Doğu Anadolu’da bir müddet yaşadığımız bir köyde, bahçede kitap okurken çocuklar yanıma
gelir ne okuduğumu sorarlardı. Elimdeki kitaba ilgi göstermeleri hoşuma
giderdi.
Ben de onlara büyüyünce ne olmak istediklerini
sorardım. Erkek çocuklarının neredeyse tamamı çoban olmak istediğini söylerdi. Neden
çoban olmak istediklerini sorduğumda da parasının çok olduğunu söylerlerdi.
Bu çocuklar, elli kilometre
ilerideki ilçeye o zamana kadar bir, bilemedin iki defa gitmişlerdi; yüz kırk kilometre uzaktaki il merkezine ise
belki de hiç gitmemişlerdi.
Köylerinde bir ilkokul ve bir ortaokul
vardı. Bu okullarda yaklaşık otuz öğretmenleri görev yapıyordu. Köylerinde iki
doktor ve ir astsubay baş çavuş vardı… Ama onlar çoban olmak istiyorlardı.
Halam, köyde, babasının çobana
daima sofrada başköşeyi verdiğini söylerdi. Çobanlık meşakkatli bir iş
şüphesiz. Kemal Tahir’in “Çoban Ali” hikâyesi aklımdan hiç çıkmaz.
Amma ve lâkin… Bu çocukların
köylerinde sanalağ ve uydu çanakları da vardı.
İstanbul diye bir yeri biliyorlardı. Ankara’daki Anıtkabir’i, çok sık
olmasa da televizyonda görebiliyorlardı.
Dahası seçim zamanları köylerine
seçim sandıkları geliyordu.
Ve onlar büyüyünce ancak çoban
olmayı hayal edebiliyorlardı. Sanırım köylerinden çıkıp dünyaya açılmayı
hayal etmiyorlardı. Gerçi köyleri cidden çok göç veriyordu.
Sorun şuydu ki Bursa’ya göçen
ailelerin kafasında acaba çocuklarının kafasındaki çoban ideali siliniyor
muydu?
Çoban yalıtılmış bir insandır.
Onun işi insanlarla değildir,
tabiatladır. Emanet edilmiş varlıkları hakkıyla koruduktan sonra gerisi
onu ilgilendirmez. Belki bazen
jandarmayla ve belki daha sık eşkıyayla karşılaşır ama onun çetin hayatı
genellikle ona bir dokunulmazlık ve
saygı sağlar. Buna karşılık o da günlük
hayata karışmadan yaşar gider. Bu açıdan o müstesna bir insandır.
Günümüz Türkiye’sinin temel sorunu
ise bu müstesna insanın artık istisna olmaktan çıkıp “belirleyici bir tipoloji” haline gelmesidir.
Şehirlerin kıyılarında kendilerine
zar zor bir yaşam alanı oluşturan köylülerimizin, kafalarında ve
kalplerinde hâlâ hüküm süren çobanın, belirleyici bir siyasal özne haline gelmiş olması, şu anki bütün
sorunlarımızın kaynağıdır.
Evlerinde uydu yayını seyredip
sanalağa bağlandıkları halde çoban olmayı hayal eden çocuklarımız, kendilerine
bu iletişim imkânlarını sağlayan şeylerin nasıl meydana getirildiklerini, şehre
geldikten sonra bile düşünemiyorlar. Çünkü bu onlara büyükleri tarafından
öğretilmiyor. Köyde tarlalarını, meralarını, hayvanlarını korumak için ihtiyaç
duydukları kalabalık ailelerinin, şehirde neden
işlevsiz kaldığını da anlayamıyorlar.
Şehre göçmüş köylülerin dahi
öğrenmek istemedikleri sebep-sonuç
ilişkilerinin alabildiğine karmaşık işlediği şehir yaşantısının, bir lüksten çok
öte bir şey olduğunu maalesef
göremiyorlar.
Bu yaşantının, dolmuşçuluk yapmak için
kullandıkları minibüsleri üreten şey olduğunu anlayamıyorlar. Şimdi “Bunu onlara biz öğretmeliydik.”denebilir fakat
uydu çanaklarına, sanalağ uygulamalarına,
cep telefonlarına sahip
insanların “öğrenmekten sorumsuz” olmalarını beklemek akla da ahlâka da aykırı
bir aymazlıktır.
Çoban için sürüsüne dokunmayan
her şey makbuldür. Oysa bir apartmanda yaşayan öğretmen için hidrofor, asansör,
su, elektrik elzemdir. Bunlar köyün basit yaşantısından apayrı gerekliliklerdir
ki artık köylerimizin çoğunda elektrik, telefon, su ve hatta sanalağ neredeyse standarttır.
Demokrasi “yönetimlerin barışçı yollardan
değiştirilebilmesi” veya “halkın kendi yöneticilerini seçebilmesi” olarak
tanımlanabilir fakat bu tanımların hayata geçirilebilmesi için seçicinin hem
aklıyla hem de vicdanıyla çok ciddi bir muhakemeye girişmesi gerekir. Sağlıklı bir ulusta seçmenler, ulusun genel
refahını ve hürriyetini gözeterek seçimlerini yaparlar.
Çobanın toplumunda ise seçmenler “kendi
sürülerinin menfaati” dışında hiçbir şeyi düşünmek gereğini duymazlar.
Çoban için “sürü” nasıl ki bir
iki renk ve doku farkı dışında birbirinin aynı koyunlardan oluşuyorsa “çoban
seçmen” için de “toplum”, kendisine telkin edilmiş ölçüler içinde aynılaşmış ve
“koyunlaşmış” türdeşlerden oluşur.
Koyun çobanı, sürüsünü gütmekte
nasıl tek yetkiliyse, “çobanlaşmış seçmen” de kendine benzerleri güdecek bir
çoban arayışındadır. Dolayısıyla çobanlaşmış seçmen, güdecek sürüsü kalmamış, ,
sürüleşerek var olmağa çalışan ve kendisini
güdecek bir başka çobana muhtaç bir
kitledir.
Çoban davranışı, demokrasiyi “
etnik ya da mezhepsel oy paketlerinden iktidar devşirmek” haline getiren, sonradan görme şehirli DP
kitlesinin getirdiği bir gelenektir. Bu gelenek “çobanlaşma psikolojisini” Türk
toplumunun yaygın çoğunluğunun bilincine adeta kazımıştır.
Bu psikoloji ile “kendi sürüsünün
çıkarı dışında bir varlık tanımayan”, “ sürünün benzerlikleri dışında bir
şekle hayat hakkı tanımayan”, “ mümkünse
bütün sürülere tek başına sahip olmayı
isteyen” çoban tipolojisi, akademik işbirlikçilik, basın goygoyculuğu ve siyasi
dalkavukluklarla bu gün bizi fiili bir Kürtçü
bölücü siyaset- şeriatçı siyaset koalisyonuna
kadar getirmiştir.
Çoban, vatanın ıssız ve kıraç topraklarında milli serveti kurda
kuşa ve dahi eşkıyaya karşı koruyan bir yalnızlık savaşçısıdır. Bundan dolayı
saygıyı şüphesiz binlerce kez hak eder. Fakat dünyadan kopukluğunu
genelleştirdiğimizde, bu kopukluğun bilgisizliğini kutsayıp da herkesi buna
boyun eğmeğe mecbur ettiğimizde… İşte o zaman, elimizde ne üretim yapacağımız bir maddi
malzeme ne de bu üretimi yapmak için
gönüllü olacak “insanî sermayemiz” kalır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin “fiilen
tahrip edilmiş olmasının” en büyük sebebi, aklı ve vicdanı, etnik ve dinci bozgunculukla
kirletilmiş çobanın, uğradığı hastalığı anlayamaması ve çareyi yine kendisini
hasta eden bozguncularda aramasıdır.
Bugünün çobanları, “Kızları
okutmak onları namussuz eder!” deyip de sonra şifasını kadın cerrahın ellerinde
arayan, liberal tabirle söyleyecek olursak, “kanaat önderleridir.”
Yönetimi çobanlıkla özdeşleştiren
insanlar, “dağdaki çobanla” neden aynı oyu vermediğimizin en can yakıcı
örnekleridir.