5 Temmuz 2018 Perşembe

Dağdaki Çoban Demokrasisi



Doğu Anadolu’da bir müddet  yaşadığımız bir  köyde, bahçede kitap okurken çocuklar yanıma gelir ne okuduğumu sorarlardı. Elimdeki kitaba ilgi göstermeleri hoşuma giderdi.

Ben de onlara büyüyünce ne olmak istediklerini sorardım. Erkek çocuklarının neredeyse tamamı çoban olmak istediğini söylerdi. Neden çoban olmak istediklerini sorduğumda da parasının çok olduğunu söylerlerdi.

Bu çocuklar, elli kilometre ilerideki ilçeye o zamana kadar bir, bilemedin iki defa gitmişlerdi;  yüz kırk kilometre uzaktaki il merkezine ise belki de hiç gitmemişlerdi.

Köylerinde bir ilkokul ve bir ortaokul vardı. Bu okullarda yaklaşık otuz öğretmenleri görev yapıyordu. Köylerinde iki doktor ve ir astsubay baş çavuş vardı… Ama onlar çoban olmak istiyorlardı.

Halam, köyde, babasının çobana daima sofrada başköşeyi verdiğini söylerdi. Çobanlık meşakkatli bir iş şüphesiz. Kemal Tahir’in “Çoban Ali” hikâyesi aklımdan hiç çıkmaz.

Amma ve lâkin… Bu çocukların köylerinde sanalağ ve uydu çanakları da vardı.  İstanbul diye bir yeri biliyorlardı. Ankara’daki Anıtkabir’i, çok sık olmasa da televizyonda görebiliyorlardı.

Dahası seçim zamanları köylerine seçim sandıkları geliyordu.

Ve onlar büyüyünce ancak çoban olmayı  hayal edebiliyorlardı.  Sanırım köylerinden çıkıp dünyaya açılmayı hayal etmiyorlardı. Gerçi köyleri cidden çok göç  veriyordu.

Sorun şuydu ki Bursa’ya göçen ailelerin kafasında acaba çocuklarının kafasındaki çoban ideali siliniyor muydu?

Çoban yalıtılmış bir insandır. Onun işi insanlarla değildir,  tabiatladır. Emanet edilmiş varlıkları hakkıyla koruduktan sonra gerisi onu ilgilendirmez.  Belki bazen jandarmayla ve belki daha sık eşkıyayla karşılaşır ama onun çetin hayatı genellikle  ona bir dokunulmazlık ve saygı  sağlar. Buna karşılık o da günlük hayata karışmadan yaşar gider. Bu açıdan o müstesna bir insandır.
Günümüz Türkiye’sinin temel sorunu ise bu müstesna insanın artık istisna olmaktan çıkıp  “belirleyici bir  tipoloji” haline gelmesidir.

Şehirlerin kıyılarında  kendilerine  zar zor bir yaşam alanı oluşturan köylülerimizin, kafalarında ve kalplerinde hâlâ hüküm süren çobanın, belirleyici bir siyasal özne  haline gelmiş olması, şu anki bütün sorunlarımızın kaynağıdır.

Evlerinde uydu yayını seyredip sanalağa bağlandıkları halde çoban olmayı hayal eden çocuklarımız, kendilerine bu iletişim imkânlarını sağlayan şeylerin nasıl meydana getirildiklerini, şehre geldikten sonra bile düşünemiyorlar. Çünkü bu onlara büyükleri tarafından öğretilmiyor. Köyde tarlalarını, meralarını, hayvanlarını korumak için ihtiyaç duydukları kalabalık ailelerinin, şehirde neden  işlevsiz kaldığını da anlayamıyorlar.

Şehre göçmüş köylülerin dahi öğrenmek istemedikleri  sebep-sonuç ilişkilerinin alabildiğine karmaşık işlediği şehir yaşantısının, bir lüksten çok  öte bir şey olduğunu maalesef göremiyorlar.

 Bu yaşantının, dolmuşçuluk yapmak için kullandıkları minibüsleri üreten şey olduğunu anlayamıyorlar. Şimdi “Bunu   onlara biz öğretmeliydik.”denebilir fakat uydu çanaklarına, sanalağ uygulamalarına,  cep telefonlarına  sahip insanların “öğrenmekten sorumsuz” olmalarını beklemek akla da ahlâka da aykırı bir aymazlıktır.

Çoban için sürüsüne dokunmayan her şey makbuldür. Oysa bir apartmanda yaşayan öğretmen için hidrofor, asansör, su, elektrik elzemdir. Bunlar köyün basit yaşantısından apayrı gerekliliklerdir ki artık köylerimizin çoğunda elektrik, telefon,  su ve hatta sanalağ neredeyse standarttır.

Demokrasi  “yönetimlerin barışçı yollardan değiştirilebilmesi” veya “halkın kendi yöneticilerini seçebilmesi” olarak tanımlanabilir fakat bu tanımların hayata geçirilebilmesi için seçicinin hem aklıyla hem de vicdanıyla çok ciddi bir muhakemeye girişmesi gerekir.  Sağlıklı bir ulusta seçmenler, ulusun genel refahını ve hürriyetini gözeterek seçimlerini yaparlar.

Çobanın toplumunda ise seçmenler “kendi sürülerinin menfaati” dışında hiçbir şeyi düşünmek gereğini duymazlar.

Çoban için “sürü” nasıl ki bir iki renk ve doku farkı dışında birbirinin aynı koyunlardan oluşuyorsa “çoban seçmen” için de “toplum”, kendisine telkin edilmiş ölçüler içinde aynılaşmış ve “koyunlaşmış”  türdeşlerden oluşur.

Koyun çobanı, sürüsünü gütmekte nasıl tek yetkiliyse, “çobanlaşmış seçmen” de kendine benzerleri güdecek bir çoban arayışındadır. Dolayısıyla çobanlaşmış seçmen, güdecek sürüsü kalmamış, , sürüleşerek var olmağa çalışan ve  kendisini güdecek  bir başka çobana muhtaç bir kitledir.

Çoban davranışı, demokrasiyi “ etnik ya da mezhepsel oy paketlerinden iktidar devşirmek”  haline getiren, sonradan görme şehirli DP kitlesinin getirdiği bir gelenektir. Bu gelenek “çobanlaşma psikolojisini” Türk toplumunun yaygın çoğunluğunun bilincine adeta kazımıştır.

Bu psikoloji ile “kendi sürüsünün çıkarı dışında bir varlık tanımayan”, “ sürünün benzerlikleri dışında bir şekle  hayat hakkı tanımayan”, “ mümkünse bütün sürülere tek başına  sahip olmayı isteyen” çoban tipolojisi, akademik işbirlikçilik, basın goygoyculuğu ve siyasi dalkavukluklarla bu gün bizi  fiili bir Kürtçü bölücü siyaset- şeriatçı siyaset koalisyonuna  kadar getirmiştir.

Çoban,  vatanın ıssız  ve kıraç topraklarında milli serveti kurda kuşa ve dahi eşkıyaya karşı koruyan bir yalnızlık savaşçısıdır. Bundan dolayı saygıyı şüphesiz binlerce kez hak eder. Fakat dünyadan kopukluğunu genelleştirdiğimizde, bu kopukluğun bilgisizliğini kutsayıp da herkesi buna boyun eğmeğe mecbur ettiğimizde… İşte o zaman,  elimizde ne üretim yapacağımız bir maddi malzeme ne de  bu üretimi yapmak için gönüllü olacak “insanî sermayemiz” kalır.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin “fiilen tahrip edilmiş olmasının” en büyük sebebi, aklı ve vicdanı, etnik ve dinci bozgunculukla kirletilmiş çobanın, uğradığı hastalığı anlayamaması ve çareyi yine kendisini hasta eden bozguncularda aramasıdır.

Bugünün çobanları, “Kızları okutmak onları namussuz eder!” deyip de sonra şifasını kadın cerrahın ellerinde arayan, liberal tabirle söyleyecek olursak, “kanaat önderleridir.”

Yönetimi çobanlıkla özdeşleştiren insanlar, “dağdaki çobanla” neden aynı oyu vermediğimizin en can yakıcı örnekleridir.