Muktedirinden muhalifine kadar hemen
hemen herkes Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni “yanlış” kurduğunu düşünüyor. “Onlara göre” Türkiye’de sadece Türkler yok, Türkler
bu toprakları Türk olmayanların rızası dışında elde edip bu ülkeye kurulmuş,
yerleşmiş ve kendi egemenliklerini, iktidarlarını Türk olmayanlara dayatmış.
Bu ana fikir özellikle liberal
politik doğrucular tarafından sözüm ona evrensel ilkelere dayanılarak
savunuluyor.
Peki ama “Kurtuluş Savaşı” gibi
gayet net ve inkâr edilemez bir mücadeleye ve bedele rağmen bu kadar gülünç ve
saçma bir fikir nasıl toplumun muktedirinden muhalifine bu kadar geniş bir kesimde
kabul görüyor?
Ya da bir başka şekilde soracak
olursak iki kere ikinin dört ettiğini açıkça görebilen insanlar nasıl oluyor da
“başka türlü var olması mümkün olmayan” Türkiye Cumhuriyeti’nin” yanlışlığı gibi bir saçmalığı yirmi yıldır hâlâ düşünebiliyor?
Kestirmeden söyleyecek olursak
Türk halkının matematik zekâsı gayet iyidir, kısa dönem menfaatleri gayet güzel
algılar ve hesaplar. O halde bu kadar çok sorun nereden çıkıyor?
Bu sorun, Türk halkının ki “halk”
terimi milletin şu anda yaşayan kesimini anlatmaktadır, henüz yetişkin
olamamasıdır.
Türk halkı, meseleleri bir yetişkin
gibi algılayamamaktadır.
Bir yetişkin meseleleri nasıl
algılar?
Bir yetişkin meseleleri, o
meselelerin içinde yerleştikleri ve yetiştikleri bağlama göre algılar. O bağlam
meselenin da birbirine bağlı şartlarını ve kavrayışlarını içerir. Kısacası
yetişkinlik bir “anlamlandırma” yeteneğidir. Anlamlandırma da kendi başına
oluveren, gerçekleşiveren bir yetenek ya da yeti değildir.
Türk halkı bir çocuk toplumdur.
Çünkü her şeyi göründüğü gibi
algılar ve görünene de çocukça tepkiler verir.
Çocuklarda tecrübe eksikliği ve “doğal
masumiyet”, onların hatalarını hoş görmemizi sağlar. Onların dünyayı “olduğu
gibi” görmeleri masumiyetlerinden kaynaklanır. Onlar aslında dünyayı gibi
görmezler, “kendilerine göründüğü” gibi görürler. Masumiyetlerinin saflığıyla
da en kestirme tepkiyi verirler.
Burada anahtar kelime “tepkidir”.
Tepki, çocukların ve hayvanların hayata verdikleri hızlı cevapların genel
adıdır. Çocuk, çevresine içindeki sevgi ihtiyacına veya yetiştirilme ortamında bulabildiği
uyaranlara göre ancak bir tepki verebilir. Bu tepkinin özelliği, daha ziyade duyusal
ve duygusal olmasıdır.
Çocuk tepkileri, duyuların
üzerinden gelişen reflekslerden ibarettir. Çocukların refleksleri esnasında onların
içinde farklı duygular da gelişir ve bu duygular onların ileriki tepkileri için
de şartlayıcı olur.
Çocukluk gereğinden fazla uzarsa
kişide bu duygulara bir bağımlılık gelişir. Kuvvetle muhtemeldir ki aynı
duyguları sürekli hissetmek kişiye veya aynı şartlayıcılarla sürekli karşı
karşıya kalan toplumlara belli bir haz bile vermektedir. Söz gelimi “muhafazakâr” halk kesimlerinin kuşaklardır, “Bir gecede
cahil kaldık.”, “ Atatürk İngiliz ajanıydı.”, “ Lozan’ın gizli maddeleri var.” Vs. safsataları bu kadar benimsemesi veya
Kürtçülerin yıllardır aynı nefret söylemiyle etnik sömürü yapabilmelerinin
sebebi de gene kuvvetle muhtemeldir ki bu.
Türk halkı dünyayı anlayamıyor,
anlamlandıramıyor. Türk halkı çevresinde olup bitene bir anlam veremiyor. Peki
bu onun “doğal” yetersizliği mi? Maalesef hayır.
Neden “maalesef” dedik? Çünkü Türk
halkı dünyayı anlamayı ve anlamlandırmayı “istemiyor”. Türk halkı dünyayı bir
çocuk gibi görmek istiyor. Bunun iki sebebi var: Türk halkı çocukluk masumiyetine
sığınarak sorumluktan kaçmak istiyor. İkinci sebep de Türk halkı çocukların
beslenme bağımlılığında ayrılamıyor, sürekli emzirilmek istiyor. “Nerede bu
devlet?” sorusu, “muhtaç bir zihnin” en tipik sorusudur.
Türk halkı, çocukluğun geçici
muhtaçlığından sıyırılamamış bir çocuk toplumdur. Türk halkı bağımlı ve
duygusal olduğunu idrak edemeyen, tepkisel bir çocuk toplumdur.
Türk halkı işte bu yüzden sonuçları
“algılar” ama sonuçları doğuran nedenleri “idrak edemez”. İşin kötüsü şu ki Atatürk inkılâplarının Türk
insanına kazandırmaya çalıştığı bütün yetişkinlik yetilerine de sırt çevirir.
İşte bu yüzden Türkiye’de mantıklı bir tartışma yapmak, yanlıştan vazgeçip
doğruya yönelmek, sebep sonuç ilişkilerini gözetmek, doğru ve yetişkince bir duygudaşlık
geliştirmek ve “zarar vermemekte (ahlâk) uzlaşmak” mümkün değil.
Daima çocuk kalmak isteyen, daima
sorumsuz olmak isteyen, daima beslenmek isteyen (“Biz ekmeğimize bakarız.”)
insanların tercihleriyle ne demokrasi yaşatılabilir ne de devlet. Türkiye’nin
asıl problemi çocukluk masumiyetini ebediyen sömürmek isteyen bir toplumun
yarattığı zehirli asalaklık ve enerji kaybıdır.
Millet olmayı idrak edemeyen bir
çocuk toplum ne üretebilir ne egemen kalabilir. “Manda ve himaye kabul edilemez”
kararındaki yetişkin vurgu, “Nerede bu devlet?”, “Devlet bize bakmii!” diye
ağlaşan bugünkü çocuk toplum için anlamsızdır.
Millet olmayı idrak etmek
istemeyen bu çocuk toplumda yaşlarına rağmen çocuk kalmış insanlarımız arasında
ani duygusal tepkilerin, kavgaların, çatışmaların, cinayetlerin kısacası
şiddetin bu kadar yaygınlaşması ve daha kötüsü, kutsanması, şaşılası şeyler
olmasa gerek.