Başörtüsünün normalliği 1 |
“AKP iktidarı ile birlikte ilk kez bir
başbakanın eşinin başının kapalı olabileceğini öğrendi, Türkiye… Varoşlardaki
kadınlar ilk kez kendilerini gördüler başbakanın yanında yürürken, önceleri
ürkek davrandılar, zamanla normalleştiler. Cumhuriyetin en büyük kazanımı olan
sınıfsız ve özgür toplumun bir parçası olduklarını gördüler. Sonra hemen her
kadın gibi modayı takip etmeye başladılar. Başörtülerine, bağlama biçimlerine,
kıyafetlerine özenir oldular. Ne var bunda, kara çarşafa inat gök kuşağı gibi
olsunlar, makyaj yapsın, güneş gözlüğü taksın kot pantolon
giysinler..,Üniversitede okusun, araba kullansın, dans etsin, Beyaz Show’a
katılsınlar…Burası Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, “Türk Milletinin karakter
ve adetlerine en uygun olan idare” ile
yönetilen Türkiye Cumhuriyetidir.”
Hayır…
Bu satırlar başörtülü bir yazara ait
değil. İçinde doğruluk payı yok mu? Elbette var. Amma ve lâkin tarihsel gözlem
ve söylem tahlili yönlerinden birazcık eksik
kalmış bir paragraf….
Bu
paragrafın cümle cümle tahlil edilmesi ülkemizin içinde düştüğü durumun
bilişsel yönünü anlamak açısından önem arz ediyor.
Yazarı
şahsen tanıdığım için bir “yandaş” olmadığından adım gibi eminim. Bu paragraf “Ben
olsaydım” mantığıyla yazılmış bir empatik yaklaşım. Kaldı ki aslında hepmizin
kendi fikirleri hakkında zaman zaman yapması gereken bir sorgulamanın güzel bir
örneği.
Bu yüzden bu paragrafın analizinin aslında yazara doğrudan doğruya bir cevap
olmadığını en başta belirtmek istiyorum.
Cevabımız
“ Bir de böyle düşünenler var..” denenlerin düşüncelerine, bu yazı üzerinden
bir eleştiri olacaktır.
“AKP iktidarı ile birlikte ilk kez bir
başbakanın eşinin başının kapalı olabileceğini öğrendi, Türkiye…” Denmiş. “Öğrendik
mi?” gerçekten? Veya bir başbakan eşinin
başörtülü olması bize gerçekte neyi öğretti? AKP iktidarı ile birlikte
öğrendiğimiz şey “Bir başbakanın eşinin” giyim tarzı olmadı aslında. Burada
böylesine naif ifade edilen şeyin daha derin ve geniş anlamı, “ Hukuk
denetiminden yoksun ve “sınırsız bir demokrasinin” her giyimi bir yere taşıyabileceği”
oldu sadece. Peki ama AKP’nin o çok öğretici demokrasi dersi bize, yazarımızın
daha önceki paragraflarda gösterdiği kenar mahalle- entelektüel sanayi toplumu
çelişkisi hakkında ne öğretti?
“
Varoşlardaki kadınlar ilk kez kendilerini
gördüler başbakanın yanında yürürken, önceleri ürkek davrandılar, zamanla
normalleştiler”
Çok güzelim, alımlıyım ama ... |
Sevgili
yazarımızı kızdırmak istemem ama gülmeden edemedim. “Zamanla normalleştiler” mi
gerçekten? Karısı, başbakanın yanında “lâik bir devlet protokolü” sayesinde
yürüyebiliyordu. Yani başbakanın karısı kocasının yanında yürümesini ancak lâik
bir kanun önünde eşitlik rejimine borçluydu. “Zamanla normalleşmek” deyimiyle ilgili olarak Ankara’nın atık
betonlaşmış, apartmanlaşmış kenar mahallelerine, bir göz atmasını yazarımızdan
istirham ederim. Elvankent, Batıkent, Sincan gibi semtlerde apartmanının
balkonunda yorgan kurutan, bahçede
yastığının, yorganın yününü yıkayan, evinin bütün ayakkabı birikimini
kapısının önünde sergileyen, başı açık kadınlara hâlâ uzaylı gibi gözünü diken
kadın profili acab gerçekten
normalleşmiş midir? Veya uçağa bindiğinde “Ben erkek yanında oturmam!” diyen
lüks pardösülü başörtülü bacımız acaba gerçekten normal sayılabilir mi?
“Cumhuriyetin en
büyük kazanımı olan sınıfsız ve özgür toplumun bir parçası olduklarını
gördüler. Sonra hemen her kadın gibi modayı takip etmeye başladılar.
Başörtülerine, bağlama biçimlerine, kıyafetlerine özenir oldular.”
Şu
“sınıfsız” terimine bayılıyorum, kim ne derse desin. Demek ki gerçek anlamıyla
hayallerimizdeki anlamı arasındaki fark gerçekten da hâlâ anlaşılamamış bir
terim.
Öncelikle
“sınıfsız” bir toplum “ideali” ( Aaaa! Yahu Marx idealist değildi ama? Nasıl oldu şimdi
bu?) toplumsal sorunları doğuran çelişkileri ortadan kaldırabilecek sihirli bir
formül olarak ortaya atılmıştır. Tamam tamam … Bu “tarihsel bir zorunluluktu”
da o yüzden kurucu bir idealist gericilik değildi falan filan…
Sınıfsız
toplum ile insanların, problem yaratabilecek her türlü farklılığının ortadan
kaldırılabileceği düşünülüyordu. Zamanlar sınıfsız bir toplumun ancak insanı
ortadan kaldırarak yaratılabileceği anlaşıldı ve sosyalizmin asıl büyük çöküşü
de böyle oldu. Çünkü insanlar arasındaki
zekâ, yetenek farklılıklarının bütün sonuçlarıyla doğal ve kaçınılmaz
olduğu ortaya çıktı.
O
halde cumhuriyet böylesi bir sınıfsızlık ideali üzerine mi kurulmuştu? Elbette
hayır. Cumhuriyetin “sınıfsız” toplum idealinin “imtiyazsız” bir toplumsal oluşum olduğunu düşünmek daha
yerindedir. Cumhuriyetin “sınıfsız” toplumu, “kanun önünde eşit bireylerden
oluşan” bir toplumdur. Bu ideal, “gelir farklılıkları yok edilmiş, tamamen
eşitlenmiş bireyler” anlamına gelmez.
Cumhuriyetin
sınıfsız toplumu, toplumsal düzeni akla ve bilime dayandıran ve bunların belirleyiciliği
üzerinde hiçbir başka düzeni veya inancı
tanımayan bir “kanun önünde eşitleştirici” yönetim tarzını benimser. Dolayısıyla dini veya
etnik cemaatleşmelerin, cumhuriyetin beşeri hukuka dayalı, kanun önünde
eşitleştirici egemenliğine rakip olmasına kesinlikle izin vermez.
Peki
başörtülü “normal bacılarımız” “kocasının yanında yürüyebilen”( Demek ki
aslında cumhuriyette o güne kadar kadının kocasının yanında
yürüyebilmesi sağlanamamıştı da ilk defa
baş örtülü bir hanım bize kocasının
yanında nasıl yürüdüğünü göstererek hepimizin normalleşmesini sağlamıştı .[ Polemikte
provokasyonun dibine vurmaya kararlıyım.]) başbakan eşinin, başörtüsüzler gibi
rahatça çalışabileceğinden, gezebileceğinden eminler miydi? Yoksa kocasının
dini üstünlüğü, “normal baş örtülü başbakan eşinin” hayatında kanunların, “sınıfsız
toplum yaratan” kanun önünde eşitlikten daha mı baskındı?
Normal
baş örtülü başbakan eşi acaba “ Lâik bir ülkedeyiz, ben baş örtüsünü gerekli
görmüyorum. Taksam bile istediğim toplantıya, etkinliğe katılabilirim! Hatta çalışabilirim!”
diyebiliyor muydu?
Evet
belki “normal başörtülü bacılar” kendi modalarını yaratıp kendi kadın
dergilerini çıkarıyorlar ve hatta köşe yazarı oluyorlardı. Ama hâlâ erkeğin “emredici
üstünlüğü” kabul edilmiş bulunuluyordu.
Öncelikle
erkeğe böylesi bir üstünlük atfetmek ve daha sonrasında, yer sofrasında yemek yemek
tarzına “resmi bir egemenlik” alanı açmak çabasıyla “normal baş örtülü
bacılarımız”, onlara sanayi toplumunda “kanun önünde eşit bireyler” olmak
imkânını sunan lâik toplumsal düzeni tahrip ediyorlardı, hâlâ tahrip ediyorlar.
Demokrasi
şüphesiz bir ifade hürriyeti rejimiydi fakat kadını erkekten eksik gören ve bu
yüzden toplumsal düzeni erkek egemen bir şeriat rejimi haline getirmeye
çalışanların vahşetine de izin veremezdi. Çünkü böylesi bir düşünce tarzıyla
demokrasiyi var etmek mümkün değildi.
Derya
Hanım’ın normalleştiğini iddia ettiği güneş gözlüklü kadınlar belki ciplere
biniyor, çoğumuzun maaşından pahalı baş örtüleri takıyor ve her yere bu bez
parçasını bir tür işgal bayrağı gibi artık daha özgür sokabiliyor. Ama hâlâ
birilerinin “ortanca hanımı”, cariyesi gibi yaşıyorlar. Üniversiteye gidiyor,
beşeri hukuk eğitimi alıyor ve hâlâ şeriatı savunmaya devam edebiliyorlar.
Televizyonlarda şeriat savunuculuğu yapıp güzelliklerini sergilerken
milyonlarca kadının erkek şiddetine,
tecavüzüne daha fazla açılmasına sebep oluyorlar.
Bir dakika yahu? O sen güzelleşesin diye takılmıyordu ki.. |
Normalleşmiş
bir türbanlı siyasetçi çocuk tecavüzleri konusunu “sınıfsız bir toplum
siyasetçisinin” aklıyla değil de “Erkeğine taabi bir Müslüman kadının” mantığıyla değerlendirerek “Bir kerelik bir
şeyden hüküm verilemez!” diye değerlendirebiliyor.
Kısacası
başörtüsü ya da türbanın özgürleşmesi, özgürlük alanının genişlemesini falan
sağlamıyor.. Türbanın egemenliği, kanun önünde eşitlik ile biçimlenmiş, lâik ve
demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin tahribatına yol açıyor. Bunu demokrasinin
bir gereği ve “normalleşme” sayabilir miyiz?
Başörtüsü
ne zaman “normal” olabilirdi?
Başörtülü
bacılar,
ikinci kadına kendi hakları açısından karşı çıksalardı, kadını erkeğe
taabi kılan din hükümlerine göre değil de
beşeri hukuka göre kendi
akıllarınca yaşamak istediklerini söyleselerdi, başörtüsünün toplumda bir ahlâk ölçüsü olamayacağını söyleselerdi,
açık kadınların tecavüzü hak etmediğini açıkça söyleyebilselerdi, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ancak ve yalnız uluslaşma ile ayakta kalabileceğini ve
Müslümanların da ancak bu şekilde kendi akılları ve bireysel iradeleriyle
ahlâkî ve normal bir hayat sürebileceğini söyleselerdi ya da “Müslümanlar” diye bir kategori yaratılamayacağını,
Müslümanların, tevhit inancını benimsemiş bireylerden oluştuğunu söyleselerdi,
din adına işlenen cinayetleri, tecavüzleri kınayabilselerdi, “seks cihadı”
denen sapıklığa karşı çıksalardı… Belki o zaman “normalleştiklerinden”
bahsedebilirdik. Oysa bu gün baş örtüsü tartışmasız biçimde beşeri hukukun,
akılcı toplumsal düzenin yani lâikliğin,
kanun önünde eşitlik idealinin karşıtı, mütecaviz ve saldırgan dinciliğin bir
istismar aracından başka bir şey değil.
Hemşerim senin özgürlük anlayışına hayranım ama kafandakiyle olmuyor. |
Başörtülü
bacılar da çoğunluğu içlerindeki kin
duygusunu tatmin etmek için bu simgeye
sarılan ya da n iyi bir tahminle taabi oldukları erkeklerin emrinde yaşayan
kadınlardan ibaret.
Yani
yazarımız belki kızacak ama ortada ne normalleşme ne de sınıf davranışı falan var. Ortada sadece dinin
doğasından kaynaklanan bir riyakârlık ve hukuk sömürüsü var.