İş felsefelerimizin uyuşmazlığında yatıyor.
“Ulusalcı” denen kesimin içinde
Kemalizmi Bolşevizm türevi bir şey
olarak gören enternasyonalist hayalciler de var, “Anadolu neyimize yetmiyor,
Turan hayalleri kurmayalım!” diyen sözde realist Anadolucu sosyalistler de… Ki
sanırım ulusalcı kitlenin çoğunluğunu
ikinci gruptakiler oluşturuyor.
Ulusalcı söylemin omurgasını “antiemeryalizm”
oluşturuyor. Peki ama bu omurga gelgeç
heveslerle savrulan fırsatçı ve şeriatçı
siyasal milliyetçiliği bir tarafa bırakırsak; milliyetçiliğimizin özünü oluşturan
Türkçü felsefeyle ne kadar uyuşuyor?
Ulusalcılık Türkçülükle üç
sebepten dolayı uyuşmuyor:
İlk sebep ulusalcıların “ulusu” ile Türkçülerin “ulusunun”
birbirinden ayrı olamaları. Ulusalcıların “ulus” felsefesi Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken yaptığı “ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye
halkına Türk Milleti denir.” Tanımına
dayanıyor. Kurucumuzun yaptığı tanımı eleştirecek ya da yanlışlamağa kalkacak
değiliz elbette. Ve fakat bu tanımı “mutlak sınırlayıcı” olarak kabul etmenin sakıncalarına
değinmeden geçemeyiz. Atatürk Türkiye dışındaki Türk topluluklarından haberdar, dahası kendisi
kötü bir talih eseri o topluluklardan birine mensup olmak zorunda kalmış bir
Türk çocuğuydu. Dolayısıyla “Türklük” tanımının Türkiye’ye sıkıştırılamayacak
kadar büyük olduğunu biliyordu. Onun bu tanımı Türklüğü Türkiye’den ibaret
görmek değildi. Türkiye’nin kurucu ahalisinin, büyük Türk Milleti’nin bir
parçası olduğunu söylemekti. Dolayısıyla bir Türkçü için Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu
sosyolojik tanımından öte bir Türk tanımamak gibi bir şey söz konusu olamaz.
Sanırım çoğu eski Maocu veya
Stalincilerden oluşan “ulusalcı” kesim içinse fikri bağlarının, kendi “ata
ruhlarının” ( ki onlar için Bilge Kağan, Kültigin, Tonyukuk vs. Türk büyükleri
ancak faşistlerin uydurdukları bir takım çizgi roman kahramanı gibidir…) Rus ve
Çin kaynaklarından gelen soğuk savaş
refleksi halindeki “Türk alerjisinden” dolayı Anadolu dışındaki Türk
topluluklarının varlığından bahsetmek bile faşizm veya ırkçılıkla eşdeğer bir
şey.
(Sorun şu ki yakın zamana
kadar bir namus borcu gibi yürüttükleri Kürtçülüğ’ün Ortadoğu’daki
yaygın silahlı ihaneti ve yarattığı küçük çaplı cehennem, onların artık “
Kerkük zindanını” istemeyerek da olsa
hatırlamalarını sağladı…)
Kafalarında Bolşeviklerin uydurduğu
“Ulusal Sorun” doktrininden başka herhangi bir bilgi de olmadığı için Satlin’in
idraklerine vurduğu prangayla ne kadar nefes alabiliyorlarsa; Türklüğ’ü de
ancak o kadar biliyor ve benimseyebiliyorlar. Türk’ü ancak Stalin’in
penceresinden görebilen sol-ulusalcı
kampla
Vatan büyük ve müebbet bir
ülkedir; Turan!” diyen Türkçü felsefenin uzlaşması düşünülebilir mi?
Uzlaşmazlığın ikinci ayağı ise “antiemperyalizm
karşıtlığı” ayağında ortaya çıkıyor. Şimdiler de bazı Türkçüler de sol
seçkinciliğe yaranma çabası ve uzlaşma ümidiyle
derhal benimsenen “antiemperyalizm” söyleminin iki felsefi çarpıklığı
var.
Bunlardan birincisi ve derhal
göze batanı, “antiemperyalizm” söyleminin,
Kurtuluş Savaşı’nı, bir tür “sömürgelikten kurtulma savaşı” haline
indirgeyip Türk’ü de “büyük devletlerin eski bir sömürgesi küçük bir kabile”
diye kabul etmesidir. “Antiemperyalizm” söyleminin temelinde “Türk’ün
büyüklüğü”, “etkileyiciliği”, “emperyal ölçekli siyaseti”, “fütuhat tutkusu” vs
yer almıyor. Antiemperyalizm söyleminin temel kabulü: “Türkiye’de hasbelkader Türk
olarak yaşayan insanların kurduğu, hiç
kimsenin işine karışmayan, hiç kimsenin de kendisine karışmasını istemeyen,
sömürgelikten zar zor kurtulmuş, kendi yağıyla kavrulmaktan mutlu bir iki
buçukuncu sınıf kabile tipi cumhuriyet.”
Buna bağlı olarak antiemperyalizm
söyleminin daha derin çarpıklığı “emperyalizm”
hurafesini uyduran Marksist okulun dayandığı, diyalektik saçmalığını
benimsemesinde yatıyor. “Emperyalizm” terimi dünyayı, sosyalist olan ülkelerle “emperyalist”
olan ülkeler karşıtlı şeklinde “mutlaklaştırıyor”.
Diyalektiğin, idealizmi, “İdelerin
var olamayacağı, dünyanın yalnızca karşıtlıklarla anlaşılabileceği” şeklinde
eleştirirken aslında bütün beynimizi boşalttığını, bizi tanımsız bıraktığını,
idelerimiz yok olduğunda, kıyaslamak için elimizde ne kalacağını hiç kimse
düşünmedi. Ulusalcılar her şeyin “ilişkilerden ibaret olduğunu” söyleyen
Marksist felsefeyle düşündükleri için “ilişkilerin
neler arasında gerçekleşmesi
gerektiği” sorusunun varlığını da düşünmek istemezler.
Dolayısıyla “idelerin
mutlaklığına” karşı çıkıp “mutlaklığı” reddettiklerini sanırken aslında “karşıtlık” kavramını ideleştirdiklerini, “mutlaklaştırdıklarını”
fark edemezler. Peki ama bunun konumuzla ilgisi nedir?
Bunun konumuzla ilgisi şudur:
Öncelikle dünyayı emperyalistler ve antiemperyalistler karşıtlığı içinde
algılamak, iki “mutlak kategorisi” oluşturmak anlamına gelir. Bu
kategorileştirmenin “mutlaklığı” sözde diyalektik mantık için öldürücü bir
çelişkidir.
Bunun sonucunda dünyada, kendiliğinden
bir “Etkili büyük devletler ve etkisiz küçük devletler” kategorizasyonu meydana
gelir. Elbette ulusalcılara göre SSCB ve
Çin aslında ulusal devletler olmayıp kutsal enternasyonalist esaslara dayanan
birer proleter diktası olduklarından, bu ülkelerin Avrupa’da ve Asya’da
gösterdikleri yayılmacılığın emperyalist olarak algılanması yanlış olacaktır.
Düşüncelerinin temelinde tanımlar
ve kategorizasyondan ziyade “havada uçuşan partizanca diyalektik mukayeseler”
yer aldığından, ulusalcılar için “büyük, etkin, üstün bir Türk” tanımı da söz
konusu olamaz. Onlara göre Türk Milleti’nin
kendi çıkarları için herhangi bir toprak parçasına askeri müdahalesi dahi
doğrudan “emperyalizm” sayılacaktır.
Sözün özü: Ulusalcıların
kafasında, dünyaya etki eden, etmesi de gereken, gerçek ve üstün bir Türk Ulusu’nun “milliyetçiliğinden” ziyade “Türk” dendiğinde
anlaşılması gereken : “Dünyada kendi
halinde yaşayan, adını hasbelkader almış, “büyük devletlerin işine karışmadan” pasifist
barışçılığı ve kolektivizmi benimsemiş bir Ortadoğu sömürge eskisi kabile toplumudur.”
Hal böyle olunca dünyanın neredeyse dörtte birine yayılmış
büyük bir ulusun, dünyayı adaletle etkilemesi gibi hedefleri olan Türkçülerle kafalarında, “ancak büyük devletlerle uygun ilişkiler
kurduğu müddetçe var olabilecek bir Ortadoğu sömürge eskisi kabilesi”
tasavvuru yaşatabilen “ulusalcıların” uzlaşabilmeleri çok zor görünüyor.