30 Ağustos 2018 Perşembe

Hangi Ahlâk?


Ben Mi Emredeyim? Sen Mi Akıl Edersin?


Hangi kaynaktan beslenirse beslensin bütün rejimler  önce  yönettikleri insanların ahlâklarını biçimlendirmeğe çalışırlar.

Bunun sebebi, rejimlerinin önce vicdanen aklanması, meşrulaştırılması ve daha sonra da benimsenmesidir.

Bu açıdan şeriat devletleri ile ideolojik otoriter/totaliter  devletler arasında bir fark yoktur. Her iki tip devlet de kendi “insanını”, kendi   ahlâkını topluma empoze ederek yaratmağa çalışır.

Yönetimlerin dayattığı ahlâka kurucu/buyrukçu ahlâk denebilir. ( "Kurucu" sıfatını Hayek'ten mülhem kullanıyoruz.) Buyrukçu ahlâkın normları birey tarafından bilinmez. Çünkü bu normlar ancak otoritenin emirleri ile bilinebilir.

Oysa bir başka ahlâk daha vardır ki bizi insanlık dışı rejimlere, emirlere, kanunlara karşı uyanık ve dirençli kılan da bu ahlâktır. Bu ahlâka da “özdeğer” ahlâkı diyebiliriz.

Özdeğer ahlâkı, bireyin, evrende ve toplumda kendi başına değerli bir varlık olduğuna inanmasından kaynaklanır.  Özdeğer duygusu çocuklarda en ilkel halinde bile varken bazı toplumlar bu duyguyu yok etmek için dinleri ve ideolojileri kullanmayı ahlâkın bir gereği saymışlardır.

Bireyin değerli sayıldığı toplumlarda bireyin, yetişkinlikte, kendi hayatıyla ilgili bütün kararları almakta serbest olduğu kabul edilir.  Bu durum  çıkarları seçmek, belirlemek yetkisi yanında, bu çıkarlara ulaşmak için izlenecek yolların sorumluluğunu da bireye yükler.

Bu noktada kurucu ahlâk ile özdeğer ahlâkının farkı ortaya çıkar.

Kurucu ahlâk için norm, emirden ibarettir.  Dolayısıyla ahlâk dayatmağa yetkili herhangi bir otoritenin emirlerinin “vicdan” gibi bir makam tarafından sorgulanması mümkün değildir. Kurucu ahlâk içinde bireyin kendi başına bir mutluluk veya çıkar araması  büyük ölçüde, bencillik, çıkarcılık olarak damgalanır. Kurucu ahlâk : “Otoritenin doğruları saptamasına dayalı sakınım davranışı” olarak tanımlanabiir.

Özdeğer ahlâkında ise norm/ölçü, “zararsızlıktır”. Özdeğere sahip bireyler, toplumun kendilerine benzeyen inşalardan oluştuğuna inandıkları içindir ki başkalarının eylemlerindeki sınırlar konusunda kendi değerlerinden çıkarsamalara varabilirler.

Özdeğer ahlâkına sahip bireyler, kendilerine herhangi bir dinin veya ideolojinin herhangi bir doğruluk ölçüsü dayatmasına muhtaç olmaksızın  yaşarlar. Onlar için önemli olan, eylemleriyle başkalarına zarar vermemektir. Bu yüzden eylemlerini,  sürekli vicdanlarıyla  sınar ve sınırlandırırlar.

Kurucu ahlâka mensup bireyler emir almadıkça ahlâkî bir davranışta bulunamazlar. Kurucu ahlâkın sakındırıcılığının herhangi bir akılcı ölçüsü yoktur. Kurucu ahlâk aykırı  eylemlerin cezalandırılacağı tehdidine ve uygun davranışların ödüllendirileceği vaadine dayanır. Bu yüzden onun insanların vicdani muhasebeleriyle, özdeğer duygularıyla, mantıksal muhakemeleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Özdeğer  ahlâkına sahip bireyler için ise hayatın her anı, zararsızlık ölçüsüyle yaşanmalıdır. Özdeğer ahlâkına sahip bireylerin birer  melek olması beklenmez ama onların,  vicdanen ve aklen, zarar verici  herhangi bir eylemlerinin sorumluluğunu alacakları umulur.

Oysa kurucu ahlâkta, bireyler eylemlerinin sorumluluğunu üstlerinin emirlerine yüklemek gibi bir refleks geliştirirler.  Örneğin Nazi’lerin savunmalarında  verilen emre uyduklarını söyleyerek  ahlâkî bir aklanma ummaları bu yüzdendir.

Bu yüzden özdeğer ahlâkı, bir duygudaşlık ve anlayış ahlâkıdır. Özdeğer ahlâkı da: “  Zarar vermemek iradesi” olarak tanımlanabilir. Özdeğer, ahlâkı fiilî tutsaklık altında bile yaşatılabildiği içindir ki  edebiyatın, sanatın ölümsüzlüğüne kaynaklık etmiştir.

Kurucu ahlâkın ölçüsü ve amacı itaati sağlamaktır. Çünkü kurucu ahlâk  otorite veya rejim kaynaklıdır.

Özdeğer ahlâkının amacı ise dış kaynaklı değildir. Özdeğer ahlâkı, zarar vermemek üzere sürekli uyanık tutulan  ve kendisine müracaat edilen vicdandan kaynaklanır.

Bu yüzdendir ki dinin veya ideolojik rejimlerin ahlâkî dayatmaları yolsuzlukları, cinsel tacizleri ve tecavüzleri engellemekte başarısız kalmağa mahkûmdur. Çünkü hiç kimse ideolojinin veya dinin dayattığı sözde ahlâk kodlarını içselleştirememektedir. Kurucu ahlâk ikiyüzlülüğün ve korkunun egemenliğinde insan soyunun yozlaşmasından başka bir sonuç doğurmaz. Toplumları ilerleten ancak ve yalnız vicdanları körelmemiş bireylerin özdeğer ahlâkıdır. Özdeğer ahlâkının yaygınlaşması  bir toplumun ilerleyebilmesinin yegâne yoludur.



28 Ağustos 2018 Salı

Daldaki Muz Ve Yaratılan Anlam



Ya Da Kötülüğün Anatomisi

Gerçek  herkes için değildir yalnızca onu arayanlar içindir.
Ne zamandır yazmağa çekiniyordum. Çünkü artık yazmak ya da düşünmek yok edici bir kitlenin   vahşetine uğramak tehlikesini  taşıyor.


Kötülük o kadar yaygın  ve kanıksanm
ış ki sadece bizi değil sevdiklerimizi de bir çırpıda yok edebilecek kadar fütursuzca egemen.

Son zamanlarda Türk   adından duyulan nefret  toplumu öyle esir aldı ki artık  Türk adının “anlamsızlığına” inanmak neredeyse “insanlığın bir gereği” sayılmağa başlandı.

Türk adı gerçekten anlamsız mı?

Türk adının anlamsızlığını tartışanlar, ellerine geçen  her araç ve bulabildikleri her yolla Türk adını savunanlara saldırmakta beis görmüyor.

Yok etmeğe çalıştıkları şey bir “anlam”. Bir anlamın ne gibi bir önemi olabilir?

İnsan dünyayı  “algılayarak” yaşamaz, ancak ve yalnız “anlayarak” yaşayabilir.

Dünyayı salt algılarla yaşayanlar sadece hayvanlar ve bitkilerdir.

İnsan, dünyayı anlamlandırmaksızın hayatta kalamaz. İnsan bütün algılarına bir “anlam” yükleyerek ve o algıları “dile” dönüştürerek var olabilen tek canlıdır. 

Bu yüzdendir ki “iyilik”, “güzellik” ve arzuya şayan her şey, aslında “iyilik”, “güzellik” gibi anlamların oluşturulmuş olmasından dolayı vardır.  Bu kavramların diğer canlılar için var olup olmadıklarını bilemiyoruz ama bizim için bunlar “oluşturulmuş” ya da yaratılmış şeylerdir.

Hayvanlar doğrudan algılar ve algıları arasındaki en basit “mekanik” ilişkiye göre hayatta kalırlar. Oysa insanlar algılarına yükledikleri anlamlardan dolayı  var olabilirler.,

Sorun her insan grubunun her algıyı aynı  şekilde anlamlandıramamasından kaynaklanır. 
Fakat bugün Türk toplumunu tehdit eden  asıl kötülük, “anlam üretici” Türk insanına karşı duyulan nefretin yaygınlaşmasıdır.

Genel olarak insanlar arasında  yaratmak yerine yaratılanı yağmalamak gibi bir eğilim mevcuttur ve bu güne kadar insan yığınlarının arasında yaratıcı zekâların genellikle itilip kakılmalarına rağmen ancak ve yalnız onların yarattıklarıyla hayatta kalabildiğimiz bir gerçektir.

İnsan yığınlarının yaygın eğilimi yaratıcı zekâların meydana getirdikleri anlamları, “doğanın bir armağanıymış” gibi kabul ederek yağmalamaktır ki “kötülük”,  tam anlamıyla budur.

İnsan yığınlarının çoğu, “anlam yaratıcısı” insanların yarattıkları zevk ve neşe araçlarının nasıl meydana getirildiğiyle ilgilenmeyen “hayvansı”  kalabalıklardır. Onlar için  “güzellik” , maymun için dalında yenmeğe hazır bekleyen bir muzdan farklı değildir.

Yaratıcı zekâların  ürünleri, hayvan dünyasında ait olan doğa parçalarını, insan doğasına çekmektir. Bunu da onlara “anlam kazandırarak” yaparlar.

Bundan dolayıdır ki onlar “hayvan gerçekliğinden” ayrı bir soyutluk meydana getirerek bizi “insan” yaparlar.

Gerçeklik tartışmalarının temelindeki çelişki de budur. Gerçekliği hayvanların algılamalarına bağlı kalarak mı anlamalıyız yoksa gerçekliğin aslında bizim yaratabildiğimiz  veya ortaya koyabildiğimiz nihai bir anlam mı olduğunu kabul mu etmeliyiz?

Burada cevap ikincisidir. Çünkü artık bir hayvanın algılama şekline geri dönerek iyilik, doğruluk, adalet, güzellik vs üretebilmemiz mümkün değildir.

Bugün yaygın sorunumuz, güzellik, adalet, iyilik üreten zihinleri yok ederek bunları var eden anlam üreticileri olmaksızın  bunları  doğadan hazır  bir biçimde bulabileceğimizi sanmamızdır.

Bu durum, medeniyet üreticisi Türk Ulusu’nu yok etmek düşmanlığından,  müzik ve resim üreticisi insanların kaderlerini yarı okumuş bir takım din profesyonellerinin ellerine teslim etmeğe varıyor.

Bir kötülük arıyorsak  bu kötülük : Üretilen anlamları, daldaki muzdan ayırt edememektir.