13 Ocak 2020 Pazartesi

Cevaplar Nereden Gelir?



“Mesih” adlı bir diziyi seyrediyorum.

knowledge and religion ile ilgili görsel sonucu
Bilginin bittiği yerde din başlar.
Kendisine “Mesih” diyen Ortadoğulu bir adam, ABD’ye sığınma hakkı alır. Onu koruyan kilisenin  durumu bir anda düzelir. Bir gazeteci, papaza, kilisesinin  ziyaretçi akınına uğramasının sebebini sorar. Papaz da ona “İnsanlar cevap arıyor.” Diye cevap verir. Gazeteci, “Neye cevap arıyorlar?” diye sorar. Papaz da ona “ Dualarına..” diye cevap verir.

Evet… İnsan “cevap” arayan tek canlı.  Burada aranan cevabın niteliği, aramızdaki anlaşmazlıkların temelini oluşturuyor gibime geliyor.

Çünkü “cevap” bir karşılık ve insanlar onu ya bulmağa çalışıyorlar ya da kendilerine verilmesini bekliyorlar.

Cevabı bulmağa çalışanlar,  merakın ve sorularının yolunu izleyenlerdir. Meraklarının ve sorularının yolunu izleyenler düşünürler, entelektüellerdir.

 Cevabı “bekleyenler” ise dindarlardır. Burada bir noktaya dikkat etmeliyiz ki o da şu: Cevabı “bekleyenleri”, “dindarlar” olarak niteledik. Onlara “müminler” ya da “inananlar” demedik. Peki ama herhangi bir dine inananlar, zaten “müminler” değil midir? Bu nokta daha sonra tartışılması gereken bir ayrıma işaret ediyor. Fakat müminlerle dindarlar arasında bir fark olduğunu şimdilik aklımızın bir köşesinde tutmalıyız.

Entelektüeller, düşünürler, insan algısının sınırlarını unutmayan insanlardır.  Onların  merakı bu sınırlılıktan kaynaklanır.  “Henüz algılayamadığımız” şeylerin varlığını bilmek arzusu, bilimin temelidir. Bilim insanları ve düşünürler, “bilinmeyenin” yalnızca henüz algılayamadığımız,  algı sınırlarımız içine çekemediğimiz, algılarımıza tercüme edemediğimiz şeylerden ibaret olduğunu bilirler. Ve bu bilinmeyenleri ararken sürekli sorular sorarlar. Sordukları her sorunun yolu aydınlatan bir meşale olmasını umarlar. Eğer sordukları sorular doğru ise o soruların aydınlattığı yerler de “doğru” olur. Belki  soruların doğruluğunu, meş'alelerin yerleştirildiği yerlerin doğruluğuna benzetmek daha doğru olabilir. Fakat her halükârda düşünürler, bilim insanları, entelektüeller, “soruları sormanın”, “soruları yaratmanın” heyecanını içlerinde hissetmekten zevk alırlar. Böylece “insan” denen canlının, doğanın oyuncağı herhangi bir protein yığını olmadığını her seferinde yeniden görürler.

Peki ya dindarlar? Onlar bu heyecanı yaşamazlar mı? Maalesef herhangi bir dindarın temel ilgisi insan olmanın özüne yönelik değildir. “Dindar” ise bu heyecanı, insanın özü dışında, kendince “aşkın” bir öze yönelerek yaşamağa çalışır.

Düşünürler için beklenen cevap,  “bulunan bir cevapla” ortaya çıkarken, dindar için bu “cevap”, Tanrı’nın, müminin talebini yerine getirip getirmemesidir.

Düşünürler ve bilim insanları için cevapları bulmak, insanın özünün yetkinliğini geliştirmek ile ilgiliyken dindar için “cevabı bulmak” ya da daha doğrusu cevabı almak, “taleplerinin yerine getirilmesi” için Tanrı ile girişilmesi gereken bir pazarlık ile ilgilidir. Çünkü dinler için Tanrı, ancak kendi varlığını ve nimetlerini ancak  “kayıt ve şart altında”  ve uygun gördüğü insanlara açan “insansı” bir varlıktır. Dinler, Tanrı’nın algılanamayacağını söyler ama onu “algı sınırları içinde kalan benzetmelerle” tavsif etmekten de geri durmaz. Bundan dolayı dindar için cevap, bir sorunun açıklayıcı karşılığı değildir; ancak başarılı bir pazarlığın sonucu gerçekleşen başarılı bir alışveriştir.

Peki ama neden böyledir? Dindar, soru sormadığı için mi Tanrı’dan “açıklayıcı bir karşılık” beklemez? Bu sorunun cevabı büyük ihtimalle “evettir”. Çünkü dindar için “din” bütün  soruların cevabıdır ve o cevapları da genellikle Tanrı adına ruhbanlar verir. O halde dindarın işi soru sormak değildir; yalnızca inanmaktır. Sorun şudur ki “Tanrı’ya inanmak” diye tanımladığı imanı aslında ruhbanların ona inanmasını söyledikleri şeye inanmaktan ibarettir. Dolayısıyla  dindar için “Varoluş”, “değer”, “amaç” vs gibi kavramlar “geçersizdir”.

“Cevap” kavramına iki farklı temeldeki farklı yaklaşımlar,  kuvvetle muhtemeldir ki gelişmişliğin ve geri kalmışlığın farkını yaratan şeyler.

Cevabın neren geldiğine inanıyorsak, ona göre davranıyoruz. Bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz şey ise  her yolun bambaşka bir yere ulaştığı.