Basın yayının dayattığı, “genel
kanaat”, Kürtlerin kendi ülkelerini kurmaya hakları olduğu, bunun önüne
geçilemeyeceği, uluslararası şartların
da bunu gerektirdiği vs yönünde.
Türk Ulusu’na, biz ne istersek
isteyelim batının zaten Kürtlere bir devlet kurdurduğu ve bu devletin de bizim
topraklarımızdan bir parça almasının kaçınılmaz olduğu kanaati kabul ettirilmeye çalışılıyor.
Konunun teknik, siyasî, hukukî,
diplomatik yönleri üzerinde yürütülen tartışmaların hiçbir objektif yönü olmadığı gibi zaten bu
tartışmalar objektif olmak niyetiyle de yapılmıyor.
Bütün bu tartışmaların tek amacı
Türk’ü teslime zorlamak. Çünkü bir ulus kendiliğinden düşmana teslim olduğunda
artık ordusunun vs hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Yapılan sözde tartışmalarda Türk
tarihinin düzmeceliğinden tutun da Türk adının sahteliğine kadar pek çok konuda
bütünlüklü bir beyin yıkama faaliyeti sürdürülüyor. Türk
insanına kendi yurdunda işgalci, katliamcı olduğu kabul ettirilmeye
çalışılıyor. Bunun yaygın adı “ psikolojik savaş”.
Psikoloji öyle büyük bir güç ki
mantığın bütün sınırlamalarını
aşabiliyor. 1919’da İzmir’e bütün gösterişiyle ayak basan efsun alaylarına
karşı çıkan Hasan Tahsin’in ruh hali
bütün bir ulusu etkileyebiliyordu. Buna karşılık tek bir Türk’ün kendilerine
karşı çıkmasından bile korkan Yunan birlikleri, çok geçmeden, ayak bastıkları
iskelelerden denize dökülüyorlardı.
Bugün Türk Milleti, aslı astarı
olmayan bir kara propagandanın
bombardımanı altındadır. Kürtçü ve şeriatçı işgalcileri ulusumuza alabildiğine
yalan söylemektedir.
Bu yalanların iki yönü var:
Birincisi kendi varlığımızdan utanmamızı sağlamak istiyorlar. İkincisi de
karşımızdaki işgalci ve işbirlikçi güçlere karşı aşağılık kompleksine girmemizi
istiyorlar.
Türk evlâdı, bu çağda uyanık
olmalıdır.
Uluslar dünya şartlarını
düşünmezler, dünya şartlarını belirlerler.
Diplomasi egemen ulusların kendi aralarında belirledikleri şartları
diğerlerinin “doğal” diye kabul
ettikleri bir silâhsız savaş alanıdır. Bu savaş asla bitmez. Bu açıdan çatışmasızlık
barış anlamına gelmez. Çünkü aslında meselâ İngiltere’nin petrol kaynakları
için Barzani katiline destek olması, bizim sınırlarımızın güvenliğini tehdit
etmek demektir ki bu da aslında savaş ilanı veya tehdididir.
Ulusların dünyanın şartlarını “belirlemesi”,
uluslaşmanın “öz saygı” duygusunun bir
sonucudur. Uluslaşma, devletleşmenin,
kendiliğinden sağladığı bir toplumsal durum değildir. “Uluslaşma” ancak kendi başına ve kendi şartları içinde yaşayabileceğine sürekli ve sarsılmaz bir güçle inanan
toplumlarda devletleşmeye koşut olarak
gelişebilir. Başka ulusların ve toplumların yardımlarından medet uman toplumlar
asla uluslaşamazlar. Bu yüzdendir ki meselâ Kürt toplumu, uluslaşma trenini
kaçırmıştır.
Uluslaşma, ulusun bireyleri
arasında, tarihten köken alan ciddi bir üstünlük ve farklılık duygusuyla
beslenir. Bunun sanıldığı gibi insanlık dışı
bir yönü yoktur. Çünkü kendi çocuklarının iyiyi ve güzeli hak ettiğini düşünen
insanların bu öncelemeleri, atalarının kendileri için bunu düşünmüş olmasından
dolayıdır.
İnsanlık ailesinde bir kısım
toplumların siyasal egemenlik kurarak
uluslaşma aşamasına girdikleri günden bu yana “insanlık” belli ve tanınan bir geçmişten, şerefli ev aydınlık
bir geleceğe uzanmak arzusundaki uluslarla
yaşatılmaktadır.
Kabilelerde tanınan, açık ve hatırlanan bir tarih yoktur.
Kabileler ve diğer bütün kapalı toplumlarda “geçmiş” ancak efsanelere ve
masallara dayalı, belirsiz, sisli bir kabulden ibarettir. Bu yüzdendir ki
meselâ Türk tarihine Çinlilerden, İtalyanlar’dan vs yazılı kanıtlar
bulabilirken “Kürt tarihi”, “Sırp tarihi” vs diye bir şey yoktur. Ulusaltı topluluklarda
tarih, egemen ulusların çıkarlarına göre oluşturulmuş birer kurmacadan ibarettir.
Bu yüzdendir ki Kürdoloji Enstitüsü,
Fransa’dadır.
Bütün bu şartlar ve
tutumlar bize bir gerçeği açıkça göstermektedir: Hiçbir ulus kendi
tarihine ve egemenliğine “başkasının gözüyle” bakamaz, bakmamalıdır.
Uluslararası ilişkilerde “empati” yoktur!
Bu Türklük bilincinin uluslararası
ilişkilere bir tepkiden ibaret olduğu anlamına gelmez.
Bu, Türk Ulusu’nun kendisini, “büyük”
sayılan devletlerden aşağı görmemesi gerektiği anlamına gelir. Bu, Türk Ulusu’nun
diplomaside ve kendi ülkesinde kendi
anlam dağarcığını ve sözlüğünü oluşturması gerektiği anlamına gelir. Hiçbir ulusal
devletin mekanizması, başka ulusların terminolojilerine veya doktrinlerine göre
işlemez, işletilemez. Bu yüzdendir ki ülkemizde bir “Kürt sorunu” olduğunu
söyleyen batılı ülkelerin objektif olduğunu düşünmemiz mümkün değildir.
Türk Ulusu, devlet şeklini
ve vatan bütünlüğünü tehdit eden Kürtçü
ve şeriatçı şiddete bu yüzden asla kulak vermemeli ve direnmelidir. Hiç bir ulusun
kendisinin ve devletinin meşruiyeti başka ulusların onayına muhtaç değildir. Devletleri
başka uluslarca kurulmuş ve bağımlı kılınmış ulusaltı toplumlar, bu kuralın
dışındadır.
Türk Ulusu’nun varlığı doğal,
meşru ve tartışılmazdır. Türk Ulusu’nun her devleti de aynı şekilde tartışılmaz
egemenlik kullanıcılarıdır.
Türk evlâdı, kendisini şartların
oyuncağı bir kurban gibi göremez,
görmemelidir. Türk evlâdı Türkçe’nin, Türk tarihinin, Türk egemenliğinin dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez
olduğunu gerektiğinde kanıyla savunmaya hazır olduğunu tüm dünyaya
duyurmalıdır.
Türk’ün düşüncesi ancak bu
olabilir.