“Mesih” adlı bir diziyi
seyrediyorum.
Bilginin bittiği yerde din başlar. |
Kendisine “Mesih” diyen
Ortadoğulu bir adam, ABD’ye sığınma hakkı alır. Onu koruyan kilisenin durumu bir anda düzelir. Bir gazeteci,
papaza, kilisesinin ziyaretçi akınına
uğramasının sebebini sorar. Papaz da ona “İnsanlar cevap arıyor.” Diye cevap
verir. Gazeteci, “Neye cevap arıyorlar?” diye sorar. Papaz da ona “
Dualarına..” diye cevap verir.
Evet… İnsan “cevap” arayan tek
canlı. Burada aranan cevabın niteliği,
aramızdaki anlaşmazlıkların temelini oluşturuyor gibime geliyor.
Çünkü “cevap” bir karşılık ve
insanlar onu ya bulmağa çalışıyorlar ya da kendilerine verilmesini bekliyorlar.
Cevabı bulmağa çalışanlar, merakın ve sorularının yolunu izleyenlerdir.
Meraklarının ve sorularının yolunu izleyenler düşünürler, entelektüellerdir.
Cevabı “bekleyenler” ise dindarlardır. Burada
bir noktaya dikkat etmeliyiz ki o da şu: Cevabı “bekleyenleri”, “dindarlar”
olarak niteledik. Onlara “müminler” ya da “inananlar” demedik. Peki ama
herhangi bir dine inananlar, zaten “müminler” değil midir? Bu nokta daha sonra
tartışılması gereken bir ayrıma işaret ediyor. Fakat müminlerle dindarlar
arasında bir fark olduğunu şimdilik aklımızın bir köşesinde tutmalıyız.
Entelektüeller, düşünürler, insan
algısının sınırlarını unutmayan insanlardır.
Onların merakı bu sınırlılıktan
kaynaklanır. “Henüz algılayamadığımız”
şeylerin varlığını bilmek arzusu, bilimin temelidir. Bilim insanları ve
düşünürler, “bilinmeyenin” yalnızca henüz algılayamadığımız, algı sınırlarımız içine çekemediğimiz,
algılarımıza tercüme edemediğimiz şeylerden ibaret olduğunu bilirler. Ve bu
bilinmeyenleri ararken sürekli sorular sorarlar. Sordukları her sorunun yolu
aydınlatan bir meşale olmasını umarlar. Eğer sordukları sorular doğru ise o
soruların aydınlattığı yerler de “doğru” olur. Belki soruların doğruluğunu, meş'alelerin
yerleştirildiği yerlerin doğruluğuna benzetmek daha doğru olabilir. Fakat her
halükârda düşünürler, bilim insanları, entelektüeller, “soruları sormanın”,
“soruları yaratmanın” heyecanını içlerinde hissetmekten zevk alırlar. Böylece
“insan” denen canlının, doğanın oyuncağı herhangi bir protein yığını
olmadığını her seferinde yeniden görürler.
Peki ya dindarlar? Onlar bu
heyecanı yaşamazlar mı? Maalesef herhangi bir dindarın temel ilgisi insan
olmanın özüne yönelik değildir. “Dindar” ise bu heyecanı, insanın özü dışında,
kendince “aşkın” bir öze yönelerek yaşamağa çalışır.
Düşünürler için beklenen cevap, “bulunan bir cevapla” ortaya çıkarken, dindar
için bu “cevap”, Tanrı’nın, müminin talebini yerine getirip getirmemesidir.
Düşünürler ve bilim insanları
için cevapları bulmak, insanın özünün yetkinliğini geliştirmek ile ilgiliyken
dindar için “cevabı bulmak” ya da daha doğrusu cevabı almak, “taleplerinin
yerine getirilmesi” için Tanrı ile girişilmesi gereken bir pazarlık ile
ilgilidir. Çünkü dinler için Tanrı, ancak kendi varlığını ve nimetlerini ancak “kayıt ve şart altında” ve uygun gördüğü insanlara açan “insansı” bir
varlıktır. Dinler, Tanrı’nın algılanamayacağını söyler ama onu “algı sınırları
içinde kalan benzetmelerle” tavsif etmekten de geri durmaz. Bundan dolayı
dindar için cevap, bir sorunun açıklayıcı karşılığı değildir; ancak başarılı
bir pazarlığın sonucu gerçekleşen başarılı bir alışveriştir.
Peki ama neden böyledir? Dindar,
soru sormadığı için mi Tanrı’dan “açıklayıcı bir karşılık” beklemez? Bu sorunun
cevabı büyük ihtimalle “evettir”. Çünkü dindar için “din” bütün soruların cevabıdır ve o cevapları da
genellikle Tanrı adına ruhbanlar verir. O halde dindarın işi soru sormak
değildir; yalnızca inanmaktır. Sorun şudur ki “Tanrı’ya inanmak” diye
tanımladığı imanı aslında ruhbanların ona inanmasını söyledikleri şeye
inanmaktan ibarettir. Dolayısıyla dindar
için “Varoluş”, “değer”, “amaç” vs gibi kavramlar “geçersizdir”.
“Cevap” kavramına iki farklı
temeldeki farklı yaklaşımlar, kuvvetle
muhtemeldir ki gelişmişliğin ve geri kalmışlığın farkını yaratan şeyler.
Cevabın neren geldiğine
inanıyorsak, ona göre davranıyoruz. Bilmediğimiz ya da bilmek istemediğimiz şey
ise her yolun bambaşka bir yere
ulaştığı.