31 Aralık 2015 Perşembe

Ne Okurum Ne Yazarım

Depresyon, zayıflığınıza işaret etmez;
çok uzun zamandır güçlü olduğunuz anlamına gelir.

Her gün ama her gün bir kara haber alıyoruz.

 Kâh bölücü Kürt terörü bir vatan evlâdını elimizden alıyor  kâh  dinci siyaset, Türk kimliğimizi  kazımak için yeni bir icada imza atıyor.

Normal bir memlekette insan ekmeğinin derdine düşer.

Normal bir memlekette, insanlar bir yerden bir yere  gönül rahatlığıyla seyahat eder.

Bir düğüm  her gün daha da  fazla boynumuzu sıkıyor. O düğümü sıkanlar da sözde bizim insanlarımız. Kendi insanlarımızın ihanetiyle karşı karşıyayız.

Memleketin yarısı Türk adından nefret ediyor. Bu öyle bir nefret ki vatanın Türk’ten arındırılması için Kürt-Ermeni  terörüyle iş birliği yapıyor. Türk adını, sözde demokrasiyle ve kanun istismarıyla silmek için her yalanı mübah görüyor.

Türk düşmanı bu yabancılaşmış kitle cinsel bir paranoyayı ahlâk kabul ederek hepimizi tecavüzü kabule zorluyor.

Bu şartlar altında  nefes alamıyorum.

Bu şartlar altında ne doğru dürüst okuyabiliyor ne de yazabiliyorum. Dikkatimi toparlayamıyorum. Dikkatimi toparlamaya değer bir şey de  bulamıyorum. Ülke git gide daha değersiz oluyor. Çevremiz kendi hayatları hakkında hiçbir fikre ve değere  sahip olmayan yığınlarla çevrili.

Her şey parmaklarımızın arasından akıp gidiyor. Hayatlarını hiç umursamayan insanlar “demokrasi” aracılığıyla bizim hayatlarımızı, dikkatlerimizi, zevklerimizi de kendi  umutsuzluk lâğımlarına sürüklüyorlar.
Düşünmek, duymak ve Türk olmak artık mevcut  “gerçekliğin”  algı körlüğü içinde batıp gidiyor.

Uyumak bile dinlendirmiyor artık…  Depresyon ne demode bir şey artık ne sıradan…

17 Aralık 2015 Perşembe

Ulusal Egemenlikte İnsan Kalitesi Sorunu



Eskiden insan kalitesine vurgu yapanlara kızardım.

Bunun  demokrasiyi engellemek için bir bahane olduğunu düşünürdüm. Öyle ya “metodolojik birey” vardı ve insan hakları bu birey üzerinden mükemmelen tanımlanmıştı. Öyleyse bu çıkarımın ve idealin ötesinde  bir irade olamazdı.

Böylece bireyi, her türlü çoğunluk diktasından,  seçkinci zorbalığından vs koruyacaktık.

Burada bir noktayı atladığımı yıllar sonra fark ettim. O da “metololojik bireyin”, aynı zamanda “kötüyü de seçebilen bir   irade kullanıcısı” olduğuydu. “Kötü” neydi? Kötü, yaygınlaştığı takdirde bütün toplumun dağılmasına sebep olabilecek eylemlerin tamamıydı ki bu da    hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)nden ibaret olan “temel hakların ihlali”  anlamına geliyordu.

 Peki ama   metodolojik birey denen ve üzerinde  felsefe yapılan ideal insanın, kötüyü seçme ihtimali  adil bir devlet için “insan kalitesine” dayanan  ayrımcı bir yönetimi mi  seçmemizi gerektirirdi?

Veya mevcut kötü yönetimleri nasıl açıklamak veya düzeltmek gerekirdi?

Mevcut kötü yönetimleri metodolojik bireyin basit bir sapması olarak görmek mümkün müydü?  Normalde, bireyin zararlı  olanı seçmesi kendisi için ve kendisiyle sınırlı olarak belki bir özgürlük ve sorumluluk sorunu olabilirdi.

Sorun, adına “ demokrasi” denen çoğunluk yönetimiyle  bireylerin toplu iradesinin  toplumsal düzeni değiştirmesine gelince çetrefilleşiyordu. Birinin diğerinin hayat tarzı üzerinde  tartışmasız  egemenliği  arzu edilir bir şey miydi?

Ama belki de daha önemlisi… Toplumsal düzenin sahibi olan gerçek toplumsal kimliğe yönelik içten gelen tehdit veya ihanet metodolojik bireyin özgürlüğüyle mazur ve meşru  gösterilebilir miydi?

Yaşam tarzı tercihi açısından cevap çoğunlukla ilgili değildi. Bu, yaşam tarzının, en byük çoğunluğa, zararsızlık ilkesi çerçevesinde sağlanabilen en büyük özgürlükle ilgiliydi. Bir yaşam tarzının egemenliğinin mümkün olan en fazla sayıda “küçük yaşam tarzlarının” bir rada var olabilmesini mümkün kılması ölçü olmalıydı.

Çoğunlukla ilgili asıl  büyük ve yakıcı siyasal sorun belki de şu: Çoğunluğun kendi kimliğini inkâr edip edemeyeceği veya   bilerek dahi iç ve dış düşmanlarla işbirliğine giderek kendi egemenliğin yok edilmesine alet olup olamayacağı .

Türkiye örneğinde, güncel sorunu budur. Adına Türk Ulusu denen büyük kitle artık  iç ve dış düşmanların  güdülemesine açık hale gelmiştir.

İş sadece  yaşam tarzından ibaret değil. İş, dünya üzerinde belli bir kimlikle var olup olmamaktır. Uluslaşamamış toplumların  dünyadaki  varlıkları gerek kültürel gerekse ekonomik   anlamda  uluslaşmış toplumlara tam bir bağımlılık şeklinde ortaya çıkar. Uluslaşamamış toplumların kendi üretken kültürleri ve ekonomileri yoktur ve olamaz da…

Dünya üzerindeki bu  varoluş şartı, ulusal düzeyde, belli bir ülkede  herkes için her zaman geçerli  bir kurallar düzeni  kurabilmek için de  zaruridir.  Bir yerde “ulusal” bir kimlik tesis edemezseniz, hiç kimseyi ayrımsız uygulanan bir hukuk düzeni için ikna edemezsiniz.

Peki ama “metodolojik birey” bu sorunu çözmez mi?

Sorun şudur ki “metodolojik bireyi”  tanımlayan filozofların tamamı uluslaşmış toplumların ve lâik ulusal  devletlerin  üyeleridir. Dolayısıyla onların, ulusal bir devletin sağladığı hukuk birliği dışında etnik ve teokratik bir devletin var olabileceğine dair bir  telâkkileri yoktur.

Oysa bugün Türk  Ulusu’nun insan kalitesi, ulusal egemenlik ve uluslararası ilişkiler açısından ciddi anlamda  kötü bir sorun haline gelmiştir. Bu sorun, “dağdaki çobanın oyu” şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Dağdaki çoban”, bugün, varlığını sağlayan ulusal egemenlik ve hukuk birliği gibi iki  varoluşsal temel hakkında, bilgisi olmaksızın karar verebilecek durumdadır. Metodolojik birey kabulüne göre  bu iki temel hakkında karar verici olmak hakkına sahiptir.

Sorun bunlar hakkında “karar verdiğinin” farkında olup olmadığıdır. Ayrıca Bu kararının beraber yaşadığı insanları nasıl etkilediğiyle ilgili bir fikrinin olup olmadığı…  Türk toplumunun siyasal çoğunluğunu teşkil eden  ve yaygın bir yanlışlıkla “milli irade” olarak adlandırılan kitle “dağdaki çobanlardan” oluşmakta.

Bu kitlenin metodolojik bireyinki gibi bir ahlâkî normu, ahlâka dayalı bir fayda telâkkisi falan yok. Bu kitle, gönüllü olarak cehaleti seçmiş, sorumsuz bir yetkiyi arzulayan, aklını ancak  “üretmek yerine yağmalamak” için kullanan bir kitle. Bu açıdan Türkiye’de “milli irade” ancak Neandertahl  adamı seviyesinde  bir varoluş bilincine sahip olan bir kitle.

Ve bu kitle Anadolu’da Türk’ün varlığının meşruiyetine karşı çıkan iç ve dış düşmanların  gütmesiyle koskoca bir ulusun varlığını oylayabileceğini sanıyor.

Türkiye’de insan kalitesi artık yaşam tarzımızı ilgilendiren basit bir konfor sorunu olmanın çok çok ötesinde. Türkiye’de insan kalitesi artık doğrudan doğruya Türk Ulusu’nun varlığını tehdit eden bir sorun.






15 Aralık 2015 Salı

Türkiye’de Medeniyet Kaybı Ve Akademik Otoriterizm



Başlık belki de yetersiz, bilmiyorum. Çünkü  siyasi bir gönderme içeriyor ama zaten hayatta siyasi olmayan ne var ki? Hayatlarımızın bir uzlaşmaya dayalı yaşandığı yerde siyasetsiz yaşayabilmemiz mümkün mü?

Ama  başka bir konuyla ilgili başlığımız.

Konu bilgi üzerindeki otoriterizm  ve bunun sebep olduğu medeniyet kaybı.

Bilginin belli bir düzen içinde alınması insan yaşamının bir döneminde özellikle önemli. Kaldı ki profesyonel bilginin kesinlikle organize ve kabul edilmiş bir otorite elinden verilmesi her şeyden önemli.

Sorun şu: Bilgi  otoritelerinin otoriteleri nereye ve ne zamana kadar sürmelidir? Ya da bilgi akademyanın tekelinde midir?

Türkiye gibi geri kalmış bir köylü toplumunda maalesef öyle. Türkiye’de köylü toplumu bilgi , “bilmesi gerekenlerin” tekelinde ve onlara has bir “altın yük” olarak görüyor.

 Aslında köy toplumu, üretim biçimi açısından sebep sonuç ilişkisine  yabancı değildir. Fakat sorun, köy toplumunun, kendi idrakinin aşan bir üretim  biçimine çok hızlı geçmiş olmasıdır.

Bütün idraki, tohumu ekip bitmesini  beklemek  ve sonra da bundan un elde edilmesinden ibaret olan köy toplumu, bir anda aklının ermediği bir karmaşıklıkta ve hızda işleyen büyük bir seri üretim çarkı ile karşılaşmıştır. Bu öyle bir süreçtir ki köylü istese de sürecin tamamını öğrenemez. Bu yeni vaziyette köylü, ellerinde tüfeklerle ve atlarla gelen İspanyolları büyücü sanan Amerikan yerlileri gibidir.

İşte bu köylü toplumunun evrenin niteliği hakkında düşünmesini beklemek hatadır. Bu köylü toplumunun şehre göçüyle değişen hiçbir şey olmamıştır. Çünkü bu köylü toplumu, karmaşıklaşmış seri üretimin  biçimlendirdiği, karmaşık şehir hayatına adapte olmak yerine kenar mahallelerde kendi  basit hayatını sürdürmeyi tercih etmiştir. Yani Türkiye’de köylülük  kalıcı bir bilinç olarak şehirde erimeden kalmış ve artan  nüfus göçleriyle de şehri  bozmaya başlamıştır.
Bugün Bekir Coşkun’a “Biz kazandık siz kaybettiniz. Sadece İzmir’de ve bir iki sosyete mahallesinde yaşıyorsunuz. Ya bizimle uzlaşacak ya da defolup gideceksiniz!” diyen mektubu yazan da işte bu kitledir.

Bu kitle için bilgi, ancak  bilgiden başka bir şeyle uğraşmayan insanların uğraşması gereken  bir fantezide veya hayalden ibarettir. Seri üretimin karmaşık süreçlerine yabancı kalmış köylüler için “bilgi” ancak profesyonellerin uğraştığı ve sonuçlarıyla kendi yaşam konforunu arttırması beklenen şeyden ibarettir.

Peki ama akademiya gerçekten bilgi üretebilir mi?  Şüphesiz akademiya bilgi üretir. Sorun akademisyenlerin sınırlı bir bilgi türünde sınırsız derinleşmeleriyle  bilinçlerini gerçek dünyanın ve diğer bilgilerin  sorunlarından kaçınılmaz şekilde soyutlamalarıdır.

Bugün doktora derecesi almış herhangi bir akademisyen incir çekirdeğini doldurmayan bir konuda  derinleştikten sonra bir anda dünyanın bütün bilgisine hakimmiş gibi muamele görmektedir. Sosyal bilimlerin herhangi bir sahasında doktora yapan herhangi bir akademisyenin estetikten tutun da psikolojiye kadar her sahada  fikir irad etmesi bugün gayet doğal karşılanan bir durum. Peki ama hayatı yalnız tuhaf ve geçerliliği tartışılır saçmalığın kıyısındaki tarihsel fiyat endekslerine  dayalı  ekonomik modellemelerle  “oyuncakçılık” oynamakla geçmiş herhangi bir ekonomist akademisyenin izlenimcileri, Adler’i,  Humboldt’u, Saramago’yu bilebilmesi mümkün müdür?

Ancak dikkat edilirse bizimki gibi bir köylü toplumunda, bütün bu konularda konuşmaya tek yetkili makam akademiyadır.  Avusturya’da çalışıp da Avusturya Okulu’nu duymamış akademisyenlerin olduğu bir köylü toplumunda,  hayatımıza hükmeden siyasetten tutun da  sanatsal estetiğe kadar her konu, hayatı yalnız ve ancak doktora ve doçentlik sınavına hazırlanmaktan  ibaret geçmiş  insanların  üstüne yıkılmaktadır.

Türkiye’de akademi de  kenar mahalleden daha şehirli değildir. Köylünün  buğdayı toprağa gömüp de  buğday elde etmekten ibaret idraki,   akademide sadece hacmen genişlemiş ve  “nitelikli bir ezber” haline gelmiştir.

Böyle bir zihniyetle, sanatın, bilimin felsefesiyle uğraşılması, düşünce süreçleriyle ilgilenilmesi düşünülemez. Çünkü hayatı buğdaya ve davara indirgemiş köylünün çocuğu ancak hayatını ilgili literatüre indirgeyecek kadar gelişebilmiştir.

Çünkü hayatının yeter ve gerek şartı olarak buğdayı toprağa gömmeyi gören köylünün çocuğunun,  “toprağı baştan yaratmak” gibi bir ufkunun olmasını beklemek saçmalıktır.

İyi de bunun ne önemi vardır?

Bunun önemi şudur:  Medeniyet denen insanın biricik varoluş biçimi, ancak  yaratıcılıkle beslenir ve var edilir. Medeniyet  insanın ancak gelişmek arzusu ile ayakta tutulabilir. Bu da ancak hayata bir bütün olarak bakabilmekle mümkündür ki bu da ancak hayata meraklı bir bakış ve araştırmak iradesiyle var edilebilir.

Hayatındaki en yaratıcı işi buğdayı toprağa gömmek olan köylünün daha ötesiyle işi olmaz. Bütün güzellemelere ve pastoral  övgülere rağmen köy,  “medeniyete”  ihtiyaç duyduğu çok yönlü  düşünme alışkanlığını, araştırma merakını veremez.

Bugün Türk toplumunun bilgi otoriterliğinin temelini oluşturan akademik profesyonelizmin temeli, buğdayı toprağa gömüp de geri kalan her şey için köy imamının fetvasını bekleyen köylü  kolaycılığı ve cehaletidir.

Bu da süreç içinde karşımıza bir medeniyet kaybı olarak çıkmaktadır. Olan biten biraz da budur.








10 Aralık 2015 Perşembe

Bomonti’de yepyeni bir yaşama çok az kaldı… Bu çok özel yatırım fırsatını kaçırmayın!

155 apart daireli The House Residence ve 51 odalı The House Hotel, 2016 yaz döneminde Bomonti’de kapılarını açmaya hazırlanıyor. 
Yenigün İnşaat yatırımı, The House Collection markası ve FYP’nin dizayn, marka ve konsept planlaması ile Bomonti’de hayat bulan The House Residence’da ince işler hızlı bir şekilde devam ediyor. Özel dizayn tasarımları ile hazırlanan örnek daireler, bugünden The House Residence tasarım anlayışını ve Bomonti’deki yaşamı keşfetmeniz için sizi bekliyor…
Modern yaşam, sanat ve dizayn ile zenginleşen The House Residence’ta yaşam stüdyo, 1+1 ve 2+1 dairelerde çok özel ödeme planları ile yatırım fiyatı 230 Bin Dolar’dan başlayan fiyatlarla sunuluyor. Dairelerin yatırım planlama ve uzun/kısa dönem kiralama hizmetlerini ise daha ilk günden FYP sizin için yapıyor… 
Dinamik, sosyalleşmeye açık ve konforlu bir yaşamın kodlarıyla şekillenen The House Residence Bomonti’de, 1+0’dan 2+1 ve penthouse’lara kadar 44 m2 ile 199 m2 arasında değişen, özel tasarıma sahip 155 adet apart daire seçenekleri sunuluyor. Yaşama renk katan detaylar ise projenin lounge, dining room, spor kulübü, club ofisi, kafeleri, peyzaj alanları ve teras gibi alanlarında odaklanmış durumda. Yaşamı ortak alanlara taşıyan The House Residence, servis zenginliğini ve kalitesini aynı binada bulunan 51 odalı The House Hotel’den alacak.
The House Residence’da dairenin yatırım planlaması daha ilk günden senin adına yapılıyor, detaylar seni yormuyor. Bütün dairelerin kısa, uzun dönem kiralama hizmetleri The House Residence yönetimi ve FYP tarafından, uluslararası zincirlerin işbirliğiyle gerçekleştiriliyor. The House Residence, her detayı özenle planlamaya dayanan modern tasarım anlayışını evinize de taşıyor. Dilerseniz tüm yaşam alanlarınızı sizin seçimlerinizle güzelleştiriyor. Taşınmaya hazır, zevkle döşenmiş, titizlikle hazırlanmış bir otele gelir gibi bavulunuzu alın, gelin ve yaşamaya başlayın.
Bomonti’ye tasarım dokununca
Piramit Mimarlık Turgut Toydemir tarafından projelendirilen The House Residence’ın yaşam konsepti ve iç mimari planlaması FYP Proje Geliştirme’den Tony Phillipson’ın İngiliz Conran  + Partners ile gerçekleştirdiği özel işbirliğiyle hayat buldu. Peyzaj ve cevre düzenlemesinde ise Hyland Edgar Driver imzası var. Geleneksel ve modern endüstriyel alanların yansımaları, modern mimari ve yaşam tarzı kodlarını harmanlayan tasarım New York Soho, Londra Covent Garden ve Paris L’es Halles gibi örneklerle de organik bağa sahip. Ortaya çıkan sonuç ise, ana yaklaşım olarak modern mimari, life style konsept ile geleneksel ve modern endüstriyel tasarımı birleştiren yepyeni bir konsept.
7/24 hayat, hizmet, mutluluk
The House Residence Bomonti, The House Hotel, The Residence Lounge, The Dining Room, The Cafe, The Club Fitness, The Club Office, The Garden Terrace ve The Services gibi mekan ve hizmetleri aynı binada, aynı çatı altında bir araya getiriyor. The House Residence’da kişiye özel servisler, Bomonti’nin ilk dizayn oteli The House Hotel işletmesi ile sunuluyor. The Services olarak tanımlanan sınırsız hizmetler ile, iki farklı noktada 2 farklı resepsiyon ve özel asistan, housekeeeping, vale, teknik servis, güvenlik ve ev sahibi kullanımına hazır laundry alanı, apart daire sahiplerine ev ortamında da otel konforu sunmayı hedefliyor.
Evler sakin, ortak alanlar yaşamla dolu
Konut, hotel, sosyal yaşam alanları, spor kulübü ve service ofis alanı ile bir yaşam merkezi olarak hayata geçen The House Residence, eğlence, yaşam, iş ve spor keyfini birlikte sunuyor. 2016 yazında tüm sosyal alanları ile hayata geçecek olan The House Residence sakinleri The Dining Room’da dilerlerse hazırladıkları yemeklerle dilerlerse özel asistanın yardımıyla davetlerini verebilecekler. Sabah 7:00 – gece 24:00 saatleri arasında kişiye özel hizmet veren The Residence Lounge, size özel bir mekan olarak tasarlandı. The Club Fitness sağlıklı bir yaşam sunarken, giriş terasında yer alan The Cafe’ler de ise Nişantaşı, Galata ve Karaköy’ün gözde mekanlarını sizlerle buluşturacak.
Daha ayrıntılı bilgi almak için tıklayınız.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

8 Aralık 2015 Salı

Türkiye’nin Baş Belası Dinci Belirsizliğin Küçük Röntgeni


Bugün AKP il yönetimine yakın bir ahbabımla konuştuk. Savaş tehlikesinden duyduğu endişeyi dile getirdi.

Sonra Rusya’nın uzun vadeli plânları olduğunu ama bizim böyle plânlarımız olmadığını söyledi.
Sorun şu ki başta kimin olduğunu anlamıyor ya da fark edemiyordu.

O sadece  tuttuğu partinin kazanmasını istiyordu ama kazanan partinin ne yaptığını bilmiyordu. İş bürokrat atamalarına, kanun çıkarmaya, şeriatı günlük hayata egemen kılmaya gelince  sevgili ahbabım kendisini ve partisini muktedir görüyor ve mutlu oluyordu.

Oysa Rusya’nın veya Kürt teröristlerin yaptığı hiçbir şeye söz geçiremiyordu ve bu ona tuhaf geliyordu.

Bu  sapkın ve çarpık bir bilincin tezahürü…

Sapkınlığı  yaşadığı yakın çevreyi dine dayalı olarak değiştirme tutkusundan geliyor. Din adına  bir iş yapmayı Tanrı adına yapmak ve dolayısıyla Tanrısal bir sorumsuzluğa sahip olarak görüyorlar. Bu sapkınlık holografik bir yapıyla  rol modeli olan en büyük siyasetçi kimse ondan bütün siyasi birimlere, zerrelere yansıyor.

Çarpıklık, dünyayı  kendi kapalı çevresinden ibaret sanmasından kaynaklanıyor.  AKPliler, aslında  kapısı açık bir kafesin içinde kalıp da esir olduğunu sanan bir canlı gibi  davranıyorlar. “Kapı açık çıksana!” dendiğinde, “Dışarıda ne var ki? Dışarısı diye bir şey var mı?” diye soruyorlar sanki…

Neden böyle?  Çünkü kendi kapalı toplumsal yapılarını, dinin dogmalarıyla koruyabileceklerini sanıyorlar. Dinin durmadan ve durmadan artan ayrıntılı tutuculuğuyla kendi kafalarındaki kafesin duvarlarını kalınlaştırıp, parmaklıklarını güçlendiriyorlar.

Ve bu kendi içine kapalı yapının dünyadaki insanlıktan kopmasına ve uluslararası ilişkilerdeki tehditleri algılayamamasına yol açıyor. Bir grup köylü ya da gecekondulu dinci, kendi zafer  tutkuları için bütün bir milleti ateşe atabiliyor. Çünkü kendi kafeslerinin dışında yaşayan gerçek insanları  algılayamıyorlar.

Türk Milleti’nin hayatını elinde tutan bir avuç dinci  fanatiğin bize ettiği kötülüğün küçük röntgeni sanırım bu….