24 Ocak 2016 Pazar

Türk Milliyetçiliğinde Köylü Duygusallığı Ve Düşünce Fakirliği


O kadar!


"Milletin iyiliğini düşünmek" milliyetçiliğin tarifidir.

İş bu tarifin içini doldurmaktır.

Bünyemizin iyiliğini hepimiz isteriz ama öbür yandan egzersizden sağlıklı beslenmeden kaçar, "canımızın çektiğini" yemeğe çalışırız.

İşte Türk milliyetçilerinin önündeki tehlike budur. Türk milliyetçileri Türk İslam Sentezi/ Ülküsü ile Arapçılığa  ve şeriatçılığa yaklaşmış,  bünyesine uymayan Arap bilincini  hazmedebileceğini sanmıştır.

Dinin  dokunulmaz olduğunu sandığı için de Arapçılığın zihni tecavüzüne direnememiştir.

Aynı şey ideoloji için de geçerlidir.

Türk milliyetçileri dinin yarattığı akıldan uzaklaşmak ve kalbe kapılmak romantizmini ideolojide de sürdürmüş,  sürekli "toplumcu" olmak iddiasını gütmüştür.

Toplumun iyiliğini istemek toplumculuk değildir. Toplumculuk  toplumu bireye tercih ederken bireyi toplumun anti tezi olarak görmek demektir. 9 Işık dahi bütün "şahsiyetçilik" iddialarına rağmen  bu açıdan açıkça kolektivisttir.

Bugüne kadar Türk milliyetçiliğini bir "ideoloji" haline getirmeye çalışan bütün milliyetçiler aslında sosyalizm/kolektivizm ile Arap/Müslüman örfünün Türk için bir sentezini yapmaya çalışmışlardır.

Bunun en büyük zararı, Türk milliyetçilerinin serbest ideolojik tercihler ve tartışmalar yapmasının önünü kesmesi olmuştur.

Pek az milliyetçi, meselâ " Türk  Milleti'nin refahı ve hürriyeti için liberal ilkeler,  piyasa ekonomisi, sınırlı demokrasi, dikkate alınmalıdır!" demiştir.  Bir milliyetçinin bunu aklından bile geçirmesi milliyetçilikten aforoz edilmesi için yeterli sayılmıştır. Biri çıkıp “Türk milliyetçilerinin toplumsal düzen telâkkileri hangi ideolojiye daha yakındır?” diye sorsa buna verilebilecek hiçbir ortak cevap yoktur.
Türk milliyetçileri ideolojik tercih yapmamayı bir namus meselesi sayarlar.

Bunu da mevcut gerçeklerle idelojilerin felsefesini mukayese ederek meşrulaştırmaya çalışırlar.  Mevcut gerçeklerin nasıl meydana geldiği ile ilgilenmeksizin ideolojilerin davranışları doğrudan  yönettiğini sanırlar ama   insanların sağlıklı beslenmeyi bildikleri halde pastaya yönelmelerindeki iradi tercihi gözden kaçırırlar.

Türk milliyetçiliği içindeki en büyük bilinç hastalığı, milliyetçilerin, Türk milleti için  öne sürdükleri önerilerin, hüsn-ü zan, serinkanlılık ve akılcı biçimde dinlenmemesi, karşılamamasıdır.

Bunun sebebi de Türk milliyetçilerinin köylülükleridir. Bu köylü bilince, "insan vücudunun sağlığı için gereken gıda  öğelerini" izah etmek mümkün değildir.

Türk tarihiyle  bağdaşmayan  saçmalığın  retoriği :Türk İslam sentezi
Türk milliyetçisinin tipolojisi akılla belirlenmez, hisle belirlenir. Türk milliyetçisi,  tepkilerinde  renkli  ve sıcak ama düşüncelerinde , durgun  ve mütereddittir.

Bu yüzden Türk milliyetçilerinin fikir tartışmalarında felsefeden ziyade Müslüman Arap kültürünün  duygusal retoriği / nazım geleneği egemen olmuştur. Türk milliyetçiliğinin kendilerine rehber  saydıkları  NFK, Arvasi, Serdengeçti gibi insanların hepsinin istisnasız  Arap bilinçli dinciler olması  tesadüf değildir. Esasen Türk milliyetçileri arasındaki Türk İslâmcı-Türkçü ayrışmasının de temelinde  Arap hayranı köylü /kenar mahalleli muhafazakârlığıyla akılcı ve şehirli Türk medeniyetçisinin uzlaşmaz  bilinçleri yatar.

“Milliyetçi şöyle düşünmez, böyle düşünmez!” gibi  hükümler , Arap bilinçaltına sahip partizan milliyetçilerin köylü zihinlerinin  ürünüdür.

Neyin milletin yararına olduğuna dair akılcı ve tutarlı herhangi bir fikir ileri sürmek ne yazık ki şu an için henüz köylülüğünden sıyrılamamış milliyetçi camiada pek de mümkün görünmüyor.



22 Ocak 2016 Cuma

Gerçekliğin Görünümleri Ve Ahlâk

- Eğer beni öpersen yakışıklı bir prense döneceğim
-  Konuşan bir kurbağayı tercih ederdim


Gerçeklik konusu, felsefi eksikliğin  çıkmaz sokağıdır.

Gerçek , kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.  Gerçeğin bu tanımı, bizi gene de  gerçeğin görünümleri konusunda  duyarlı olmaya mecbur eder.

Gerçek tekse  “gerçeğin görünümleri” diye bir şey olabilir mi?

Gerçeği özelliği apaçık ortada olmasıdır. Sorun, gerçekliğin niteliğidir.

Gerçekliğin apaçıklığı konusu özellikle ahlâkî tartışmalarda  bir sorun teşkil edebilir. Şöyle ki gerçekliğin apaçıklığının, onun kabullenilip kabullenilmemesiyle ilgisi  göz ardı edilir.

Meselâ apaçık bir  haksızlığın veya şiddetin “gerçekliğini” görmekle onu kabullenmenin aynı şey olup olmadığı  tartışılır.

Gerçekliğin görünümleri, işte bu noktada  ortaya çıkar.

Gerçeklik konusundaki en büyük yanılgıları onu kaçınılmaz ve değiştirilemez olarak görmek eğilimleridir.

Gerçeklik iki şekilde belirir.

Öncelikle doğanın bir unsuru, düzenliliklerin değiştirilemez bir  öğesi olarak belirir. Yerçekimi gerçektir.  Havanın, suyun varlığı gerçektir. Bizim onlara olan ihtiyacımız gerçektir. Vukuu bulmuş her olasılık bir gerçektir, “gerçekleşmiştir”. Bunları başka türlü anlamamız imkânsızdır. Gerçekliğin doğal görünümleri kendi varlıklarını bize dayatır.

Diğer yandan, insan iradesiyle “gerçekleşen” şeyler vardır ki işte bu görünümdeki gerçekler, hâlâ “ihtimallere” , “şartlara” bağlı olarak ortaya çıkan gerçeklerdir. Varlıklarının tartışılmazlığı söz konusu değildir. Apaçık bir şekilde ortadadırlar ama diğer yandan farklı bir algılama biçimiyle değiştirilebilir haldedirler. Politik müdahaleler, toplumsal değişimler “an itibariyle” gerçektirler. Fakat buna rağmen  onların bu apaçık varlıklarının insan iradesinden bağımsız şekilde sürdürülmesi mümkün değildir.
İşte ahlâk bu noktada ortaya çıkar. Ahlâk, zarar vermemek iradesidir.

Zarar vermemek iradesi, insanın, gücü yettiği, yapabileceği halde zarar vermekten kaçınması iradesi demektir. Demek ki “muktedir olmak”, mutlaka yapmayı gerektirmez. Kötülüğe muktedir bir insanın bundan kaçınması, kötülüğün gerçekliğini reddetmesi demek değildir. Zarar vermekten kaçınan birey, kötülüğün, apaçık ve kendisinden başka bir şey olarak anlaşılamayacak olduğunu bilir. Buna rağmen  varlık alanını kötülüğe terk etmez.

Bunun yanı sıra gücü yetmediği halde haksızlığa karşı duran insan da kötülüğün gerçekliğini bilir. Onun kötülüğün gerçekliğini bilmesi, kötülüğün varlığını meşru veya mutlak görmesi anlamına gelmez.  O bilir ki kötülüğün asıl zararı,  gerçekleri saptırmasıdır. Kötülüğü bilmek onun zararlı etkisini anlamak demektir. Gerçeklere karşı hele de gönüllü bir körlük insan varlığını tamamen inkâr etmektir ki bu da insan soyunun yok olmasına sebep olur.

Gerçeklikle ahlâk arasında ki köprü  adalet mekanizması  vasıtasıyla kurulmuştur.

Adalet, kendiliğinden var olan gerçekliğin yargılanamayacağını,  doğal ölümün, yerçekiminin,  doğal afetlerin insan yargısının ötesinde olduğunu kabul eder.

 Fakat buna karşılık, insan iradesiyle ortaya çıkan, yani “gerçekleştirilmiş” eylemlerin her zaman bir zararsızlık testine taabi tutulması gerektiği kabulüne göre hareket eder.

O halde insan eylemleri nasıl yargılanır?

İnsan her zaman fazlayı aza tercih eder.

İnsan her zaman kendisinin ve ailesinin canını korumak ister.

Bu iki davranış insanın doğal gerçekleridir. İnsanın toplumlaşması yaratılışının bu  iki gerçeğine dayanır. Bunlar  dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel haklara kaynaklık ederler. İnsanın bu iki temel dürtüsü yargılama dışında kalan gerçeklerdir.
Sorun bu iki gerçeğin saptırılmasından çıkar ki işte yargılanması gereken şey de budur.

İnsanın fazlayı aza tercih etmesi “doğalken”   fazlaya haksızlıkla/hırsızlıkla  ulaşması kabul edilemez. Oysa bir hırsızlık meydana geldiğinde, bir gerçek  olarak ortaya çıkar. Hırsızlık gerçekleştiğinde, onun gerçek olduğunu söylemek, onun su, hava veya doğal afetler  gibi yargılanamaz sayılması gerektiği anlamına gelmez.

İnsanın kendisinin ve ailesinin canını koruması doğalken başkalarının canına kast etmesi kabul edilemez.

O halde insan eylemleriyle ilgili durumlarda,  insan, kötülüğe karşı iyiliği “gerçekleştirmeye”  çalışarak cevap verir.

Hayat çözülecek bir problem değildir ama
tecrübe edilecek bir gerçekliktir.
Bu yüzden de herhangi bir şeyin gerçekliğinden bahsedildiğinde o şeyin niteliğine bakarak yargıya varmak aklın ve ahlâkın tutarlılığı için tek geçerli yoldur.

İnsanınki de dahil olmak üzere doğaya ait gerçekler  ahlâkî  ve hukukî yargılamanın dışındadır, bundan masundur.

Öte yandan “ zarar vermemek” sınırını aşan her insan eylemi, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel menfaatler olan "hakları" ihlal ettikleri için hem ahlâkî hem de hukukî yargılamanın konusu olabilirler.

İnsan eylemlerini, toplumsal düzen telâkkilerini, bu telâkkilerin olası ve mevcut sonuçlarını,  gerçekliğin bu görünümleri cephesinden değerlendirmek işte bu yüzden önemlidir.

Gerçekliğin görünümlerine bakmak kitaplardan ezberlediklerimizden sonra kendi başımıza ulaşmamız gereken  bir aşamadır.

Bu aşama sıradan insanları ilgilendirmeyebilir ama  hepimizin hayatını ilgilendiren “külli” eylemleri ve politikaları eleştirmek açısından elzemdir.














21 Ocak 2016 Perşembe

Piyasanın Kısa Bir Ahlâkî Müdafaası


Fakirin de bir vakit içinde kısa bir müddet çalıştığı Old Spitalfields Pazarı
Kapitalizm hakkındaki yerleşmiş ahlâki önyargı neredeyse yıkılmazdır. Çünkü insanlar  kendi yaşadıkları ahlâk ile  özgürlük arasındaki ilişkiyi görmek yerine sürü psikolojisiyle bir önyargıya bağlanmayı genellikle daha “ahlâkî” bulurlar. Kapitalizme duyulan öfkenin temelinde de “piyasanın” ahlâksız bir şey olduğu kabulü yatar. Bu kabul de   ahlâksız bir takım bireylerin örneğiyle ispatlanmaya çalışılır.

Bazı kapitalistlerin ahlâksız olmaları piyasayı kötü yapmaz.

Zira ahlâksızlıkta iradi bir iştir ve bütün insanları ahlâklı kılacak bir toplumsal düzen  kurulamamıştır.

Herhangi bir toplumsal düzeni, “bütün insanları ahlâklı yapabileceği” kabulüyle veya arzusuyla savunmayız.

Bir toplumsal düzeni diğerine göre tercih edilebilir kılan şey, insanların özgürce ahlâklı davranmalarına izin  verip vermemesidir. İnsanların “özgürce” davranabilmelerinin tek yolu da onların temel haklarına saygı duyulmasıdır.  Ahlâk en kapsayıcı ve kısa bir tanımla “Zarar vermemek iradesidir.”

İnsanların hayat, mülkiyet ve hürriyet haklarına saygı duyulmayan, bunların önemsenmediği hiçbir toplumsal düzende adalet sağlanamaz. İnsanların kendi mutluluklarının aranmasına izin verilmeyen hiçbir düzende gelişme de olmaz.

Bu da ancak kişinin kendi fayda skalasını başkalarının faydalarıyla etkileşime sokabildiği bir düzende meydana gelebilir. Bunun en basit hali pazar yerleridir. Pazarlarda sadece sebze meyve bulmayız. İğne iplikten hırdavata kadar hemen her şey kendine pazarda bir yer bulur.

Ekonomi öğrenimindeki terim kalabalığı, ekonominin, insan eyleminin kendisi olduğu  gerçeğini gölgelemiştir.

Ekonomi, insan eyleminin ta kendisi olduğuna göre insan iradesinden bağımsız mütalaa edilemez. Dolayısıyla ekonomideki ahlâksızlık da insan eyleminin bir parçasıdır. Bu gerçeği tespit etmek ekonomideki ahlâksızlıkları onaylamak değildir. Ekonomideki ahlâksızlıkları yani temel hak ihlallerini engelleyici şey adalet mekanizmasıdır ki bu da devletçe yürütülür.

Bir piyasa ortamı dışında insanların sahip oldukların başkalarıyla özgürce  mübadele edebilecekleri başka bir ortam yoktur. Bu ortama da kolektivistler “kapitalizm” diyerek onu aşağılamaya çalışırlar ama ondan daha  iyi veya kabul edilebilir bir ortam da yaratamazlar. Esasen piyasa zaten hiç kimsenin tek başına akıl ettiği, kurduğu, tasarladığı bir şey de değildir.

İnsanlara neyin ahlâki olduğunu söylemek yerine piyasanın bize sunduğu imkân, ahlâkdışı eylemleri dışlamak, ayıplamak veya kanunen engellemektir.

Piyasanın ahlâkı ile insan eyleminin özgürlüğü arasındaki ilişkiyi anlamak,   bazı ahlâksız kapitalistlerin neden dışlanması veya engellenmesi gerektiğini; buna karşılık geri kalanların haklarının aynen korunmaya neden devam edilmesi gerektiğini anlamak açısından elzemdir.

Kapitalizmi doğrudan doğruya piyasa ekonomisi olarak kabul edip bu kelime üzerindeki kolektivist  önyargı ve hakaret  kısıtlamasını reddederek insan eylemlerinin ahlâksız istisnalarını, zaman zaman düzeltmek ve engellemek dışında sürekli ve kabul edilebilir  bir  ekonomik  seçeneğimiz  olmadığını belirtmeliyiz.


19 Ocak 2016 Salı

İzzet Karatay Üstada İkinci Mektup


(Bu mektup değerli düşünür İzzet Karatay’ın 19/01/2016 tarihli facebook durum güncellemesine bir cevap olarak kaleme alınmıştır.)

Değerli Üstadım İzzet Karatay,

Anlaşıldı, gene çekiyoruz kılıçları   "Kaynak tahsisi", üretim fazlası, hukuki sınırlama... Bu
terimleri iyi düşündüğümüze emin misin üstadım? Her şeyden evvel üretim fazlası
diye bir şey yok. İki sebepten.:

1-     Toplumun tespit edilebilir/ölçülebilir ve durdurulabilir bir ihtiyaç skalası yok ve olamaz.
2-     Üretimin mal sayısı açısında bir normu ve kâr anlamında bir “değer sınırı” yoktur ve olamaz.
Kaynak tahsisinden bahsederken tüketicinin  talebine girmişsin, parayı nereye harcadığından bahsetmişsin.

Öncelikle bireylerin parayı nereye  harcadıklarıyla ilgili –normalde- “emredici” bir  hukuk yoktur. İnsanın uyuşturucu veya fuhuşa verdiği parayı illegal yapan şey  aklı sınırlı bir yasama organının keyfi  emirleri değildir. Bunları illegal yapan şey, yaygınlaşmaları halinde  toplumu yok edeceklerine dair  açık bilgidir.

Dolayısıyla insanların paralarını Hülya Avşar’a mı kitaplara harcadıkları yalnızca onları ilgilendirir ve ilgilendirmelidir de…

Dolayısıyla piyasa “emredici” bir hukukla  falan yürümez.

“Kaynak” teriminin, “Kendisinden sermaye mallarının elde edildiği ilk mallar” olmak dışında bir tanımı olamaz ve olmamalıdır da. Eğer devletin keyfi şekilde bizden tahsil ettiği her paraya “kaynak” diyecek olursak  her şey birbirine karışır. Devletin bizden zorla ve mantığı tartışılır bir biçimde topladığı vergileri “kaynak” olarak görüp de keyfe keder her harcamasına da “kaynak tahsisi” dersek bunun belki retorik olarak bir değeri olabilir ama iktisadi anlamda hiçbir anlamı olmayacaktır.

Senin “kaynak tahsisi” mantığına göre devlet,  bizden tahsil ettiği paraları, bizim ne şekilde yaşayacağımızı belirlemek için harcamaktadır.

Devletin  gelirlerimizi ( Yan müşterilerimizin bize vermeye razı oldukları fiyatı) bizimle paylaşmasının açık ve makul sebepleri olmalıdır. Bireyler paralarını harcamak hususunda  ancak suçların sınırında yasaklarla karşı karşıyayken devlet dahil herkes,  ekonominin sınırlarıyla kesin şekilde sınırlıdır. Sorun, ekonominin sınırlarının devlet gücünü kötüye kullanan hükümetlerce belirsizleştirilmesidir.

Ekonominin sınırları ancak kaynakların sınırlarıdır ki yaygın cehaletle ancak fiyatların yol göstericiliğinde, herkesin sınırlı bildirimleriyle  onun farkına varılabilir.

Ortada iki elma dururken iki elmadan daha  fazla  herhangi bir fayda temin edilemeyeceği açık bilgisi ekonominin sınırıdır.

Demek ki ekonomi hukuk emirleriyle işleyen bir para otomatı değildir. Ekonomi, doğal sınırlara dair insan basiretinin ve sınırlı bilgisinin ışığında, insan iradesiyle yürütülen bir  eylemdir. Yani hayattır.


Saygılarımla…

Üretim Fazlası Efsanesi


Ekonomik cehaletin dayanılmaz romantizmine bir örnek
Arz yönlü iktisat, Marxla beraber bir din haline gelmiştir. Arz yönlü iktisadın maliyete dayalı değer biçme anlayışı, maliyet muhasebesi  sayesinde  kendisine  bir bilimsellik urbası edinebilmiştir.

Şüphesiz üretilen  mallar olmaksızın mübadele de meydana gelemez.

Sorun şudur ki üretilen her şey bir “mal” haline gelmeyebilir. Yani insanlar her üretileni, kendi ihtiyaçlarıyla ilişkilendirmeyebilir.

Klâsik iktisadın “maliyete” dayalı  “değer” kavramı, ürünün “mal”  haline gelmesini anlayamadığı   içindir ki fiyatın  sübjektiviteye dayanan doğasını da  anlayamamıştır.

Kollektivist bir dostum “üretim fazlası” diye bir kavramdan bahsetti. Buna göre  birileri bir şeyleri fazladan üretiyor ve “ihtiyaçtan fazla olan” bu üretimle “kâr” ediyordu. Sonra üretim fazlası…

Ne yazık ki dostum, insanların neden “ daha fazla ürettiğini” veya bir üretimin kime veya neye göre “fazla” sayılması gerektiğini  söylemiyordu.

Herhangi bir üretim fazlasının, herhangi bir bireyin fayda skalasında  bir yeri olup olmamasının önemini ne yazık ki göremiyorlardı.

Bütün dertleri tüketici malının maliyetinden ibaretti. Üretim faktörlerinin her birinin ayrı ayrı mal  niteliği taşıyıp taşımadığıyla ilgilenmediler.

İnsanların ilgilerinin ve fayda skalalarının malların değeriyle ilgisini kavrayamadılar.  Üretim fazlası dedikleri şeyi kârla ilişkilendirerek birilerinin fazlasının diğerlerinin eksiği olduğuna dair basit bir “eşitlik geliştirdiler. Ne yazık ki göremedikleri şey ekonominin sıfır toplamlı bir denklem olmadığı idi.

Çünkü sıfır toplamlı bir denklemde ortada hiçbir değer kalmaz. Oysa bireylerin fayda skalalarındaki farklılık, mübadelenin, her iki taraf için de maksimum faydanın sağlanabildiği kanaatiyle gerçekleşmesini sağlar. Bir malın üretici tarafından belirlenen fiyatı sizin fayda  kanaatiniz için uygunsa  bu, sizin için   malı edinmenizin , o fiyatı ödemekten  daha önemli olduğu anlamına gelir.

Eğer ekonomi sıfır toplamlı bir denklem olsaydı hiç kimse mübadeleye girmezdi. Sıfır toplamlı bir denklem, bir yağmanın ta kendisidir!

Ayrıca daha önce bahsettiğimiz gibi ekonominin tek inceleme konusu tüketim malları değildir. Ekonominin asıl belirleyici unsuru sermaye mallarıdır. Çünkü sermaye mallarının miktarı toplam üretimi doğrudan doğruya belirler.  Sıfır toplamlı arz yönlü iktisadi anlayışta sermaye mallarının hepsinin tek seferde tüketildiği zımni kabulü de başlı başına büyük bir yanlıştır.

Esasen kâr, üretimin fazlalığından kaynaklanmaz, üretimi sürdürmeyi sağlayan maliyetleri karşılayabilecek taleplerden kaynaklanır. İnsanlar meselâ bir kere televizyon edindikten sonra başka televizyon üretilmeyecek midir? Ya da televizyonun temel gıda olarak ne gibi bir “değeri” vardır? Ya da bir üretim neden kesintisiz devam eder? Ya da bir üretimi gün gelip de durduran şey nedir?

Eğer üretim fazlası “fazladan” bir üretimse bu terim açıkça saçmadır. Çünkü böylesi bir kullanım bir toplumdaki toplam ihtiyacın kesin şekilde belirlenebileceğini düşünmeyi gerektirir ki bu sosyalistlerin cennet hayalinden başka bir şey değildir.

Eğer üretim fazlası, üretimle elde edilen “fazladan” bir paraysa bu da kârın hiç anlaşılamadığı anlamına gelir. Kâr kapitalistlerin icat ettiği bir namussuzluk türü müdür? Yoksa üretimin bir kere yapıldıktan sonra tekrar gerçekleştirilmesi için gereken bütün maliyeti karşılayabilmenin yegâne yolu mudur?

Şeylerin birer iktisadi mal olabilmelerinin ilkeleri  Karl Menger tarafından “İktisadın Prensipleri’nde” tanımlanmıştır. Eğer bu ilkelere dikkat edilirse insanların kendilerince bir ihtiyaç saydıkları, edinmeye değer buldukları şeylerin varlığı gözlenirse herhangi bir sanatçının, dansçının nasıl para kazandığı anlaşılabilir. Görünüşleri, oyunları, dansları veya kitaplarıyla insanların ihtiyaç skalasında yer alabiliyorlarsa  araba ya da terlik üretmeleri gerekmez. Çünkü insanlara bedelini ödeyerek almak isteyecekleri bir “mal” sunuyorlardır.

Kısacası gayri meşru veya lüzumsuz bir üretim fazlası  falan yoktur.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Bizi Bekleyen Rejim: Hümanistofaşizm


Günlük  yorumlardan edindiğim izlenime göre bu ülkede bizim Türk ve egemen olarak yaşamamız, hümanistler tarafından zaten çoktan gayri meşru bir şey olarak damgalanmış.

"Yeni hümanistler" hem bu ülkede medeniyeti ve hukuku arzulayıp hem de bunu Türksüz gerçekleştirmeyi hayal eden insanlar.

“Yeni hümanistler”  Türkiye’ye özgü, vatansız, değersiz ( değer yargısız) normsuz, köksüz  “insan savunucuları”.  Onları “yeni” kılan şey, Türk kimliğine karşı sözde insanlık adına duydukları inanılmaz öfke ve nefret. Öfke ve nefretlerini “insani bir amaç” için  meşrulaştıran türeme bir grup.

Aslına bakılırsa şu anda Türkiye üç “faşist sapkınlığın” egemenliği altında: Siyasal İslâmcılık, Kürtçülük ve “hümanizm”.

Bu üçünü nasıl “faşizm” diye nitelediğime şaşacaklardır eminim; ama  aslında  olay basit:

Bu üç akım da kendilerine ortak bir öfke ve nefret objesi olarak Türklüğü seçmiş durumdalar. Türklük, onlara göre  silâhlı veya silâhsız şekilde ortadan kaldırılması gereken “insanlık dışı” bir  kavram. Bu yüzden Kürt etnikçiliği ve siyasal İslâmcılık,  Türk siyasal egemenliğini  silâhlı eylemleri için sürekli  bir bahane olarak gösterirken “yeni hümanizm” de onu, insanlık adına duyduğu  sözde meşru bir öfkenin sebebi olarak sunuyor.


Bu üçünün de  ortak noktası hareketlerindeki ölçüsüz öfke ve nefret. “ Faché”  Fransızca’da kızgın, öfkeli anlamına geliyormuş.  Faşizmi salt ekonomik ilişkiler yönünden  tanımlamaya  kalkmak bu yüzden biraz yetersiz. Faşizm,  özünde mülkiyetle falan ilgili değil. Faşizm özünde,  öfke ve nefretle ilgili. Faşizm, öfkenin ve nefretin resmi rejiminden başka bir şey değil.

Bugün Türkiye’de Türk adına duyulan resmi ve gayri resmi  bir nefret  mevcut. Bu nefret öylesine büyük ki Türk  millî egemenliğini, etnik terörün silâhlı kalkışmasına karşı savunmak bile artık gayri meşru sayılabiliyor.  Buradaki “satır arası” patoloji çok çok düşündürücü.

Ülkenin sözde barış yanlısı akademisyenleri, “aydınları” vs, Türkiye’de Türk adına karşı öyle öfke ve nefret dolu ki onun karşısındaki her türlü silâhlı, silâhsız ihanet odağını derhal meşrulaştırabiliyor, aklîleştirebiliyor.

İşte bu ölçüsüzlük, bu öfke ve nefret aslında “yeni hümanistleri”, dincileri ve Kürtçüleri bir “hümanistofaşizm” asgari müştereğinde bir araya getiriyor. Böylece “hümanizm” yepyeni  bir “öfke ve nefret egemenliği rejiminin” manifestosu haline geliyor. Hümanizmin Türk düşmanlığı, Türk adının ortadan kaldırılmasının insanlığın huzuru için gerekli olduğu fikriyle ortaya çıkıyor. Bu gün yeni anayasa hayalleri kuran, dinci ve Kürtçü saldırgan kampın hukuksal araç kutusunun, “hümanist hukukçularca” oluşturulması, bu yüzden tesadüf değil.
Hümanistofaşizm yeni bir dünyevi taassup olarak dinleşiyor ve kendini tartışılmaz kılıyor ki asıl faşizm budur. Türkiye solcuların romantik cehaletlerinin çok ötesinde  ve içinden çıkılması çok daha güç bir faşist rejime doğru tam da Türk düşmanı hümanistlerce  sürükleniyor.

İşte karşımızdaki  en  büyük tehlike bu.




14 Ocak 2016 Perşembe

Hakikat Üzerine Bir Mektup

Değerli Üstadım İzzet Karatay,

Gerçeklik ve hakikat konusuna değinmişsiniz. Aslında felsefenin  temel konusuna  parmak basmışsınız ve düşünen beyinler için  bu pek sancılı bir konu.

Üstad izninle ben bu noktayı "doğruluk" ve "gerçeklik" diye düşünmeyi teklif ediyorum. Doğruluk gerçeğin/hakikatin bir parçası veya parçası olduğuna kuvvetle inandığımız şeydir. Gerçek veya hakikat ise aynen senin dediğin gibi varlığı inkâr edilemeyecek olan şeydir.

Doğruluk gerçeğin mutlaklığı olmaksızın anlaşılamaz. Bir mutlak referans noktası olmaksızın ölçmek, kıyaslamak ve hüküm  vermek imkânsızdır.

 Yeni  fikirlerin gerçeğe yakınlıkları, onları birbirlerine yaklaştırır. Gerçek bütünüyle bilinebilir mi? Ne kadar “büyüktür”? Bunu  doğrudan görmek mümkün olmayacaktır belki. Ama biz şunu biliriz ki bir şey , başka bir şeyi artık başka bir şekilde tanımlamamızın veya görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde işaret ediyorsa o bir delildir, doğrudur ve gerçeği aydınlatmaktadır.

Mahkemeler doğrudan doğruya “gerçeğin” arandığı yerlerdir. Bütün deliller yanlış olduğunda bile en nihayetinde insanın amacı gerçeği bulmaktır. Zaten böyle olmasaydı yanlış yargılamalar üzerinde durulmazdı. Demek ki gerçekle/hakikatle ilgi insanın yaratılışından gelen bir güdü.

 Doğrular apaçık  göründüğünde, onların gerçekle ilgisi ortaya çıkar.

 En büyük sorunlardan biri doğrunun belirlenip belirlenemeyeceğidir. Belirlenemeyeceğini iddia edenler insan algısının sınırlılığından dolayısıyla yanılabilirliğinden bahsedebilirler. Sorun şudur ki “ İNSANIN KENDİ ALGISINI AŞAN BİR ŞEKİLDE YAŞAMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR.”. Bu yüzden algımızın ötesindeki evrenlere göre hüküm veremeyiz ve kararlarımızı  algı sınırlarımız içinde vermeliyiz.

O halde algımızın ötesindeki bir gerçeğin var olabilme ihtimali son derece büyüktür. Sorun, bizim ancak ve yalnız algılarımıza göre yaşamaya mecbur olmamızdır. Centurion galaksisindeki silikon temelli yaşam şekillerinin bilinçlerini bilmemiz veya görünen spektrum dışındaki dalga boylarında hayatlarını geçiren başka canlıların anlayışını bilmemiz şu an için mümkün değildir. Ve şu an için bilemediğimiz bir şeyle de mukayese yapamayız.

Doğrunun her devirde değişmesi, insan algısının her devirde değişik araçlarla daha yetenekli hale getirilmesinden dolayıdır. Doğruların gerçekle ilgisi, her devirde daha fazla sayıda ilgi kurulabilmesi sayesinde daha çok anlaşılır.

Zaten dikkat edersen özellikle sol “toplumcu edebiyat” ( “Toplumsal gerçeklik “ akımıyla ilgili Attila İlhan’ın “Hangi Sol?” u muhteşem bir kaynaktır…) hiçbir şeyin tanımlanamayacağı, hiçbir davranışın yargılanamayacağı ve yargılanmaması gerektiğine dair  zaman zaman alaycı ve yer yer de nihilizme varan bir “görecelik”  yaklaşımını savunur. Sebebi, idealizme olan düşmanlıktır.

Gerçekle ilgili olarak şu tanımı, ilgine ve eleştirine sunmak isterim GERÇEK, KENDİNDEN BAŞKA BİR ŞEY OLAMAYACAĞI ANLAŞILMIŞ ŞEYDİR. Yıllarca Hegelci hevesliler idealizme sövmeyi bir ahlâki ZORUNLULUK OLARAK DAYATTIĞINDAN ve lâf ebesi çok sevgili Marx da bunu dibine kadar sömürmüş olduğundan, bahsettiğin şeyler düşünülemedi bile…

Ama senin de dediğin gibi gerçek/ hakikat değişmez bir şey olarak bir yerde mutlaka var olmakta, bulunmaktadır.

Düşünmekten vazgeçmeyen herkese selam olsun.


10 Ocak 2016 Pazar

Türksüz Atatürkçülük


Atatürkçülük, ne yazık ki mensupları  arasında objektif bir tanıma ulaşamamış bir düşünce. Bu, onun kötü ya da anlamsız olduğunu göstermiyor.

Atatürkçülük, mensupları arasında, hangi konuda anlaşıldığı veya ortaklaşıldığı ile değil de daha ziyade hangi konuya karşı olunduğu ile tanımlanan bir düşünce.  Atatürkçülük, genellikle “ İnsanların ırkıyla, kökeniyle ilgilenilmeden Atatürk etrafında uzlaşılması gerektiği” şeklinde kabaca tanımlanan bir düşünce. Eskiden “Atatürk milliyetçiliğinden” bahsedilirdi ama  sanırım Atatürkçülerin genel olarak “sol” kamptan olması , ideolojilerinin temelindeki Marxist-enternasyonalist felsefe yüzünden, “milliyetçilik” teriminden caymalarına yol açtı. Artık Atatürk, “milliyetçilikle” ilgilendirilmeksizin anılıyor.

Artık DHKP/C, TİKKO yandaşlığına kadar uzanan bir sol çizgideki insanlar dahi Atatürkçülükten bahsedebiliyor; ama Atatürkçülerin Türk Ulusu’nu ilgilendiren bir “milliyetçilikten”  özenle kaçındığı da bir gerçek.

Atatürk, üzerinde, daha ziyade lâiklik, inkılâpçılık/devrimcilik ve halkçılık ile uzlaşılan “millet üstü” bir hümanist barış figürü olarak sunuluyor.

Böylece Atatürk aslında “Türklük gibi ilkel ve savaşkan bir kimliği” çok aşan bir uygarlık figürü oluveriyor. Onun “devrimleri”  uluslaşmayla uygarlaşmayı ilişkilendiren birer gelişme çabası olmaktan çıkarılıp derhal  ucuz birer Marksist işporta  Bolşevizmi haline getiriliveriyor. “Devrim” kelimesinin bu kadar ucuzlatılmasının ve değersizleştirilmesinin en büyük sebebi, Bolşevik fırsatçılığından ve şiddetinden başka bir şey olmayan Leninist iç savaş taktikleri ile Atatürk’ün ulusal uygarlaşma projelerinin sol tarafından aynı kefeye konmasıdır.

Atatürk’ün,  Türklükle ilgisi  görmezden geliniyor.

Bu gün Atatürkçülük, DHKPC’den PKK'ya uzanan enternasyonalist sol  terör kampının bariz bir baskısı altında. Atatürkçü denen kesimden, üniversitelerdeki Türk düşmanı sol terör koalisyonuna karşı maalesef hiçbir tepkinin gelmemesi bunun sanırım en büyük delili.  Yanılıyor da olabilirim ama PKKlıların dahi “solun cici çocukları” olarak görülmesi, Soner Yalçın gibi “ulusalcı” görünümlü pek çok popüler “Atatürkçü” yazarın üniversitelerdeki, Doğu ve Güneydoğu’daki açıkça Kürt etnik ırkçısı Marksist terör ve ihanet odaklarını vs “Türk olarak” lanetlemiyor olması düşündürücü ve üzücü.

Atatürk’ü Türksüzleştirme   merakının en bariz aklayıcılarından biri de “emperyalizm” terimi. Bu terim, Atatürk’ü aslında Türklük için değil de “sosyalist  ulusal sorun” için çarpışan bir tür hümanist Bolşevik kahramanına çevirmek arzusunun ifadesi.  Sol bu terim üzerinde, Türk’ün asli yüceliğini bir kenara bırakıp onu yoksul ve sömürülmüş bir Ortadoğu “halkı” gibi göstermek için duruyor.  Böylece konu, “Kürt ezilmişliğine” ve Türk ulusal bağımsızlık mücadelesi üzerinden de “Kutsal Kürt  isyanına” bağlanabiliyor. CHP gibi “ulusal” bir partinin nasıl enternasyonalist bir Kürtçülük merkezi haline geldiğini merak ediyorsanız Atatürkçülüğün  Marksist bakış açısıyla nasıl çarpıtıldığını görmeniz  yeterlidir.

Atatürkçüler galibe ne yazık ki Türk uluslaşma sürecini “Türk olarak” okumak ve öğrenmek yerin kendilerine  enternasyonalist hümanist bir Marksist  urbayı daha uygun görüyor.

Ama Atatürk’ü Marksist-Leninist hele de meselâ Soner Yalçın’ın parmak hesabı ekonomik diyalektik fizyokrasisi ile açıklamak mümkün değil. Atatürk’ü anlamak ancak Türk’ü tanımak ve anlamak ile mümkün.

Atatürkçülük, “Türk” adını merkeze almalıdır. Atatürk’ü büyük Türk kültürünün ve tarihinin bir parçası olarak görmelidir. Atatürk’ün, büyük Türk tarihinin bir parçası olduğu anlaşıldığında, onun bu yüce milleti hangi şartlarda ve hangi bilinçle kurtardığı en doğru şekilde anlaşılacaktır.

Atatürkçülük, Marksizmle ve solun çeşitli fantezileriyle fazlasıyla zaman kaybetmiştir. Şimdi Türk’ü yeniden keşfetmek zamanıdır.


8 Ocak 2016 Cuma

Dil Din Ve İktidar


Dil ve din arasındaki ilişki öyle görünüyor ki modern zamanlarda  Avrupa’da reform ile  ete kemiğe bürünmüştür. Bu ilişki iktidar ilişkisidir.

Dil ve din arasındaki iktidar ilişkisi Vatikan’ın Lâtince üzerindeki tekeliyle  asırlarca  meşrulaştırılmıştır. Lâtince bildikleri için “dinin özünü”  bildiklerine inanılan Katolik rahipler, bütün Hıristiyan kralların kralı hükmündeki papanın dünyevi vekilleri olmuşlar.

Protestanlığın  Katoliklikten daha  az “tutucu” olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Zira “püritan” Protestanlar ve daha pek çok Protestan mezhep son derece tutucudur.

O halde Protestanlık sanıldığı gibi “daha dünyevi” falan değildir. “İlk günah” paranoyası  Protestanlıkta da aynı şiddette devam eder. O halde Protestanlığı Katoliklikten ayıran nedir? Bunların arasındaki tek fark Luther’in İncil’i Almanca’ya tercüme etmiş olmasıdır. Bu şekilde  dünyevî krallar yetkilerini “aracısız” veya” doğal” olarak Tanrı’dan aldıkları söylemiyle , bu yetkilerini papayla paylaşmaktan kurtulmuşlardır. U aynı zamanda  dünyevi yasaların yapılabilmesine de imkân sağlamıştır.

Bunun bir başka  sonucu da “ulusal kiliselerin” kurulması olmuştur. Dikkat edilirse  İngiltere Protestanlığı kabul etmekle birlikte “Anglikan kilisesini” kurmuştur.  Elbette Protestanlığı  Katolikliğin “merkezi” yetkilerini protesto eden tavrı bu konuda etkili olmuş olabilir.

Ne olursa olsun, insanlar  uluslarına özgü bir din anlayışı geliştirmiş ve bu da en nihayetinde dinin toplumsal düzendeki belirleyiciliğinin zayıflamasına, bireyin bir değer haline gelmesine yol açmıştır.

Protestanlıkla beraber doğan “ulusal kilise” kavramı, dil tekeli ile ortaya çıkan dini otorite vasıtasıyla “ulusu aşan” bir Hıristiyan kimliği oluşturulamayacağını ortaya çıkarmıştır.

Çünkü Lâtince ile dayatılan dil tekeline rağmen kilise ulusal kimlikleri aşan bir aşkın Hıristiyan kimliği sağlayamamıştır. Çünkü  kimin kime nasıl selam vereceğinden, nasıl giyineceğine kadar her konuyu belirleyen bir “üst dinsel kimlik” yaratmak Vatikan için bile mümkün olmamıştır.  Kısacası din, kültürü aşamamıştır.

Aynı durum İslâm için de geçerlidir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde Araplar basit ve anlaşılır bir tevhit/ birlik inancını, özellikle birlikte yaşadıkları, kültür ve medeniyetçe kendilerinden çok daha üstün Yahudilerin dinine benzetmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Karmaşık ritüelleri,  doğrudan doğruya eski inançlarından ve sözde dince emredilen toplumsal düzeni de kendi örflerinden meydana getirmişlerdir.

Bunları yaptıktan sonra da Yahudilerin  kendi milli dinleriyle ilgili duydukları gurura özenmiş ve bunu olduğu gibi taklit etmişlerdir.  Yahudilerin İbrani dilini ulusal ve kutsal bilmelerini aynen taklit ederek kendi dillerini Tanrı’nın dili sanmışlar bu yolda da telkinlerde ve hatta dayatmalarda bulunmuşlardır.


Tanrı’nın dilinin ne olduğunu kulların bilmesi mümkün değildir. “Tanrı’nın sözlerinin” bir kul tarafından anlaşılabilmesi içinse o kulun dilinde “inmiş “olması gerekir. Bu durumda Tanrı’nın sözleri, ancak herhangi bir peygamberin kendi dilinin grameri, yetkinliği ve bağlamı kadar anlaşılabilir olacaktı. Pigmelerden bir peygambere din inmiş olsaydı acaba o peygambere “miras hukukundan” veya giyim tarzından bahsetmek mümkün olabilir miydi?

Bu durumda ortaya çıkan gerçek şudur: Bugün din diye bildiğimiz şeyler, ancak  Arapların vahiyden anlayabildikleri kadarından ibarettir. Yani Arapça bir üstün veya kutsal dil falan değildir. O “kutsal emir “oldukları söylenen şeylerin Arapça tercümesinden ibarettir. Aksini iddia etmek Tanrı’nın Arapça konuştuğunu iddia etmektir ki inananlar için bu açık bir küfürdür, inanmayanlar için de açık bir mantıksızlık/safsatadır.


 Günümüz Arapça ibadet taassubunun temelinde,  İbranileştirilmiş tevhit inancının bu Arapça “sürümü” yatmaktadır.

Bu taassup “halifelik”  safsatasıyla Vatikan benzeri bir dinî merkezileşmeye de özenmekte.  Bütün bu safsataların temelinde de Arapça özentisi yatıyor.


Bu özenti basit bir taklitten ibaret olsa  sorun olmayabilir. Çünkü en nihayetinde Arap gibi giyinip Arap gibi davranan üç beş meczup ancak bir güldürü malzemesi olabilir.