Başlık belki de yetersiz,
bilmiyorum. Çünkü siyasi bir gönderme
içeriyor ama zaten hayatta siyasi olmayan ne var ki? Hayatlarımızın bir
uzlaşmaya dayalı yaşandığı yerde siyasetsiz yaşayabilmemiz mümkün mü?
Ama başka bir konuyla ilgili başlığımız.
Konu bilgi üzerindeki
otoriterizm ve bunun sebep olduğu
medeniyet kaybı.
Bilginin belli bir düzen içinde
alınması insan yaşamının bir döneminde özellikle önemli. Kaldı ki profesyonel
bilginin kesinlikle organize ve kabul edilmiş bir otorite elinden verilmesi her
şeyden önemli.
Sorun şu: Bilgi otoritelerinin otoriteleri nereye ve ne
zamana kadar sürmelidir? Ya da bilgi akademyanın tekelinde midir?
Türkiye gibi geri kalmış bir
köylü toplumunda maalesef öyle. Türkiye’de köylü toplumu bilgi , “bilmesi
gerekenlerin” tekelinde ve onlara has bir “altın yük” olarak görüyor.
Aslında köy toplumu, üretim biçimi açısından
sebep sonuç ilişkisine yabancı değildir.
Fakat sorun, köy toplumunun, kendi idrakinin aşan bir üretim biçimine çok hızlı geçmiş olmasıdır.
Bütün idraki, tohumu ekip
bitmesini beklemek ve sonra da bundan un elde edilmesinden ibaret
olan köy toplumu, bir anda aklının ermediği bir karmaşıklıkta ve hızda işleyen
büyük bir seri üretim çarkı ile karşılaşmıştır. Bu öyle bir süreçtir ki köylü
istese de sürecin tamamını öğrenemez. Bu yeni vaziyette köylü, ellerinde
tüfeklerle ve atlarla gelen İspanyolları büyücü sanan Amerikan yerlileri
gibidir.
İşte bu köylü toplumunun evrenin
niteliği hakkında düşünmesini beklemek hatadır. Bu köylü toplumunun şehre
göçüyle değişen hiçbir şey olmamıştır. Çünkü bu köylü toplumu, karmaşıklaşmış
seri üretimin biçimlendirdiği, karmaşık
şehir hayatına adapte olmak yerine kenar mahallelerde kendi basit hayatını sürdürmeyi tercih etmiştir.
Yani Türkiye’de köylülük kalıcı bir
bilinç olarak şehirde erimeden kalmış ve artan
nüfus göçleriyle de şehri bozmaya
başlamıştır.
Bugün Bekir Coşkun’a “Biz kazandık
siz kaybettiniz. Sadece İzmir’de ve bir iki sosyete mahallesinde yaşıyorsunuz.
Ya bizimle uzlaşacak ya da defolup gideceksiniz!” diyen mektubu yazan da işte
bu kitledir.
Bu kitle için bilgi, ancak bilgiden başka bir şeyle uğraşmayan insanların
uğraşması gereken bir fantezide veya
hayalden ibarettir. Seri üretimin karmaşık süreçlerine yabancı kalmış köylüler
için “bilgi” ancak profesyonellerin uğraştığı ve sonuçlarıyla kendi yaşam
konforunu arttırması beklenen şeyden ibarettir.
Peki ama akademiya gerçekten
bilgi üretebilir mi? Şüphesiz akademiya
bilgi üretir. Sorun akademisyenlerin sınırlı bir bilgi türünde sınırsız
derinleşmeleriyle bilinçlerini gerçek
dünyanın ve diğer bilgilerin
sorunlarından kaçınılmaz şekilde soyutlamalarıdır.
Bugün doktora derecesi almış herhangi
bir akademisyen incir çekirdeğini doldurmayan bir konuda derinleştikten sonra bir anda dünyanın bütün
bilgisine hakimmiş gibi muamele görmektedir. Sosyal bilimlerin herhangi bir
sahasında doktora yapan herhangi bir akademisyenin estetikten tutun da
psikolojiye kadar her sahada fikir irad
etmesi bugün gayet doğal karşılanan bir durum. Peki ama hayatı yalnız tuhaf ve
geçerliliği tartışılır saçmalığın kıyısındaki tarihsel fiyat endekslerine dayalı ekonomik modellemelerle “oyuncakçılık” oynamakla geçmiş herhangi bir
ekonomist akademisyenin izlenimcileri, Adler’i,
Humboldt’u, Saramago’yu bilebilmesi mümkün müdür?
Ancak dikkat edilirse bizimki
gibi bir köylü toplumunda, bütün bu konularda konuşmaya tek yetkili makam
akademiyadır. Avusturya’da çalışıp da
Avusturya Okulu’nu duymamış akademisyenlerin olduğu bir köylü toplumunda, hayatımıza hükmeden siyasetten tutun da sanatsal estetiğe kadar her konu, hayatı
yalnız ve ancak doktora ve doçentlik sınavına hazırlanmaktan ibaret geçmiş
insanların üstüne yıkılmaktadır.
Türkiye’de akademi de kenar mahalleden daha şehirli değildir.
Köylünün buğdayı toprağa gömüp de buğday elde etmekten ibaret idraki, akademide sadece hacmen genişlemiş ve “nitelikli bir ezber” haline gelmiştir.
Böyle bir zihniyetle, sanatın,
bilimin felsefesiyle uğraşılması, düşünce süreçleriyle ilgilenilmesi
düşünülemez. Çünkü hayatı buğdaya ve davara indirgemiş köylünün çocuğu ancak hayatını
ilgili literatüre indirgeyecek kadar gelişebilmiştir.
Çünkü hayatının yeter ve gerek
şartı olarak buğdayı toprağa gömmeyi gören köylünün çocuğunun, “toprağı baştan yaratmak” gibi bir ufkunun
olmasını beklemek saçmalıktır.
İyi de bunun ne önemi vardır?
Bunun önemi şudur: Medeniyet denen insanın biricik varoluş
biçimi, ancak yaratıcılıkle beslenir ve
var edilir. Medeniyet insanın ancak gelişmek
arzusu ile ayakta tutulabilir. Bu da ancak hayata bir bütün olarak bakabilmekle
mümkündür ki bu da ancak hayata meraklı bir bakış ve araştırmak iradesiyle var
edilebilir.
Hayatındaki en yaratıcı işi
buğdayı toprağa gömmek olan köylünün daha ötesiyle işi olmaz. Bütün
güzellemelere ve pastoral övgülere
rağmen köy, “medeniyete” ihtiyaç duyduğu çok yönlü düşünme alışkanlığını, araştırma merakını
veremez.
Bugün Türk toplumunun bilgi
otoriterliğinin temelini oluşturan akademik profesyonelizmin temeli, buğdayı
toprağa gömüp de geri kalan her şey için köy imamının fetvasını bekleyen
köylü kolaycılığı ve cehaletidir.
Bu da süreç içinde karşımıza bir
medeniyet kaybı olarak çıkmaktadır. Olan biten biraz da budur.