21 Şubat 2016 Pazar

Mutlu Hanımın Mutsuz Eden Ses Tonu

Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü bünyesinde hazırlanan bir uzmanlık tezinde ( Mustafa Çadır, Kadının Siyasal Yaşama Katılımında Siyasi Parti Kadın Kollarının Rolü, Ankara İli Örneği)  siyasi parti kadın kolları hakkında özetle aşağıdaki tespitler yapılmış:

Genel olarak kadın kolları ev gezileri, kermes, hasta ziyareti ve yardım çalışmaları gibi siyasi getirisi düşük ikincil faaliyetler yürütmekte, bu nedenle de parti içinde siyasi bir yapıdan çok sosyal bir kuruluş görümündedir. Kadın kollarının şu anki görünümüyle kadın sorunlarını siyasete taşıması ve kadınların karar alma mekanizmalarında temsilinin artırılması işlevlerini hizmet edebilecek bir konumda olduğunu söylemek güçtür(...) Bununla birlikte kadınların büyük çoğunluğunun erkek egemen yapıyı yadırgadıklarını ifade etmekle birlikte farkında olmadan bu yapıyı içselleştirmiş olmalarıdır.

Kadın kolları gerekli midir tartışmasına girmeden 'içselleştirme' tespiti üzerinden devam edeceğim..

Birey olarak kendinizi nerede konumlandırdığınız ve nasıl tanımladığınız çok önemli. Bir kadın olarak toplumda, erkek egemen demiyorum çünkü bu tamımlamanın çıkış noktası konusunda emin değilim, kendinize biçtiğiniz ya da size biçilen role siz mi karar veriyorsunuz? Nerede duruyorsunuz, beslenmeye korunmaya muhtaç kuzu musunuz ilerde etimizden sütünüzden faydanılanacak yoksa kendimize delikanlı kız ya da kadın dedirtme sevdasında erkek gibi yürüyen erkek gibi kahve köşelerinde siyasi mavra yapan kendi cinsiyetiniz konusunda kararsız olanlardan mısınız? Bir de dağa çıkan ya da cariye olmayı kabul eden bir guruh var ki anlat anlat bitmez..

Kuzu ve çakma delikanlı aslına bakarsanız  her iki tanımda da ya böyle olmayı içselleştirmiş hem cinslerinize ya da karşı cinse yaranma-onaylanma kaygısı duruş yeriniz değil mi?

Leydilik okulları ile ünlü İngiliz tahtında bir kadın monark var, siyasi tarihte Demir Leydi' tanımlaması ile yer alacak kadın siyasetçi de İngiliz..Güçlü ancak bir o kadar da kadın kimliğine sahipler..Özellikle Demir Layd  Margaret Hilda Thatcher, Muhazafakar Parti kadın kollarından başbakanlığa kadar yükseldi(!) Şaka bir yana İngiliz siyasetinde kadın kolları gibi oluşum ya da toplumu politize etmek gibi çaba var mıdır? Monarşi ile yönetilen bir ülke demokrasinin beşiği olarak tanımlanıyor..Siyaset sadece ülke politikalarını küçük nuanslar ile kimin yöneteciğini tayin için yapılıyor(Hoş Thatcher'ın liberal politikaları küçük dokunuş sayılmaz ancak netice de İngiliz Milliyetçiliğine hizmet etmiş midir etmemiş midir?)

Biraz da içimizden birinden, Mutlu Hanımdan söz edeceğim. Kendisi siyaset ile uğraşıyor, belli  ki hedefleri büyük.. Sürekli cehaletten ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaktan söz ediyor. Arada din iman meselelerine girince de olayı tamamlıyor. Görüntü olarak da laik modern.. Atatürkçü olduğunu da sıklıkla hatırlatıyor.. Çocuklarından ve onlara olan sevgisinden söz ediyor analık vurgusu da tamam..Kadın kolları,yardım faaliyetleri, dernekçilik erkek kolları (!)her neye fırsat tanıdıysa orada..
Her şey mükemmel gözüküyor.. Yalnız Mutlu Hanımın bir kusuru var, sesi çok çıkıyor öyle ki çevresindeki bütün sesleri bastırıyor.. Kendi sesinden dolayı diğer sesleri duyamıyor. Mutlu Hanım, mutsuz eden ses tonunun farkına varamıyor..


Aslında mesele kadın ya da erkek siyasetinde değil, mesele demoksariyi içselleştirme de..Hatta aile de demokrasiyi içselleştirme de..Kadın kimliğinizi ailenizde ortaya koyamıyorsanız  ne siyasi parti kadın kolları ne de kahve köşelerinde erkek edasıyla yaptığınız mavra ne sesinizi  ne de yürüyüşünüzü normalleştirir..

Abartılı mı geldi? Çevrenize şöyle bir bakın ve dinleyin.. Karşıdan gelen kadının külhanbeyi yürüşünü diğerinin herşeyi ben bilirim sesini bir diğerinin kuzu ürkekliğini göreceksiniz..




18 Şubat 2016 Perşembe

İkinci Sınıfı Örtmek


Belki ilgisiz olacak.

Öyle ya normalde Ankara saldırısı hakkında yazmam lâzım. Ama saldırıyı düzenleyenlerin amaçları hakkında konuşmanın şu saatten sonra bir yararı bence yok. Çünkü zaten onların Türklüğü Anayasadan çıkarmak, ülkeyi etnik eyaletlere bölmek gibi  fikirleri iktidarda.

Dün karşıdan karşıya geçen iki türbanlı genç kadını görünce aklıma geldi. Her zaman söylenen giyim çelişkilerinin altındaki güdüler içimi burktu.

Onlar güzel olmaya çalışıyorlardı. Alımlıydılar. Türbanları kendilerine göre bir düzenlemeyle bağlanmıştı. Makyajları yerindeydi. Yani aslında basbayağı alımlı ve  çekiciydiler. Ama öbür yandan "Allah'ın emrine" uyuyorlardı, kendilerince.

Öte yandan başı açıklar gibi "modern" görünmek istiyorlar. Ama uymak istedikleri modernitenin "Allah'ın emrettiği" düzen mi olduğunu düşünmüyorlardı. Bir yandan lâikliğin bütün  nimetlerinden ve konforundan yararlanmak, onun estetiğinden beslenmek istiyorlar, diğer yandan  dinden itibar elde etmeye çalışıyorlardı.

Sahi "Allah'ın emri" neydi onlara göre?  Herhalde örtünerek kadınlıklarının cazibesini gizlemek ve erkekleri tahrik etmemekti...  Bu bir çıkarım. Çünkü Nur Suresi 31. ayetteki "başörtüsü" diye trcüme edilen kelimenin orijinalini kimse bilmiyor. daha doğrusu Kur'an indirildiğinde, bugün "başörtüsü" denen şeyin var olup olmadığı bile bilinmiyor. Ama biri "başörtüsü"  şeklinde tercüme etti diye tek bir kelime bütün bir toplumdaki ilişkileri  etkileyebiliyor.

Allah'ın emri kadınların örtünmesiydi ama meselâ erkeklerin tahrik olmamalarına ya da mütecaviz davranmamalarına dair nedense hiç bir şey söylenmiyordu. Yani erkek doğuştan saldırgan, mütecaviz, dölleyiciydi. Erkeğin doğasındaki hayvanîlik türban kitlesini zerrece rahatsız etmiyor. Bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyorum? Memlekette  IŞİD militanlarına fahişelik etmek için kaç kadının gönüllü olduğunu ve hepsinin de istisnasız "kapalı" olduğunu sanırım gördük. Öbür yandan, erkek vahşetine ve hayvanlığına duyulan  bu  teslimiyetteki patoloji cidden kan dondurucu.

Kadının görevleri ya ondan kesin şekilde uzak durmak ya da resmi bir cinsel tatmin aracı olmaktı. İşin  garip yanı erkek nikâh bağıyla bile o kadar kesin şekilde sınırlanmıyordu.  Bir Müslüman erkek için savaşla ya da alışverişle sınırsız sayıda kadın/cariye  elde edebilmek mümkündü.

Önümden geçen genç kadınlar örtünerek namuslu olduklarını gösteriyorlar ama makyaj yaparak da çekici olduklarını belli ediyorlardı. Bu bilinç altına şu mesajı yolluyordu: "Açık kadınlar namusları zayıf,  cinselliğe eğilimli,  tecavüz edilebilir insanlardır".

Bu mesajı erkekler uydurmuyor. Bu mesajı kadınlar kendi giyimleriyle veriyor. Bundan şikâyetçi değiller. Siz hiç açık kadınlara tecavüz edilmesini kınayan bir türbanlı "yazara" rastladınız mı?

Kadınlar örtünerek  tacizden veya tecavüzden  uzak duracaklarını düşündüklerinde, kendilerini ikinci sınıf insanlar yaptıklarını maalesef fark edemiyorlar. Çünkü onlar, hayatlarının akışını,  muhtemel tecavüzcülerinin   şehvetine göre kısıtlıyorlar ve bundan da son derece memnunlar. Hiç birinin aklına " Erkeklerin şehvetlerinin sınırlamaları gerekirken ben neden hayattan uzaklaşmalıyım?" sorusu gelmiyor.

Aslında gerçekten namuslu olup olmamanın önemi yok onlara göre.Türban yalnızca  saçları örtmüyor, yapılan bütün işleri örtmeye yetiyor.


Ha bütün bunlar, bu örtünmeler, kaç göçler, kapanmalar bizi niye mi ilgilendiriyor? Bilmem? Memlekette olan biten her felâkette gözlerimizi  ve ağzımızı kapamamızı isteyenleri çağrıştırdı biraz  da belki...

14 Şubat 2016 Pazar

Hümanist Tarihe Giriş 1


Urartular bir gün karşılarında sarkık bıyıklı| kaba saba adamlar gördüler. Urartular at nedir bilmedikleri için bu adamları görünce pek korktular.


Komşuları Ermeni'lere gittiler. " Bu yeni gelenlerin  halı hal değil Mazallah hepimizi kesmesinler " dediler. Ermeniler "Kürtlere soralım, bunlar onlara benziyor!" deyince Urartular şaşırdı. "Kürt ne ya?" diye sordular.

Ermeniler "Sahi yahu daha Kürt icat edilmedi değil mi? Arkadaş Bizans da  cehennemin dibinde kime sorsak ki? " diye şey ettiler.

Urartular Ermenilere "Hacım daha oturacak mısınız?Yengen mırın kırın ediyor da..." deyince film koptu. Kahraman Antranik "Babanın malı mı  lan? Biz buranın yerlisiyiz! " dedi.
Urartular "Bir yanlışlık  olmasın hacım biz epeydir buradayız."dedi.

Ermeni Antranik. " Yurdumun kanlı  ufuklarından  bir Türk yıkımı doğuyor. Kahraman Ermeni evlâdı vur Türk işgalci ki şey olsun... Ney olsundu leo?" Urartu Haldi, "Aga kafa gitti senin, otur şurada iki kadeh Tuşba rakısı içek" dedi.

Tarihte ilk ayakkabı köselesi böyle icat edildi. Devam edeceğiz.






13 Şubat 2016 Cumartesi

Kayyumlu Dondurma


"Kayyumun sorumlulukları
I. Belli bir iş
MADDE 459.- Belli bir iş için görevlendirilmiş olan kayyım, vesayet makamının talimatına aynen uymak zorundadır.

II. Malvarlığının yönetimi
MADDE 460.- Kayyım bir malvarlığının yönetimi ve gözetimi ile görevlendirilmiş ise, yalnız o malvarlığının yönetim ve korunması için gerekli olan işleri yapabilir.

Kayyımın, bunun dışındaki işleri yapabilmesi, temsil olunanın vereceği özel yetkiye, temsil olunan bu yetkiyi verecek durumda değilse vesayet makamının iznine bağlıdır."

Emlak ile ilgili bir sitede rastladım bu maddelere.
Vesayet makamı denen makam da sulh hukuk veya asliye hukuk mahkemeleri oluyor kanunda gördüğüm kadarıyla.
Kâğıt üzerinde her şey tamam!

Bugün bir haber gördüm "Cemaatin eğitim kurumlarına kayyum.." diyor.
Cemaati günahım kadar sever miyim? Hayır!
Öyleyse eniştemin beni öpmesi hali mi vakidir? O da yok.

Amma  sağımızın solumuzun sobe olması  ihtimali var ki o biraz ürkütücü...
Kayyumun sorumlulukları iki taneymiş anladığım kadarıyla... Vesayet makamının emrettiğini yaparmış. Amenna!

Tamam da... Vesayet makamının ne emredeceği belli mi?  Akşam  yemeği fazla kaçıran bir vesayet makamı,  atadığı kayyuma  "Bin şunların sırtına ! Bütün gün seni sırtlarında gezdirip anıracaklar!" dese ne olacak? Elbette koskoca mahkemelerin böyle saçmalıklar yapmasını beklemiyoruz da kayyumun yapacağı işin, alacağı emirlerin ölçüsü, normu  nasıl tayin edilecek?
İkinci sıkıntı, kayyum, vesayet makamının emirlerinden sorumlu da mal varlığını doğru yönetmezse ne olacak? Kayyumun işletme, pazarlama falan bir yana dört işlem bilmemesi halinde malı batırmasına kim, nasıl engele olacak?

Veya.... Hadi diyelim ki kayyum, müflis işletmeye veya kuruma tayin ediliyor. Ölmüş eşek kurttan korkmuyorsa kayyum tayinine  ne gerek var? İşlemeyen işletmenin malları satılır, borçlar ödenir, iş biter.
Yok eşek ölmemişse... Yani işletmenin, kurumun veya başka bir malın sahibi , aklı başında ve dahi  muktedir vaziyette oturmakta ise... Kayyumun onun malının başında işi nedir?

Kayyum işiyle ortaya çıkan "vesayet makamı", zurnanın zırt dediği yer.
Kayyum işi epey su kaldıracak bir uygulama... Kayyum işi hali hazırda "zımnen"  ve dahi fiilen bize diyor ki: " Hemşerim,  yürütmeyle yargı arasındaki duvarlar kalktı. Artık pek sıkı fıkılar. Hükümetin canını sıkarsan yargıya bir işaret çakar, yargı da " Senin hanım senden memnun değilmiş, ben öyle karar verdim, ne de olsa senin vasin benim, senin karının memnuniyeti için bir kayyum  atadım, hayırlı olsun!" der mi, der... Hiç belli olmaz.

İstisnai hallerde kamunun, kimsesizlerin, zayıfların koruyucusu olmak için "ana-baba" gibi davranmasını anlayabiliriz.

De... Herkesin temel haklarına, her istediğinde müdahale etmeye başlaması ihtimali pek büyük tehlike... Hele hele bu işin başında artık yargı yerine yargıya "talimat veren"  bir hükümetin olması ihtimali kan dondurucu.
"Temel haklar" demişken  güzel ülkemin liberalleri Kürçülükle Türk düşmanlığıyla o kadar meşguller ki ülkenin kayyum  yöntemiyle  ufak ufak sosyalistleştirilmesinden habersiz Apo, PKK, HDP güzellemeleri yazıyorlar. Ne güzel değil mi?


10 Şubat 2016 Çarşamba

Ben Tarihin Peşindeyim Tarih Filmden Kaçar Gider


Türk Ocakları, tarihî filmlerde ve dizilerde,  kurgu, gerçek ilişkisinden bahseden bir panel düzenlemiş.

Adı da ilginç: “Film Dizi ve Tarih: Kurgu ve Gerçek”

Türk Ocakları aslında ilginç sayılabilecek bir konuda  panel düzenleyerek iyi bir iş yapmış.

Panelistleri de milliyetçi camiada tanınan isimlerden seçerek kendince bir cazibe yakalamış.

Buna karşılık panel haberindeki özete şöyle bir göz atınca  bazı şeyleri eleştirmemek ne yazık ki mümkün değil.

Dört konuşmacının  ilki, dizilerde ve filmlerde  “Tarihî gerçeklerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmemesi gerektiği”   konusunu dile getirmiş. Yani? O kadar… Panel başkanı değerli hocamızın “Tarih, dizlerden öğrenilecek bir şey değildir.” uyarısı da  bu şekilde güme gitmiş. İlk konuşmacının  sinemaya ya da  görsel sanatlara ilgisi nedir bilemiyorum. Meselâ “Cennetin Krallığı” adlı filmde Selâhattin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri alışı “tarihi bir gerçek” olarak ortaya konur  ama orada ancak “mert  denebilecek bir düşman” olarak gösterilir. Neden? Çünkü “Cennetin Krallığı’ında”  Üçüncü Haçlı Seferi’ni anlatanlar Hristiyanlardır. Bu da bizi şunu göstermiyor mu? “Tarih, gerçeğin algılanışlarından yalnızca biridir…” Burada asıl vurgulanması gereken nokta “Gerçeklere bağlı kalınmasından” da öte gerçeklere “Türk olarak nasıl bakmamız” gerektiği olmalıydı belki de.

İkinci konuşmacı, dizilerde milliyetçilerin kaba insanlar olarak gösterildiklerinden şikâyet etmiş. Bu pilav aslında epey su kaldırır ama… Dizilerde gösterilen  “ülkücü gençlik” profilinin toplumsal tabanı, kültürel kaynakları ve özellikle ideolojik yönlendirilmesi  milliyetçiler tarafından bugüne kadar dürüstçe ve korkusuzca ele alınmış ve eleştirilmiş midir? Hiç sanmıyorum. Ülkücülüğün, lâikliğin daha güçlü olduğu, toplumun nispete çok daha uygarca yaşadığı ’80 öncesi dönemi ile toplumun “merkez sağ” tarafından dincileştirildiği, dinciliğin devlete bilhassa egemen kılındığı ANAP dönemdeki değişimi  bugüne kadar mukayese edilmiş midir ki dizlerde “milliyetçilerin kaba” insanlar olarak gösterilmesinden  şikâyet edilmektedir. Daha da önemlisi milliyetçi olarak nitelenebilecek “film zanaatkârları” yetiştirmek konusu, milliyetçiliğin bir derdi olmuş mudur ki bu gün film endüstrisinin  milliyetçiliğe bakışından şikâyet ediliyor? Kimse kızmasın ama milliyetçilerin çoğu, cahil ve kaba olmayı “halk çocuğu” olmanın gereği olarak addetmiştir.

Üçüncü konuşmacı dizi sektöründe dünya ikincisi olduğumuzdan bahsetmiş. Bununla nereye vardığını  şahsen ben anlayamadım, dinleyicilerin de bir şey anladığını şahsen sanmıyorum.

Konuşmacılardan şahsen de tanıdığım  değerli hocamız Tufan Gündüz, filmlerdeki “çatışma unsurundan” bahsetmiş. Dört konuşmacı içinde, bahsedilen konuya kuramsal olarak en yakın düşen de o olmuş zaten. Senaryonun ancak bir çatışma/çelişki ile ortaya çıkabileceğini söyleyerek panelin en kuramsal  bildirisini sunmuş. Onun bildirisinin zayıf yanı ise bunun ticari beklentiyle ilişkisini kurmak olmuş.  İş seyirci ilgisine vs  geldiğinde  “Seyirci çatışma sever”  gibi bir izah, bana göre  titrleri hepimizi titreten  bilim insanlarından beklenenden çok daha sıradan bir izah olmuş.


Sorun, panelistlerin uzman oldukları konunun felsefesinden hiç bahsetmemeleri, muhtemelen tarih felsefesini hiç umursamamaları. Bana göre temel eksiklik bu.

İkinci eksiklik,  konuşmalardan edindiğim izlenim ve  yıllara dayanan şahsi gözlemlerimden öğrendiğim kadarıyla   konuşmacıların hiç birinin,  ciddi ( hadi “akademik”  deyip de işi iyice ağırlaştırmayalım)bir  sinema alışkanlığının, merakının olmaması. Halbuki böyle bir panelde en az bir konuşmacının çeşitli tarihi filmlerden bahsetmesini arzu ederdim. Tufan Hoca’nın “Kara Murat” filmlerinden bahsetmesi,  artık “kahve muhabbeti” seviyesindeki her sohbetin sıradan örneği olduğu için Burdurluca söyleyecek olursak “saylanmaz”.

Panel haberini okuduğumda,  Sakarya’da Kara Fuatla  herhangi bir çayevinde oturduğumuzda konuştuklarımızdan fazlasını maalesef göremedim.  Tarihî filmlere hele tarihçi akademisyenlerin bakışının bu denli sıradan oluşunu görünce “Milliyetçiler neden kaba insanlar olarak görülüyor, gösteriliyor!” şikâyetine de gülmedim değil. Elbette panelist hocalarımızın beyefendiliklerinden hiçbir şüphemiz yok.

 Seyrettiği son film hakkında, iki satır karalama alışkanlığını hâlâ edinmemiş milliyetçi camianın, tarihin anlatımında bir yerinin olmaması, şaşılacak bir iş değil.







6 Şubat 2016 Cumartesi

Köylü Memurlar Devletinin Çaresizliği

Devletimizin hükümetler üstü bir Doğu Anadolu politikası var mı? ilk bakışta insanın aklına gelen soru bu.

Ama galiba asıl sorulması gereken soru devletimizin uluslaşma ile ilgili bir kaygısının olup olmadığı.

Bu en geniş açılı soru.

Bunu düşünmenin sebebi Doğu Anadolu'da görev yapan memurların sosyoekonomik tabanları.

Doğu Anadolu'da görev yapan subaylar da dahil olmak üzere(ki devletin gene de en eğitimli ve seçkin görevlilerinin onlar olmaları beklenir) devlet memurlarında yaygın olarak görülen köylülük devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki en büyük yetersizliği.

Bölgedeki görevliler maalesef hâlâ vatanın| doğusuyla batısıyla bir bütün olduğunu idrak edememiş köylü çocuklarından ya da en iyimser tabirle "taşralı" çocuklardan oluşuyor.

Özellikle polisler arasında ki terörle göğüs göğüse çarpışanlar hariç, vatanı bir bütün olarak göremeyen insanlar son derece fazla. Memurların hemen hepsinin köyleriyle irtibatı hâlâ devam ediyor. Ve hemen hiçbiri bölgeyi Türk vatanı olarak görmüyor.

Onlar için "memleket" | en fazla köylerinin bağlı olduğu şehir merkezinden ibaret.

"Orada bir köy var uzakta!" idealizmi, hayatını ve dünyayı| hâlâ köyünden ibaret  sanan insanlar için bir anlamsız. Hal böyle olunca da devlet memurlarının, hayatları, aşiret mensubiyeti | dini tutuculuk ve bağnazlık ve etnik terör idealizmiyle şekillenen insanlara, orada bulunmalarını ve hizmet sunmalarını sağlayan şeyin Türk uluslaşması olduğunu anlatmaları da imkânsız oluyor.

Çünkü hayatları ancak imamın ve köylü göreneğinin kapalı devre ezberinde geçmiş insanların,  hemen hemen aynı seviyedeki etik kabile bilinç düzeyindeki insanlara "daha geniş" bir katılım ve paylaşım seviyesi olarak uluslaşmayı anlatabilmesi mümkün değil.

Özetle Türkiye, kafasını köyden kurtaramamış  cahil seçilmişler ve atanmışlar kabilesinin bir başka kabileler koalisyonuyla uzlaşma arayışları arasında çaresizce debeleniyor.



3 Şubat 2016 Çarşamba

Sigara Yasağı Terörizmi Engelleyemez

Oturduğum kafede rahatlıkla sigara içiliyor. Oysa kanunen uzun zamandır kapalı alanlarda sigara-  içmek yasak.

Sigaranın zararları konusunda çok yaygın bilgilenme de mevcut.

Oysa kafenin müşterileri  ne kanuni yasağı  ne de çevreye  verdikleri zararı umursuyor.

Bunca zamandır  onları  tek ilgilendiren  sigara yasağının  cezai yönü olmuş herhalde.

Sigara kişisel  bir zevk. Sorun, zararlarının onu kullanmayanlara yüklenmesi  . Aslında toplu
alanlarda sigara içmek doğrudan doğruya insan hayatına kast etmek anlamına geliyor.

Yaptığının başkasına verdiği zararlar ilgilenmeyen insanlar bu ülkede oy veriyor. Bana sorular sigara içenlerin oy vermesininyasaklanmasını  isterdim.

Bu ülkede başkasının hayatını önemseyen insanların Avrupa'da sigara yasaklarına kuzu kuzu uyması çok ciddi bir ahlâksızlık,  bir iki yüzlülük, güce tapınıcılık.

Kendi başına başkasına zarar vermemeyi  düşünememek  ahlâk  sahibi olmamak demektir.

Bu insan alt yapısının  içinden terörist de dolandırıcı  da çıkması çok doğal.


2 Şubat 2016 Salı

Toplumsal Şizofreni

Ünlü matematikçi John Forbes Nash'in hayatının konu edildiği 'Akıl Oyunları' filmi ile birlikte geniş kitleler şizofreni hastalığını tanıdı. John F. Nash hakkında bilgi sahibi olmayan bir çokları film boyunca Nash'in sanrılarını gerçek sandı.


Vikipedi'de: Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen "şizo" (schizeinYunanca: σχίζειν) ve akılanlamına gelen "frenos" (phrēnphren-Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir.[1] Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. "Gerçek gerçeklik" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, "ikinci gerçeklik" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir.izofreni; düşünüş, duyuş ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir ruhsal hastalıktır; biçiminde açıklanmaktadır.

Umut etmek, hayal kurmak ve bir adım ötesi kurduğu hayale inanmak..Kişisel olarak ele alındığında bir sakıncası yok gibi..Bu hayale koca bir kitle inanırsa ne olur?Hayaline göre değişir mi? Martin Luther King'in hayali ise muhteşem, Adolf Hitler'in hayali ise felaket..Alman halkı %92 ile Hitler'e teveccüh ederek bir tür toplumsal sizofreniye tutulmuştu?

Kuzey Kore ya da Küba toplumlar arası ilişkilerden uzaklaşarak kendi dünyalarında yaşayarak kendi sanrılarını mı yarattılar?

Nuri Bilge Ceylan, ' Benim yanlız ve güzel ülkem' derken yaklaşan  değerli yalnızlık durumunu fark etmişti?

Tekrar kişiselleştirirsek,'Seyh uçmaz, müritleri uçurur', atasözüne atıfta bulunmadan geçemeyeceğim. Şeyh efendi mi müritler mi aynı anda farklı iki gerçekliğe inanmakta?

Sosyal ağların bu kadar yaygın kullanılması hemen her gelir grubunun farklı marka akıllı telefonlara kolaylıkla ulaşıyor olması toplum mühendisliği olgusunu yok edememiş hatta bu nokta da rol kapmış gözüküyor. Toplum mühendisliği( Basit ifade ile toplumsal bilinç mimarlığı)kavramı toplumsal sizofreninin vücud bulmuş hali midir?
Toplum aynı anda iki ayrı gerçekliğe inanabilir mi? Açken, tokmuş gibi ya da iyaşe ile geçinirken zenginmiş gibi davranabilir mi? Dahası mutluyum, mutlulara inanabilir mi? Gelecek kaygısı taşıyan, yarınını göremeyen insanlar 2023 vizyonu  geleceğimdir diye bilir mi? 

John Nash farklı zekası ile sanrıları bir yana kendisine Nobel kazandıran matematik kuramını geliştirebilmişti. Toplumların ortalama insan profili yazık ki Nash gibilerden oluşmuyor..Ve filmin sonu geldiğin bunlar sanrı mıydı, demek de var..