Tartışırken veya akıl
yürütürken mutlaka tanıma bakmak
gerekir. Tartışmaların hiç biri tanıma
dayanmıyor.
Sokak röportajlarında
kendilerine deizm ve ateizm sorulan insanların hemen hemen hiç biri,
inandıkları şeyin ne olduğunu ifade edemiyor.
Müslümanlar kendi hayatlarının
aslında dinin varoluş biçimiyle bağdaşamayacağının her gün daha da fazla
farkına varıyor.
Neden böyle? Çünkü din, her ne
kadar güzel ahlâktan bahsetse de en nihayetinde kendisini tanımlayan dört unsuru,
hayatı her gün daha da fazla kısıtlıyor.
Nedir bu unsurlar? Bir din dört
unsurla tanımlanır. Bu dört unsur bir
araya gelmedikçe herhangi bir inancın din haline gelmesi mümkün
değildir. Bu unsurlar: Kitap, peygamber, şeriat ve tapınak(ruhban)dır.
Herhangi bir yaratıcıya inanmak
insanın anlam arayışında bir aşamadır. İnsan doğayı anlayamadan yaşayamaz.
Aslanlar , sırtlanlar , kunduzlar için “anlam” aramak ihtiyacından
bahsedilemez. Oysa insan her şeyin
birbiriyle ilişkisi kurmaksızın zaten hayatta kalamaz.
Bu yüzden de “anlamların kaynağı”
olan bir yaratıcıya yönelmek, çok da tuhaf bir
davranış değildir.
Sorun şu: İnsan, “anlamların
kaynağı olan” bir yaratıcıya inanmak isteyebilir ama “onun temsilcilerinin, ona nasıl
inanması gerektiğini söylemesine”
inanmak istemeyebilir.
Çünkü din kurumunun peygamberlik
unsuru artık bitmiş bile olsa tapınağın
profesyonelleri, bir tür vekalet yoluyla
peygamberliğin egemenlik yönünü sürdürmekte. Şeriat ve tapınak
unsurları, insansız var olamaz.
Burada da iki tür insanın varlığı
gerekir: Ruhbanın ve dindarın
varlıkları.
Ruhban olmaksızın şeriat ve
tapınak var edilemez, yaşatılamaz. Fakat unutulan veya unutturulmak istenen
şey, dindar birey olmaksızın da tapınak ve diğer kurumlar yaşatılamaz. Çünkü
dindar birey var olmadıkça şeriatın veya
tapınağın hiçbir anlamı kalmaz. Bunlara “dokunulmazlık” veya “kutsiyet” atfeden
insanlar yalnızdan dindarlardır.
Burada mümin kelimesini
kullanmaktan özellikle kaçındığımı belirtmeliyim. Çünkü “iman” Tanrı’nın
varlığıyla ve birliğiyle ilgili bir eylemdir. Oysa dinin kurumsal unsurlarının
hiç biri, insanın Tanrı’ya atfettiği anlamsal bağlamla ilgili değildir. Bir
insan dinin kurumsal unsurları olmaksızın da bir yaratıcının varlığına
inanabilir ve ondan yardım isteyebilir.
Kısacası Tanrı dinden dolayı veya
dinle anlaşılmaz veya Tanrı inancı dinden dolayı meydana gelmez. Oysa “din
inancı”, Tanrı inancının, dinin unsurlarınca bir şekilde zorlanarak
değiştirilmiş halidir.
Din, sizin Tanrı’ya “kendi
bildiğinizce inanmanıza” izin vermez. Sizin aklınız ve vicdanınız üzerinde
sözüm ona bilgiye dayalı bir hiyerarşik egemenlik kurar ve size öğrenim
düzeyiniz ne olursa olsun söz gelimi Latince
veya Arapça bilen insanların sözlerine inanmanızı ve dahası uymanızı söyler.
İşte tam da bu noktada dinin
aslında kitlesel bir siyasi kurum olduğu anlaşılır.
Günümüzde büyük ve karmaşık bir toplumun meydana
getirebildiği büyük kitlesel üretim ve sağladığı büyük nispi bireysel özgürlük ortamı, artık insanların
bu tip bir hiyerarşik dayatmayla yaşayamayacağı kanaatini ortaya çıkarmıştır.
Anlaşılan o ki tam da bu yüzden,
bilgiye kendi başına ulaşabilen insanlar artık dinin unsurlarının, herhangi bir
inancın “ mütemmim cüzü” olmadığını görmeğe başlıyor. Bunun sonucunda da “kitapsız
Allah inancı” diye nitelenen deizm veya Tanrı’nın toptan reddi yayılıyor.
Burada insanları endişelendiren
husus, dinsizleşmenin ahlâksızlaşmaya ve dolayısıyla kaosa yol açıp açmayacağı.
Öbür yandan deistler ve atesitler de bunda korkulacak bir şeyin olmadığını
çünkü ahlâkî yozlaşmanın, asıl din egemenliğinde özellikle Ortadoğu
toplumlarında yaşandığını örnekleriyle ortaya koyuyorlar. Olan biten bu.