadan silinip gittiğimiz takdirde “barışın” teessüs edeceğini neredeyse kabul ettik…


Diğer bütün milletlerin uzun vadeli hedefleri, idealleri var iken bizim buna sahip olamayacağımız, dünyada köhnemiş bir emperyal bir kötü toplum olduğumuz kanaati, üst perdeden konuşan her sosyalist, liberal(!) ve etnik ayrılıkçı yarı-okumuş tarafından bize dikte edildi.

Kendi komplekslerinin cüceliğini, Türk milletine yansıtmaya çalışanlar gün gelip de dünyadaki yerimizi hatırlamamızdan çok korkuyorlardı. Sanıyorlardı ki “Orta Asya’dan gelmiş ve Ortadoğu’nun kadim uygarlıklarını yıkarak buraları işgal etmiş bu tezek kokulu göçebe topluma aslında ne olduğu öğretilirse” kim bilir belki gene ait olduğu yere gönderilebilirdi?


Unuttukları şey, bir toplumun ne olduğunu asıl onun düşmanlarının unutmadığı idi.
Sırbistan’da kasap Miloseviç’in, Sırpsındığı Harbi için yapılmış anıtın önünde yaptığı kindar konuşma bile onlar için anlamsızdı. Biz çoktan Sırpsındığı’nı unutmuştuk. Ama Balkanlarda dört yüz yıl süren hâkimiyetimizi mühürleyen savaşı düşmanlarımız hiç unutmamıştı.


Veya ana kucağından ayrılıp da bir tas çorbayla İngiliz’lere karşı savaşan kahramanlarımızdan nefret eden Ortadoğulu din kardeşlerimizin, Mescid-i Aksa’yı gene o kahramanlara emanet etmek istemesi de kompleksli yarı okumuşlarımıza, unutulmadığımızı bir türlü gösteremiyordu.
Veya Afganistan Barış Gücü’nde, bölgenin “dilinden” anlayan büyük ordunun, kimin ordusu olduğu da bir türlü onları uyandıramıyordu.


Türkiye’de Türk adından rahatsız olan sosyalist, liberal enternasyonalistlerle etnik ayrılıkçıların unuttukları bir diğer şey, büyük devletleri yaratan milletlerin hesaplarının da büyük olduğu ve borçları kadar alacaklarının da asla unutulmayacağıdır.





11 Haziran 2009 Perşembe

Kimin Lûgati?

Emre AKÖZ’ÜN 31 Mayıs 2009 Tarihli yazısında, Radikal Gazetesi’nden iki kişinin yaptığı bir araştırmanın” çarpıcı” sonuçları ortaya konmuş.

Halktan bazıları Doğu PERİNÇEK’i “liberal” sanıyormuşmuş da Tanıl BORA “…şaşkınlığını "Bunlar nasıl kalıplardır Allah aşkına" diye belirttikten sonra, "Güvenilir bir ortak lügatimiz yok" demiş.


Tanıl BORA’ya da kimse sormamış “Hangi ortak lûgattir bu?” diye…
Büyük ihtimalle “güvenilir ortak lûgat” diye bahsettiği Marx’ın saçmalıklarıdır.( Bunu Tanıl BORA’nın mensubiyetine göre tahmin ediyorum ama bununla sınırlı kalmıyor, bugüne kadar onun mesela liberal jargonu kullandığına da şahit olamadım… Aksine bir örnek bulunursa derhal özür dilerim…) Hiç birini tanımlamadan hepsini birbirinin yerine kullanıverdiği hurufat terimleri ile solcularımız yıllarca bu memlekette toplumsal tahlillerin tekelini ellerinde tutmadılar mı? Herhalde sınav kâğıdında “sınıf çatışmasından” bahsetmeyen bir yorum SBF’den mezun olamamıştır, yanılıyor muyum?


Hal böyleyken hâlâ bir safsata yığınından ibaret Marxist kelime dağarcığından “lugat” diye medet ummak artık cidden kabak tadı veriyor. Dediğim gibi; toplumsal tahlillerin otoriteleri sayılan solcu yazar-.çizer takımının kanaati hakkında yanılıyorsam seve seve özür dileyeceğim. Şunu da sormak istiyorum: Bu yoruma önyargılı olduğu iddiasıyla kızanlar, solcu takımının kendi toplumlarına ve muhaliflerine nasıl baktıklarına acaba hiç dikkat ederler mi?

8 Haziran 2009 Pazartesi

Etnik Irkçılığın Asimilasyon Masalında Cadı Kazanları: YİBO'lar

Yatılı İlköğretim Bölge Okulunun kısaltması olan YİBO, Türkiyede koylerinde okul olmayan cocuklarla, maddi olanaklari kisitli olan ailelerin cocuklarina egitim vermek amaciyla kurulmus sayilari 700'e yaklasan Ilkogretim Okullaridır.

Sayıları 700’ü buluyor ve yurt genelinde yaygın okullar bunlar.
Şüphesiz devletin sürekli “düzeltilmeye “çalışılan millî eğitim politikalarından bu kurumlar da etkileniyor. Şüphesiz kuruluş zamanlarındaki şartların değişimine intibakta zorlanıyor da olabilirler.
Ulaşım imkânlarının artmasıyla belki de yatılılık özellikleri anlamını da yitirmiş olabilir.
Bunların hepsi tartışılır ve tartışılması da gerekir.

Fakat bu okulların, etnik ırkçıların dediği gibi birer “devşirme” okulu olduğu iddiası açıkça ahlâksızcadır.
Devletin belli bir ideolojiyi öğrencilere empoze etmesi doğru mudur? Bu eğitim- öğretimin genel sorunudur. Her velinin kendince uygun bulduğu tarza çocuğunu terbiye edebilmesi daha hakkaniyetli değil midir?

Bu soruları şahsen liberal ilkelere göre cevaplamak isterim.
Mesele şu ki maalesef memleketimizde bilhassa YİBO bölgelerinde kimsenin bahsettiğimiz tarzda “özel eğitim” verecek maddi kudreti hâlâ yoktur. O halde bu eğitim-öğretim işini kim yüklenecektir?

Kaldı ki YİBOlar yurt geneline yayılmışlardır. Meselâ Kastamonu'daki bir YİBO kimi asimile etmeye çalışacaktır?

Bunun yanı sıra çocuklara toplumsallaşmalarında belli bir yurt sevgisi ve birlik anlayışı aşılamak gerekir mi gerekmez mi? Bu sadece YİBOların değil bütün okulların başta gelen işidir.

Hiçbir yere ait olmayan sadece isimsiz bir hukuk düzenine bağlı olan, boş, kimliksiz insanlar yetiştirmek mümkün müdür? Dünyada kendisini herhangi bir ulusa bağlı hissetmeyen insanlar şüphesiz vardır ama bu durumun “normal” sayılması sosyolojik gerçeklikler açısından mümkün değildir.

Etnik ırkçılar, Türkiye liberallerinin eğitimin özelleşmesine dönük argümanlarını , “asimilasyon” söylemiyle gayet güzel istismar etmektedir. Liberal akıl her topluluğun kendi mezhebine ve meşrebine göre “eğitim” verebilmesini savunur. Bunu da kendi imkânları ve tarzıyla yapmasını ister.

Türkiye libralleri maalesef etnik kimliğin oluşmasına gösterdikleri hassasiyeti millet kimliğinden esirgedikleri için etnik gerilimin şiddete varan farklılıçlık imtiyazı talebini aynı ölçüte göre eleştirmektedirler.

Etnik ırkçılar kendi özel okullarını kurabilmek istemiyorlar, devletin imkânlarını etnikçilik propagandası için kullanabilmek istiyorlar.

Devletin eğitim vermesi belki kendi ideolojisini fertlere dayatması açısından zararlıdır ama çoğunluğun toplumsal maliyetini ve belirleyiciliğini inkâr ederek çoğunluğun yarattığı imkânları kendi ideolojisini empoze etmek için bölüşmeye kalkmak da bana pek bir liberal talep gibi görünmüyor. Bu, servetin herkesin hakkı olduğu kolektivist iddiasının bir başka şeklidir ki zaten memleketimizde etnik ırkçılığın Marksist temelli olduğu düşünülürse, etnik ırkçılığın hak teplerinin aslında neden liberalizmin haklar kabulüyle örtüşemediği de anlaşılır.

YİBO’ların asimilasyon merkezleri olması tam bir yalandır, çünkü bunun aksine aynı zamanda , devletimizi düşman kabul eden bazı etnik ayrılıkçı öğretmenlerin öğrencilerin topluca beynini yıkamaya çalıştığı da bilinmektedir.

YİBOlar gerçekten asimilasyon amaçlı kurulmuş olsalardı bu memlekette tek bir etnik topluluk kalmazdı. Neden böyle olmamıştır? Çünkü etnik ırkçıların bütün hakaret ve ithamlarına rağmen, devletimizin hatalarına rağmen “asimilasyon” bizim toplumsal “genlerimizde” yoktur.

Çünkü milletimiz imparatorluk tecrübesi yaşamış ve bundan dolayı etnik şiddet karşısında kırgınlık ve şaşkınlık yaşayan bir millettir. Etnikçiliğin kompleksli ve dar bakış açısıyla YİBO’ları eleştirmek vicdana da ahlâka da sığmaz.

7 Haziran 2009 Pazar

Kim Kimin Anası?

Cumhurbaşkanımızın zevceleri, şehit analarıyla terörist analarını bir araya getirmek istemiş ve şehit ailelerinden sert tepki almış.
"Cehenneme giden yollar iyi niye taşlarıyla döşenmiştir" sözü geliverdi aklıma.
Şehit analarının tepkisini keisnlikle haklı buluyorum, bunun tartışılacak yanı olamaz. Bu vatanın bekaası için can veren çocuklarımızın mücadelesiyle, düşmanımızın vahşeti yanı kefeye konamaz.
Yanlışlık şurada:
Teröristlerin anaları, "terörsit anası" değil. Yani onları, "terörsit doğuran" kadınlar olarak görmek yanlış.
İşin bu yönü, onların oğullarının "düşman "olduğu gerçeğini değişirmiyor maalesef. Onların bazı oğulları kendi iradeleri ile Türk varlığına savaş açmıştır. Netekim bazılarının ailelerinden şehitler de çıkmış olabilir.
Yanlışlığın bir diğer yönü, maalesef iki haklı veya meşru taraf varmış gibi davranılması. Burada meşru taraf Türkiye Cumhuriyeti'dir, Türk milletidir.
Dolayısıyla " iki tarafın acıları" şeklindeki bir yaklaşım, meşru tarafı haddinden fazla rencide eder.
Devletimizin hukuk içinde kalması için gayret etmek, bir ayrımcılık yapılıyor ise buna gene hukuk ile mukabele etmek, bu memlektin hukuk birliğini kabul etmek ve kullanmak ayrı bir şeydir, bu birliği yok etmek için silaha sarılmak ayrı şeylerdir.
Hukuk birliğimize saldıran, düşmandır ve onun acısı bizim için empati konusu olamaz.
Sanırım hanımefendinin mensup olduğu ideolojide bahsettiğimiz değerler ile ilgili bir duyarlılık taşımadığından şehit anneleriyle ilgili bir empati geliştirememiş. Aksi takdirde askerin kimin askeri, düşmanın kimin düşmanı olduğunu bilir ve tarafsızlığın şarta bağlı olduğunda bir anlamı olacağını da görebilirdi.

Liberal Yabancılaşma: Etnik Irkçılığın Yeni Sığınağı


Aklıma takılan soru şuydu: “Sorun liberalizmde miydi, liberallerde mi?"

On beş yıla yakın zamandır okuduğum liberal literatürden elde ettiklerime baktığımda sorunun liberalizmin kendisinden değil, liberallerden kaynaklandığını gördüm.
Hafta sonu katıldığım bir toplantıda liberallerin toplum ve devlet telâkkilerini daha iyi anladım.
Bu Telâkkiye göre, toplumun her kesimine eşit mesafedeki bir devlet aynı zamanda hiçbir millî kimlik taşımayan devlettir. Bu iddianın tek dayanağı da “milletin” tamamen devletlerce uydurulan bir hurafe olduğu iddiasıydı.
Bu durumda ancak “millet” kavramından kurtartılmış bir devlet, “hukuk devleti” diye adalndırılabilirdi.
Buraya kadar sorun yok. Çünkü buraya kadarki bütün kabuller ve çıkarımlar kendi muhayyel dünyasında tamamen tutarlı.
Elbette insanlığın bütün renklerini ortadan kaldırırsak renksiz bir devlet elde edebiliriz. İyi de neden dünya üzerinde böyle bir devlet yoktur?
Neden insanlık, renklerinden arındırılmış bir devlete koşmuyor?
Buradaki “renk”, milletin kendisidir.
Liberal eleştirilerin hedefi sanki başka bir türlüsü icat edilebilecek olan “ulus devlet” idi.
Liberteryen yazar Robert NOZİCK, “Anarşi, Devlet ve Ütopya” adlı eserinde, bir liberal öncü olan John LOCKE’un insan doğası fikrine dayanarak devletin doğal oluşumunu izah etmeye çalışır. Eserin temel fikri, devletin “doğal” bir insanî bir ihtiyacın doğal neticesi olduğudur. Buna göre devlet kâmilen teşekkül etmemiş, zaman içinde çeşitli kurumların tekâmülüyle/rekabetiyle “kendiliğinden” ortaya çıkmıştır.
Türkiye liberalleri ( Kendilerine Türk liberalleri demeyi çok isterdim) işin buraya kadarki kısmını yeterli görüyorlar ama pratikte bunun toplumsal yapıların oluşumuyla ilgisini kurmaya gerek duymadıklarından köksüzleşmeyi, yabancılaşmayı liberalizmin bir gereği gibi görüyorlar.
Oysa NOZİCK’in bahsettiği devleti oluşturan gerçek, kimlik sahibi, kültür denen toplumsal cevapları geliştirmiş toplumsal yapılar mevcuttu. Yani insanlık kültürden, dilden, örften bağımsız boş kitleler olarak devletler kurmamıştı.
Ulus devletin (Millî devlet) bir uydurma fikir olduğunda ısrar eden Türkiye liberalleri dillerin, örflerin nasıl oluştuğuna dair hiçbir fikre sahip değil. Dolayısıyla millet realitesini kendi hayal dünyalarında yok kabul ettiklerinden millet –devlet etkileşmesi konusunda en ufak fikir sahibi de değiller.
Burada bir başka ilim adamını anmakta sayısız faydalar var: Merhum Sadri Maksudi ARSAL’ı…
Merhum ARSAL, “Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları” “Irkın” ( Milletin) ortaya çıkışını, “ Tarihin bir döneminde, bir hukuk çatısı (Devlet) altında yaşamak iradesi göstermiş kavimler cem’i” mealinde tanımlar.
Bu tanımın en mühim tarafı, milletin ortaya çıkışını “hukuka” bağlamasıdır ki bu açıdan liberalizmin büyük önem atfettiği “Doğal Haklar” kabulüyle bir buluşmadan bahsedilebilir.
Normalde mileltlerin oluşumunu hukuka bağlayan bir düşünceye liberallerin sıcak bakmasını beklerdim, çünkü, bu bakış açısı, beraberliği ( hukuk devletini) rızayla açıklayan bir ideoloji için millet gibi bir realitenin ırktan, dilden veya dinden ayrı ve bunların üstünde sayılabilecek daha soyut bir kavramla açıklanması kanaatimce çok kıymetli olmalıdır.
Milletin oluşumunun temelinde hukukun olduğunu kabul etmek Nozick’in, “Hak müdafii emniyet sağlayıcı tekel” kuramıyla da aslında çok yakındır.
Meseleye bu açılardan baktığımızda ne “ulusun” ne de devletin bir öcü veya hastalık olduğunu görürüz, görmemiz gerekir.
Oysa Türkiye liberalleri beslendikleri kaynaklarla, içinden çıktıkları Türk toplumunun sosyolojik problemlerine çözüm getirmek için devleti de ulusu da birer uydurma kabul etmeyi yeterli görüyorlar.
Şüphesiz içinden çıktığı milleti inkâr edenler olacaktır. 1980 önesinde aile bağlarını “faşizm” veya ırkçılık addeden solcular mebzul miktarda var idi.
İşin kötüsü, köksüzleşmeyi, milleti reddi idealize ederken etnik ırkçılığın tarihsici ve kurucu rasyonalist tutumuna sürekli çanak tutmaları.
Katıldığım toplantıda bir akademisyenin “Etnik yapılar doğaldır fakat onları içinde barındırmasına rağmen ulus doğal değildir..” demesi beni hayrete ve dehşete düşürdü.
Çünkü bu argüman, etnik ırkçılar tarafından milletin gayrımeşru olduğu ve dolayısıyla etnik yapıların kendilerini bu yapıdan ayırabilmesi için manivela olarak kullanılıyordu.
Sayıları nispeten çok, geniş coğrafî dağılım gösteren, külütrel ve ırken çeşitlilik gösteren buna rağmen aynı sosyolojik kimlikle anılan kavimlerin beraberliği olan milletler ile sınırlı bir coğrafyada, nispeten daha küçük nüfuslu, ırken ve kültürel olarak çok daha katı/homojen olan etnik toplumların ( kavimlerin) bir tutulması maalesef liberaller için hiç önem arz etmiyor.
Kavmiyet gerginliğini doğal kabul edip millet mensubiyetini “ırkçılık” sayan bu garip tutumları ile liberaller bilhassa birkaç senedir, etnik ırkçıların liberal haklar terorisini istismar edebilmeleri için mükemmel imkânlar sundular ve etnik ırkçılığın gerek tabiatını gerekse haddini çok aşan gayrımeşru sözümona hak müdaffası metodlarını da tenkit eden ( bırakın kınamayı) tek bir yazı bile yazmadılar.
Türkiye liberallerinin gafleti, liberalizmin, millet aidiyetini, mensubiyetini reddetmekle başladığını empoze etmeleri. Onlara ne milletin ne de devletin dolayısıyla “millî devletin” birer uydurma olduğunu hem de liberal tezlerle açıklasanız dahi kendilerine, sadece Nazi Almanyası’ndan başka bir şey bilmeyen bazı düşünürlerin kötü tecrübelerini örnek aldıkları ve geri kalan hiçbir farklı düşünceyi de işitmek istemedikleri için bugün “Müslüman mahallesinde salyangoz satan adam” pozisyonuna düşüyorlar.
Allah saklasın, bu vatanın bir kısmı etnik ırkçılarca bölünür ise Türkiye liberalleri korkarım ki bu vebalin altından hiç kalkamayacak en baştaki grup olacak….