27 Ocak 2015 Salı

Olgular mı Önermelerden Önermeler Mi Olgulardan?

 Popper’ın  Objektif Önermeler Sorununa Bir Eleştiri
Şimdiye kadar ki gerçeklikle ilgili "bilimsel" diyebileceğimiz
 ifadeler yanlışlanabilir olmalıdır;
 yanlışlanamaz olanlar da  zaten  gerçeklikten bahsetmez.
Popper ,Tarski’nin önermeler için getirdiği “Olgulara karşılık gelen cümle”  tanımlamasına karşı çıkıyor. Bunun ancak dilin “resim” gibi bir şey olması durumunda geçerli olacağını oysa dilin böyle bir şey olmadığını savunuyor. (Buradaki resim “birebir  ve doğrudan tasvir/betimleme” anlamında  olmalı?)

Nesnellik ve objektivizmle ilgili olarak öz yaşam öyküsünün 31. Bölümünde bu tezi savunuyor.(1) Bu durumda “resim gibi bir diliniz” yolsa olgulardan ve önermelerden bahsetmeniz açıkça” saçma oluyor.

Ama… Olgular ve önermelerle ilgili bir “aşkın dil”e sahipsek sorunun aşılabileceğinden yani ancak o zaman “ Önermelerin olgulara karşılık gelebileceğinden” bahsedebilirmişiz. (Nedense buna “metadil” denmiş. Bu tip bulanık lâtiince  nitelemelerden açıkçası hiç hoşlanmıyorum).

Bunu da şöyle açıklıyor : “Bir önermenin bir dildeki “tasviri/ betimlemesi” o dildeki tercümesine karşılık geliyorsa ; ancak o zaman o önerme, orijinal dildeki olguya karşılık geliyor demektir.” Somutlaştıralım: “Almanca bir önermenin İngilizce’deki tasviri, İngilizce’deki tercümesine karşılık geliyorsa o önerme Almanca’daki olgusuna karşılık geliyor demektir.”

Buna örnek olarak da şu cümleyi gösteriyor: “Almanca’daki “Gras” “ ist” ve “grün” kelimeleri ancak  ve ancak çimenler yeşilse olgulara karşılık gelir.” ( Almanca, “Çimen yeşildir” anlamına geliyormuş, orijinal  cümle).

Burada karşımıza daha en başta iki sorun çıkıyor. Herhangi bir dili bir diğerinin “aşkın dili” saymak otoriter bir tavırdır, bir değer yargısı taşımaktadır. Bu durumda objektivizm kişisel yetmezliklerden uzak bir nedenselcilik ise bu değer yargılarıyla ya da “aşkın”  göreceliğiyle nasıl bağdaştırılabilir?

Herhangi bir dilin bir diğerinin “aşkın dili” olması neye göre belirlenecektir? Popper  önermelerin olgulara karşılık gelmeyeceği fikrinde “dilin yetersizliğini” zımnen kabul ediyor. Ama sorun şu ki dilin yerine gene kendi içinde yetersiz sayılabilecek başka bir dili koymaya kalkıyor.

İkinci sorun da dilin tabiatına dair kabulüdür.

Dikkat edilirse  aşkın dille “ Önermelerin olgulara karşılık gelmesinin” şartını koyarken tasvirden/betimlemeden bahsediyor. Peki ama bir  önermenin veya olgunun kelimelerle tasviri ne demektir? Yani Almanca “Gras” kelimesinin İngilizce’deki “tasviri/betimlemesi”  özü itibariyle neye karşılık gelir? Kimse kızmasın ama bu Almanca bir olgunun, “İngilizce resmini yapmak demektir.” Bir tasvirden bahsettiğinizde, dilin yetersizliklerinden kurtulmazsınız. Burada aklıma gelen şey şuydu işin açığı ki bu paragrafları okumadan önce aklıma, entelektüel tartışmalardaki zemin ve bağlam sorunlarını yaratan kişisel yetersizliklerden , okuma yönlerinden ve ikisinden kaynaklanan karşılıklı anlam karmaşalarından dolayı gelmişti…

Bir dil içinde belki bütünüyle mantığa yönelik bir alt dil yaratamayabilirdik ama kelimeleri kullandığımız bağlamları önceden açıklayarak onlara verdiğimiz veya verebileceğimiz yeni ve objektif anlamlar bulabilirdik. Böylece belki bir üst dilsel düzlem yaratabilirdik ki ben Popper’ı böyle anlamak isterdim.

Bu durumda bile “başka bir dile muhtaç olmak”  gibi bir şeye gerek kalmaz. Kaldı ki bir başka ulusun dilinde “çimen” kelimesi bile olmayabilir!

Bu durumda Popper’ın küçümsediği “anlam” sorusu gündeme geliyor. Çünkü Popper,  bir dil ile başka bir dil arasında “aşkınlığa” dayalı bir ilişki kurarken bunu tamamen ve kaçınılmaz olarak anlama dayalı yapıyor. Yani “ Şeyler hakkındaki tanımlamalarınızın bir önemi yoktur. Hiç kimse bir şeyin ne olduğunu kesinlikle tanımlayamaz!” derken diğer yandan bir  önermenin doğruluğu için bir başka dildeki “mutlak tanıma”, kendisini mutlak şekilde bağlanmaktadır.

Oysa sorun şu ki en nihayetinde, bütün önerdiği, “Kelimelerle resim yapmaktır”.

Olguların  ne olduklarını veya önerme denen şeyin ne olduğunu herhangi bir dilde anlatamıyorsak, bunlar bir başka dile dayanarak anlatabilmek nasıl mümkün olabilir?  Orta Afrika’da bir kabile üyesinin “önermeye” karşılık gelen bir kelimesi yoksa “önerme” denen şey anlamsız mı olur? Ya da “Çimenler yeşildir.” Önermesinin İngilizce’de “tasvir edilmesi” ve sonra İngilizceye çevrilmesiyle  gerçekte ne elde edilir?  Hiçbir şey!

Portakal kelimesinin aslında bir meyveyi değil de şemsiyeyi anlattığını iddia edebilirsiniz. Bu durumda biri bir şemsiyeyi göstererek meselâ “Hayır  “portakal” kelimesi aslında bunu anlatır!” dediğinde ona nasıl cevap vermeliyiz?

Sorun şudur: Popper “Mutlak gerçekliğin tanımlanamayacağını söyler”. Bu belki doğrudur ama biz “aklımızın erdiği ve duyularımızın el verdiğince” bir “anlamlandırmayla” hayatta kalırız. Bu anlamlandırma “mutlak gerçeğe” karşılık gelmeyebilir ama en nihayetinde bu anlamlandırma sayesinde var olabildiğimiz tartışılmaz şekilde yani “objektif şekilde” gerçektir! Herhangi bir deli, kendisini kartal sanabilir ve damdan atlarsa düşüp ölür. Kendisini kartal zanneden ve gerçekten kartala dönüşen bir insan görmedikçe de biz kartal olmadığımızı ve uçamayacağımızı bilerek damdan atlamaz, hayatta kalırız. Bu da “İnsanlar kartal değildir!” önermesinin “olgulara” karşılık geldiğini gösterir. Kaldı ki Popper bir dille ilgili bir tasvirden bahsederken  önermeye olgudan önce önce yer vermektedir. Her şeyden önce Almanca’daki “Gras” kelimesinin ifade ettiği olgunun varlığını tartışmalıyken bunu yapmamakta fakat daha sonra yaptığı  İngilizce tasvirler Almancadaki önermeyi  sınamaktadır. Eğer olgular yok ise önermeler için kullanılacak “şeyler” neler olmalıdır? Popper  bunun cevabını veremediği içindir ki bu noktada objektivizme bakışı eksiktir, dahası yanlıştır.

1)      Popper,K.R.: Bitmeyen Arayış;:Shf.201: Plato Yayınları:2006



25 Ocak 2015 Pazar

Marx’ın İnsansız Değer Eşitliğine Naif Bir Bakış

Aynı malın "soyut emekten" ve  "sonut emekten" kaynaklanan
 değişim ve kullanım değerlerinin var olduğunu söylemek
bal gibi metafiziktir ama kimin umurunda?


Marx mübadelede bir “değer eşitliği” durumunu öngörmüş/şart koşmuştur. Buna göre “Değişim/mübadele değerleri eşitlenmiş mallar birbirleriyle mübadele edilebilir.”

Bu düşünüş doğru mudur?

Bu düşünüş, “değerin değişimden önce var olduğunu” kabul eder. Öyle ki zaten maddede içkin halde bulunan “değer”,  bir şekilde ortaya çıkar ve o ortaya çıktığında da insanlar hangi malların mübadeleye gireceğine, “değerlerin denkliğine göre” karar verir.

Dikkat edilirse bu açıklamada malları üreten ve sonra mübadele eden insanların bütün yaptıkları, “Zaten var olan bir mübadele emrini yerine getirmeleridir.”

Emek değer hipotezinin aritmetik temelini teşkil eden hesaplamada emeğe biçilen fiyatı esas alır ve sonra üretilen malın satış fiyatı ile yaptığı mukayeseden, emeğin sömürüldüğü sonucunu çıkarır.

Burada emek fiyatıyla mal fiyatı arasında daima sabit bir oran olacağını düşünür. Aksi takdirde anlık fiyatlandırmalarla bu tip bir sömürü çıkarsamasına gitmesi mümkün değildir.

Yanlışlığın başlangıcı,  bir üretim faktörü olan emeğin esas aldığı fiyatının zaten eleştirdiği mübadele sitemince belirlenmesidir. Marx  emeğin fiyatından hareket ederken onun zamanla değişebilen bir değere sahip olabileceğini hiç düşünmez. “Nitelikli emek” düzeltmesi dahi bunu karşılamaktan, açıklamaktan uzaktır. Çünkü bugün “arzu edilir bir nitelikle” donanmış emeğin gelecekte  aynı  fiyattan alıcı bulup bulamayacağını düşünmemiştir.

Bunun önemi nedir? Bunun önemi şudur ki emekte fiyatlandırmanın, diğer mallara göre daha yavaş işlediğini anlayamamasıdır. Bu da şu anlama gelir:

Bir işçi bir haftalık toplam üretimi için belirli bir ücret alıp  üreticiye, kapitaliste   bir risk stoğu yüklerken üretilen malların satışında risk stoklanmaz, ya gerçekleşir ya da gerçekleşmez. Risk stoğu nedir? İşçinin, kapitalist tarafından alınan emeğinin ancak ücret dönemlerinde ortaya çıkan kâr-zarar muhasebeleştirilmesi durumudur.  İşçi çalıştıktan sonra ücretini haftalık olarak alır.

Kapitalist, normal bir üretim hızıyla çalışan işçiye ancak malların üretimi gerçekleştikten sonra  emeğinin karşılığını verir.

Sorun  şudur ki işçinin sözleşmeyle belirlenmiş  ücreti üretimi  gerçekleştirdiği için  mutlaka ödenmelidir.( Sözleşme ihlallerini sui misal olarak göreceğimizden aksi örnek saymamız mümkün değildir.)  Peki ama işçiden emeğini satın alan kapitalistin satmaya çalıştığı malın talep görüp görmeyeceğini kim söyleyebilir? Bunu hiç kimse söyleyemez. Kapitalist/işveren kendince bir tahminle bir üretim bandı oluşturarak  emekten yana belli bir tercih  kullanmıştır.

Marx bu tercihi yaparken kapitalistin, mal  içindeki “saklı emekten” yararlandığını söylemektedir. Sorun şudur ki kapitalistin malı alıcı bulamayabilir de.  Bu durumda “malın içindeki emeğe” ne olmaktadır? Hiçbir şey olmamaktadır. Çünkü onun bedeli sözleşme gereği ya önceden ya da haftanın sonunda mutlaka ödenmiş olmaktadır.

Bu bize neyi gösterir?

Herhangi iki malın üretim zamanlarına bağlı objektif  değer eşitliğini tespit edebilseniz dahi bunun mübadelede hiçbir önemi olmayacaktır. Bir kilo bulgurun, emek değer hesabıyla iki yüz elli gram kahveye eşit olduğunu söylemenizin kahve ve bulgur takası yapacaklar açısından anlık bir önemi olabilir ama hiçbir müşteri kahve veya bulgur alırken sizin uzun uğraşlar sonunda keşfettiğiniz bu sözde eşitliği umursamayacaktır. En nihayetinde kendisine adeta tapılan “emekçinin”  bu iki metanın üretiminde ücretlendirilmesi da farklı olacaktır.

Bu durumda mallar mübadeleye birbirlerine karşı takaslanmak üzere girmezler. Çünkü böyle girerlerse belki kendilerine göre eşit miktarlarda takas edilebilirler ama bedeli parayla hesaplanan ücretin karşılığının hesaplanması imkânsız hale gelir.

Marx burada iki şeyi atlamıştır:

Birincisi para iktisadının  mal değerleri arasındaki  standart değer etkisini tam anlayamamıştır.

 Emeği paraya göre fiyatlandırıp “mübadele değerlerini”   üretim zamanlarına bağlı olarak birbirlerine göre “değerlendirmesi” elmayla armudu toplamak demektir.  Ne emek, fiyatı kapitalistin tek yönlü dayattığı  bir üretim faktörüdür ne de fiyatlar malların içlerinden çıkıveren  “doğal ve verili” ölçülerdir.

İkinci olarak da herkesin, hem üretici hem tüketici olduğunu anlayamamıştır. Bu da herkesin almak veya satmak istediği mallarda, başkalarının  fayda sıralamalarıyla kaçınılmaz şekilde  bağımlı olmasıdır.

Emek  kapitalistçe alınırken diğer mallar müşterilerce alınır. Bir mal özelliği taşımasıyla emek de arz ve talebe göre değerlenir. Emeğin her zaman, ihtiyaçtan fazla olacağı kehaneti bu açıdan tam bir saçmalıktır. Çünkü insanlar fişe takıldıklarında, her işi aynı verimle yapabilecek robotlar değildir. İnsanların çocuklarını en nitelikli ve az bulunur mesleklere yönlendirmeleri emeğin arz ve talebe göre değerlenmesinin en büyük kanıtıdır.

 Meselâ hiç kimse bir doktor emeğinin yüz şoför emeğine denk olduğunu falan iddia etmez. Oysa Marx’a göre  emek tipleri arasında da bu tip “değerlemeler veya mukayeseler” yapılabilmelidir.

Marx emeği kutsarken işin içindeki insanı ıskalamış bir idealisttir. En büyük zararı da problem hakkındaki  bu insansız ve yanlış akıl yürütmesinin idealaştırılmış olmasıdır.



Ahlâkı Yok Eden Din


Dindarın “ daha ahlâklı” olması gerektiğine dair kabulümüz  geleneksel bir içgüdü olarak içimize o kadar yerleşmiştir ki bunu tartışmak ciddi çatışmalara yol açabiliyor.

Günümüzde dinci siyasette, Müslümanlar arasındaki şiddet vakaları ve ahlâkî yozlaşma,   artık sorunun, dinin uygulanmas
ındaki yerindelik tartışmasının ötesine geçtiğini gösteriyor.

Sorun ahlâkın anlaşılmaması olduğu kadar aynı zamanda din kurumunun ahlâkla yaşadığı varoluşsal  çelişkiye dayanıyor.

Oysa hepimiz dini, ahlâkın kaynaklarından biri hatta birincisi saymaz mıyız?

Belki de ahlâkın tanımından başlasak sorunu daha kolay çözeriz. Çünkü aslolan ahlâklı davranmaktır. Bütün öğretiler, ahlâklı davranmanın psikolojik güdülenmesini sağlamaya çalışır.

O halde ahlâk nedir? Ahlâk , zarar vermemek iradesidir.

Zarar vermemek de diğer bireylerin hayat, mülkiyet ve hürriyet  temel haklarını ihlâl etmemekten ibarettir. Yani ahlâk verili bir emir değildir. Ahlâk  bireye ait  bir seçimdir. Bunun yanı sıra ahlâk, yapmaktan ziyade yapmamayı tercih etmeye dayalı “negatif emir kategorisinde” bir koddur.

Nitekim kadim Ortadoğu inançların temelinde, altı üstü on tane “negatif emir” vardır.

Tanrı inançlarının temelinde, varoluşun nihaî gerçekliği Tanrı’dır.  O iyiliğin  ve varoluşun kaynağıdır. O sonsuz merhametli yaratıcıdır. Ve bizim ona inanmamızı, varoluşu idrak etmemiz için ister. O sonsuz merhametinin bizim tercihimizde tecelli etmesini ister. Böylece  onun varlığı sadece emrindeki canlılarda değil, kendisininkine benzer bir iradeye sahip olan tek canlıda da yani insanda da tecelli edecektir.

Böylece ahlâk inanç veçhesinden varoluşa uygunlukla  özdeşleşir. Diğer taraftan ahlâk, insan varoluşunun fiziksel şartları olan temel hakların korunması açısından da “varoluşa uygunluk” ile özdeşleştirilebilir.
Peki ama din kurumunun bütün bunlarla ne ilgisi vardır? Din maalesef bu konularla ilgilenmez.

Din kurumu için ahlâk, ancak  din   otoritelerince belirlenmiş belli şekil şartlarına ve hikmetinden sual olunmaz  “pozitif/belirleyici” emirlere uymaktan ibarettir. Din, bu emirlerin gerçek mahiyetleriyle de varoluşa uygun olup olmadıklarıyla da ve gerçekten temel hakları koruyup korumadıklarıyla da ilgilenmez.

Neden böyledir? Çünkü din,  bireylerin Tanrı’yı idrak etmek için kabul ettikleri inanç temellerinin ötesinde, Tanrı ile onlar arasında aracı olmaya soyunanların yorumlarıyla şekillendirdikleri yapay bir kurumdur da ondan. İnanç ne kadar sade ve “negatif sınırlayıcıysa” din tam tersi o kadar çetrefilli ve “pozitif/buyurgan ve belirleyicidir”.

Din, inancı  kendi iktidarlarına yıkılmaz, tartışılmaz bir dayanak  yapmak isteyenlerin icat ettikleri bir kurum. Nitekim peygamberlerin  din  olarak vaz ettikleri  inançların, onların ölümünden hemen sonra  yıkıcı ve kahredici birer şeriat rejimine dönüşmesi bunun kanıtıdır. Nitekim örtünme emirlerinden, cinsellikle ilgili kılı kırk yaran içtihatlara kadar din profesyonellerinin uğraştığı sayısız konunun,  ahlâkın kendisiyle hiçbir ilgisi yok. Bu yüzdendir ki kadınlara baş örttürüp onları parası ya da bileği kuvvetli olanların cinsel iştahlarına meze eden insanların temel hakların din ile ihlal edilmesine kalp huzuru ile sessiz kalması da bu yüzden.


Din ayrıca  vaz ettiği “ahlâkla” ikiyüzlülüğü ve gösterişi teşvik ediyor. Din nazarında “ahlâklı” görünmek ahlâklı olmaktan daha makbul. Çünkü artık dine mensubiyet başlı başına bir erdem kabul ediliyor ve bunu göstermekse itibar edinmenin en güvenceli yolu oluyor. Yaptıkları  yardımları siyaset için reklâm eden dinciler, bunu kişisel ahlâksızlıklarından dolayı yapmıyorlar. Din kurumunun bizatihi âmir/ buyurgan emirler kategorisine uydukları için iyilikle gösteriş yapmakta beis görmüyorlar.

Artık açıkça görünüyor ki dinin,  müminlere ahlâk olarak verecek hiçbir şeyi yok. Çünkü din ve din profesyonelleri artık  ne müminlerin inancını ne de o inancın zarar vermemek iradesi olarak ahlâkla ilgisini umursuyor. Din ancak  ve yalnız kendisine kayıtsız şartsız bir itaati hedefliyor ki bunun “iman” olarak  adlandırılmasının cezasını hepimiz çekiyoruz.







23 Ocak 2015 Cuma

Doğruluk Ve Hakikat



Bana öyle geliyor ki bu iki kelimenin eşanlamlı kullanılması kadar felsefeye zarar veren şey pek azdır.

Sanırım bunun sebebi, bu iki kelimenin ortak bağlamını oluşturan “intikal/erişim mantığıdır”. İntikal kelimesi daha ziyade bir yer değişimi olarak düşünülmekle beraber “varılacak yere varmak” anlamındadır. Bu durum bir hedefe “erişmek” anlamına gelir. Dolayısıyla intikal için “erişim”  eşanlamlısını da öneriyorum.

Doğruluk ve hakikat kelimelerindeki  intikal/erişim mantığı  nasıl çıkarsanır?

Doğruluk ve hakikat terimleri özcü/idealist terimlerdir, mutlaklık  içerirler.  Peki ama bu terim eş anlamlı mıdır?

Doğruluk ve  hakikatle ilgili sınamalar bu terimlerin eş anlamlı olmadıklarını gösteriyor.

Bütün önermeler, “doğrulukları” açısından sınanabilen cümlelerdir. Sorun şuradan kaynaklanmaktadır.  Doğruluğun bir tutarlılık olarak kabul edilebilmesi için tutarlılığın, “ kendisine göre” belirleneceği bir  mutlaklığa ihtiyaç vardır. Aksi takdirde  doğruluk veya yanlışlık konusunda “hüküm verilemez.”

Doğruluk sınamasının günlük hayattaki en kesin uygulaması mahkemelerdir. Yani “hüküm” salt felsefi veya mantıksal plânda kalan, bağlayıcılığı olmayan bir lafazanlık değildir.

Doğruluk sınaması bir keşif yolculuğudur. Hüküm ise varılan noktadır. Doğruluk sınamasında yürünen yol bizi  hükme ulaştırır.

Peki ama hüküm neyi ifade eder? Bir şeyin doğru olduğunu söylemek aynı zamanda “gerçek” olduğunu söylemek değil midir?

Doğrulukla gerçeklik arasındaki fark, bir konu hakkında birden fazla doğrunun var olduğu durumlarda ortaya çıkar. Bir sorunla ilgili birden fazla doğrunun olması genellikle doğrunun göreceli olduğu, dolayısıyla  “anlamsız” bir ide olduğu şeklinde yorumlanır. Bu çıkarım, hüküm vermekten kaçınan  rölativistlerin pek severek kullandıkları bir çıkarımdır.
Peki ama bir şeyleri sürekli nitelemek, yargılamak, övmek için kullanılan terimleri haklılaştırmak hata ispat etmek kaygısı ne anlama gelmektedir?

Bütün bu gayretler bir yandan aslında yargılamanın imkânsızlığını “ispatlamaya” çalışmak ama bu ispat çabasının bile tek başına bir mutlaklık arayışı olduğunu inkâr etmekten başka bir şey değildir.

“ Yargı yanlıştır”  veya “Mutlak yoktur!” demek başlı başına metafizik  dayanımlı  idealist söylemlerdir ve kendileri birer yargıdır. Çünkü bu önermelerin aksiyomatik sayılması talebini de içerirler. Yani rölativistler bir yandan her şeyin, her hükmün bir bakış açısından ibaret olduğu dolayısıyla tek bir bakış açısı olmadığı için tek bir hüküm verilemeyeceğini söylerlerken bunun “verili bir gerçek”  olması gerektiğini söylemiş olurlar.

İşte bu noktada yolumuz “gerçeğe” gelip çatmaktadır.

Rölativistler doğrunun bakış açısına bağlı olduğunu söylerlerken gerçeğin de bu açıdan göründüğünü dolayısıyla “gerçeğin asla bilinemeyeceğini” düşünürler.

Sorun şu ki “gerçeğin asla bilinemeyecek” olması fikri dahi   hakkında bilgi yetersizliğimize işaret eden bir gerçeği ima etmektedir. Eğer bu da söylenmek istenmiyorsa o zaman rölativizm bize “gerçeğin var olmadığını” söylüyor demektir.

Gerçek yoksa bütün arayışlar boşunadır. Çünkü hayat, bir sorun çözmek işidir. Sorun çözmekse ya bilinmeyeni ortaya çıkarmak ya da çelişkileri ortadan kaldırmak işidir. Her iki çabanın da temelinde “ Varlığın var olduğu”  kabulü yatar. Varlığın, var olması, “gerçeklik kavramının” var olmasına imkân verir.

İdealizme boş bir şey gibi bakanlar dahi, bir hükme varmanın, var olanların birbirinden ayrı olmaları gerektiğini inkâr edemez. Bu da  her bir varlığın başlı başına bir “kimlik” taşıması anlamına gelir. “ Değişmeyen tek şey değişimdir!” demek varlıkların kimliklerini ortadan kaldırmaz.

Değişim, var olanın, kendi kimliği dahilinde sahip olduğu veya gözlendiği değişik görünümlerinden ibarettir. Şüphesiz bir derede aynı şekilde ikinci kere yıkanamayız. Ama sonuçta dere ikinci bir anda dereden, söğüt ağacına veya diğer bir diğer  anda da  piyango biletine vs dönüşmez. O halde var olanların varlıklarının belirli bir görünümü vardır. Bu görünüm onların bizim için “kimliklerini” oluşturur. Bu kimliklerin ortak görünümleri onları bir “idea” içinde düşünmemizi sağlar.  Belki bütün atları temsil eden  bir ideal at çizemeyiz. Ve belki bütün atlar birbirlerinden farklıdır. Buna rağmen bir atı gördüğümüzde, bir at gördüğümüzden emin olabiliriz. Atın zamanla görünümünün değişmesi dahi onu bir at olmaktan çıkarmaz.
 
O halde  hakikatle ilgili elimizde iki temel veri bulunmaktadır: Varlık ve kimlik.

Aklımıza, kanatlı atlar, grifonlar , tepegözler gibi “hayalî varlıklar” gelebilir. Bunlar sırf biz onları hayal ettiğimiz için var mıdırlar? Nitekim şizofreni hastaları, aklımıza  gelemeyecek halüsinasyonlar  görmekte ve bunları gerçek sanabilmektedirler. Peki ama şizofrenleri  nasıl olup da “hasta” olarak niteleyebiliyoruz?

Onların hayallerinin “gerçek” olmadıklarını söyleyebiliyoruz.

Veya bir mahkemede “maddi kanıt” denen şeylerle “gerçeği” ortaya çıkarmaya çalışabiliyoruz.

Bütün bunlar, basit bir görecelik bahanesiyle ortadan kaldırılamayacak bir şeye işaret ediyor. Kim nasıl bakarsa baksın hep orada olan ve en nihayetinde bir takım işaretlerle, kanıtlarla varlığı açıkça görülen bir varlıktan bahsediyoruz: Hakikatten/gerçekten!

O halde kim nereden nasıl bakarsa baksın,  varlığı  ortadan kalkmayan ve kimliği tartışılamayan bir varlık, gerçek…

O halde, “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeye, “Hakikat” diyebiliriz”.

O halde doğruyu nereye koymamız icap eder. Bu keşif yolculuğunda, “doğru”, hakikatten ayrılıp bir yerlerde cebimizden mi düşmüştür?

Elbette hayır… “Doğruluk, hakikate/gerçeğe ulaşan yolun kendisidir”.

Bu ne demektir? Bu, doğru yoldan gitmediğimizde, hakikate/gerçeğe ulaşamayacağız, demektir. Bir gerçeğe ulaşmak için birden fazla yol olması, gerçeğin varlığını ve tekliğini değiştirmez.
Hakikat, farklı konularda ulaşılan nihaî tartışılmaz olmak hasebiyle tektir.  Farklı konuların farklı hakikatlerinin olması, bu hakikatlerin ortak bir hakikat kimliği ile tanınmaları gereğini değiştirmez.

Doğru, hakikat arayışında bizi ona götüren yol olduğu gibi aynı zamanda hakikatin, inkâr edilemez parçası anlamına gelir. Hakikatin inkâr edilemez parçası, bir yargılamada kanıt/delil anlamına gelir. Kanıtın varlığı, hakikatin varlığını gösterir. Çünkü bir varlığın “kanıt” olması, onun mutlak  ve tekil bir varlığın yani hakikatin, tartışılmaz bir göstericisi olduğu anlamına gelir. Eğer bir öncül bir “doğrunun parçası” değilse onu “tutarsız” saymamızın sebebi budur.

Doğrunun hakikatle ilişkisi mutlaktır. Doğrunun herkes tarafından aynı şekilde anlaşılmaması bunu değiştirmez. Bu durum  aynı zamanda hakikatin birden fazla parçası olmasının kendisidir. Bir testiyi kırdığınızda, parçalanır ama bulabildiğiniz parçaları bir araya getirdiğinizde, eksik kalanlara rağmen parçaların bir testiye ait olduğunun ortaya çıkması bunun gibidir.

Doğruluk gerçekliğin mutlak  bir parçasıdır ki bu matematiğin oluşturulmasını  sağlamıştır.  Çözülmüş her problem, sayılar kümesinin varlığıyla tutarlılık gösteren ve onun sayesinde  cevaplanan bir önermedir. Matematik mutlak bir soyutlamadır ki bu, dünyayı algı yanlışlarından uzak anlayabilmenin mutlak yoludur. Ve  bizatihi matematiğin varlığı, metafizik ve idealdir. Yoksa  biri çıkıp “İki denen şeyi kim, nerede görmüş?” diyebilir.  “İki” bir gerçeğin mutlak parçası olduğu içindir ki matematik dünyayı anlamamızı sağlayan  bir dil olarak işe yarayabilmektedir.

Bir   teoriyi “bilimsel” yapan şey,  sınırları dahilinde   test edilebilmek imkânıdır”, der Popper. Bilimde  gerçeklik asla bütünüyle anlaşılamamasına rağmen bir hipotezin yanlışlanabilmek  imkânı, onun  bizi hakikate ulaştırmak gücünü sınayabilmemiz anlamına gelir ki bu bile bir  takım kavramların, bir bütün olarak anlaşılabilecek bir hakikatin parçaları olduğunu kabul etmek demektir ki Popper idealizme ne kadar saldırırsa saldırsın, savunduğu şey, açıkça idealizmdir.

O halde  hakikatin bilinemeyeceğine dair görecelik alaycılığı, tam bir safsatadır.  Çünkü hakikat yoksa hiçbir şey yoktur.







21 Ocak 2015 Çarşamba

Tümevarımın Hiyerarşisinde Din



Hepimiz dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Beklentilerimize veya merakımıza göre hepimiz, onun içinde en az acıyla yaşayabilmek için onu anlamaya çalışıyoruz. Onun içindir ki “her şeyin başı sağlık!” diyoruz.

İyi de “dünyayı anlamak” ne demek?

Dünyayı anlamak, onun varoluşundaki düzenlilikleri keşfetmek demek.

Dünyanın varoluşundaki düzenlilik de içindeki her şeyin kendisine taabi olduğu bir kurallar  sisteminden bahsetmek demek.

Hal böyle olunca  karşımıza “din” çıkıyor. Din bize ağaçtan düşen yapraktan, ekinlerin bitmesine kadar her şeyi gözeten bir yaratıcının varlığını va’z ediyor veya biz öyle düşünmeye eğilimliyiz.

Böyle düşünmek eğilimimiz,  “din” denen kurumun otoriter yapısından kaynaklanıyor.

Otoriter bir yapı,  kabaca, âmir-memur  ilişkisine dayalı oluşturulmuş bir yapıdır. Yani herkesin emir verdiği ve emir  aldığı bir itaat sistemine göre oluşmuş bir yapıdır bu. Nitekim  yaratılmışların bir hiyerarşisinin içinde insanın en üst sıraya konması, daha sonra Allah’tan başlayarak sıradan mümine uzanan bir emir komuta zincirinin oluşturulması  bu yapının işaretleridir.

Şüphesiz yaratıcı, yaratma gücünden dolayı kategori dışı olarak düşünülecektir.

Ama onun dışındaki hiçbir varlık için neden bir “üstünlük” sıralaması yapmamız gerektiği belli değildir.

Bu otoriter yapı başlı başına sorunlu bir  düşünüş olmakla birlikte inanç sahiplerinin inançlarıyla din arasındaki çelişkilerin başlangıç noktasıdır.
 
Çünkü yaygın olarak “yok etmemek” hususunda  bir eğilim sergileyen insanların, kendilerini herhangi bir hayvandan neden daha “üstün” görmeleri gerektiğine dair bir şüphelerinin olması gayet doğaldır ki çevreci hareketlerdeki temel sorun da budur.

İş bir “egemenlik” sorunu olarak düşünüldüğünde de neden bazı insanların, diğerlerine ne yapmaları gerektiğini söyleyebilmesi gerektiğinin cevabı, “inancın” içinde bulunamamakta. O cevap ancak bir hiyerarşi zinciri tanımlanarak bir din oluşturulmuşsa verilebilmektedir. Kaldı ki herhangi bir cevabın bir sorunun içeriğini açıklayabilmesi gerekirken aslında dinin “cevapları” sorunumuzu çözmemekte  daha da karmaşıklaştırıyor.

Bunun yanı sıra otorite oluşumu  doğruda doğruya yukarı doğru artan bir  sorumsuz yetkililik durumunu doğuruyor.

Böyle bir otorite oluşumunda, Tanrı mutlak  ve sorumsuz  hâkim varlık.

 Peygamberler “günahsızlık” sıfatlarıyla insanlar arasında “yargıdan” bağımsız görünen, seçilmişler…

“Veliler”,  manevi yetkinlikleri peygamberden aşağı ama sıradan müminlerden daha fazla olan “ikincil seçilmişler”…

Âlimler  gayret ile belli bir fetva yetkisini kazanmış “seçkinler”…

Ve imamlar ( sünni din görevlileri) da ilmihal bilgisi ile sıradan müminden üstün olan  son sıra seçkinler…

Bunlar bize neyi gösteriyor? Bu otoriter yapı, hayatın her noktasına müdahale edebilmeyi mümkün kılıyor. Böylece bu hiyerarşiye dahil olanlar , hayatın her bir noktasından hareketle yukarıya doğru süren bir otorite sistemiyle şekillendirip dini meydana getiriyorlar.

Bu hiyerarşik sistemde sıradan müminin din bilgisinin yetersizliği, ondan bir fazlasına ve daha sonra bir fazlasına müracaat etmeyi zorunlu kılıyor. Mükemmel bir imana ulaşmanın yolu,  ancak hayatın her bir alanında “dine uygunluğun” sağlanması için bu hiyerarşiye mutlak bağlılıkla ilişkilendiriliyor.

Bu hiyerarşide sıradan bir müminin, Allah’ın varlığını ve birliğini anlayabilmesi imkânsız görünüyor. Çünkü bu hiyerarşide Allah, birbiri ardınca gelen büyüklüklerin birincisi ve en büyüğü olarak görünüyor.

Ve bu hiyerarşi hiç bitmeyen ve sürekli büyüyen bir “tanımlama” halini alıyor.

Bu  tanımlama, hem hiyerarşi üyelerinin niteliklerinin açıklanması hem  bu açıklamaların meşruiyetinin açıklanması hem de “din” adına yapılıyor.

Böylece “din” görünürde “yoruma açık”, “üzerinde düşünülen” bir kurum gibi gösteriliyor.

Oysa böyle değil. Çünkü hiyerarşide, bir üst basamağın “hikmetini” anlamak yetkisi, hiç kimseye verilmemiş. Herkes, üstünden aldığı “emri” astına iletiyor ve buna “tebliğ” deniyor. Tebliğ  edilen şeyler, hiyerarşide, aşağı doğru inildikçe artıyor.  Tebliğ edilenlerin sayıca artması aşağı doğru bir emir halinde artan “yorumlarla” oluyor. Hiyerarşinin kutsallığıyla bu yorumların her biri, hiyerarşinin en yukarısındaki kaynağın gücüne sahip oluyor. Böylece “Şeyhin vekilinin elini öpmek, şeyhin elini öpmek, şeyhin elini öpmek de peygamberin elini öpmek olarak kabul ediliyor.”

Hayata  ve inanca dair her seferinde biraz daha fazla büyüyen yorum kümesi, artık herhangi bir mutluluk veya adalet amacı gütmeksizin yalnızca kendi başına var olabilmek adına daha da büyütülüyor.  Hangi gıdaların yenmesi gerektiğinden, televizyonun izlenmesine kadar hayatın her anının eksiksiz bir “tanımının” yapılması için her gün uğraşılıyor. Çünkü biliniyor ki aslında hiyerarşide kendisine “vekalet” yoluyla Tanrılık verilmiş hiç kimse dünyayı bir bütün olarak  tanımlayıp biçimlendiremez.

Burada,  hiyerarşinin bir “Tanrı vekaleti” sistemi olduğunu görüyoruz. Bu vekalet sisteminde “Kur’anın açıklamadığı” yerlerin her seferinde bir fazla hadisle veya içtihatla doldurulması ile “eksik bırakılmış uluhiyetin  ve vahyin tamamlanacağı” düşünülüyor.

Mevcut “din”,  son vahyin indirilmesiyle tamamlandığı söylenen “dinin” (“Bugün size dininizi tamamladım” (Maide/3)) aslında eksik olduğu ve ancak sayısız yorumlarla tamamlanacağı veya tadil edileceği kanaatine dayanan, Talmudsal bir kurum. Bu tümevarımsal cinnet sona ermedikçe  dinin insanlara umut ve mutluluk getirmesi mümkün değil.





16 Ocak 2015 Cuma

Dile Dinden Ne Dilersen!



Müslümanlar dinlerinden ne beklerler?

Bu mühim bir sorudur, çünkü intihar bombacılığına varan aşırılıklar daima belli bir beklenti ile meşrulaştırılır.

O beklenti cennettir.

Peki cennet nedir?

Cennet Kur’an’dan anlaşıldığı kadarıyla “Altlarından ırmaklar akan ve erkeklerin tertemiz eşlerle ödüllendirildiği” bir sonsuz zevkler diyarıdır.

İslâm öncelikle bir tevhit yani birlik inancıdır. O inancın  temeli Allah’ın bir ve benzersiz  olduğuna inanmaktır.

Bu inanç, insanların karşılıksız vermek ve sevmek konularında  kafalarında bir hikmet aydınlığı yaratabilecek yegâne anlayıştır. Bir mümin için “inanmak” evreni sonsuz bir merhamet ve cömertlikle yaratan Tanrı’nın varlığını ve   lütfunu her zaman hatırlamaktır.

Dolayısıyla mümin için  iman, sonunda  elde edilecek bir kazanç, ödül vs gözetilmeksizin edinilmiş, anlaşılması zaten mutluluk verici ve kendi başına bir ödül olan büyük bir nimettir.

Mümin Allah’a onun  vaat ettiklerinden dolayı inanmaz.

Mümin Allah’a, varoluşun ve iyiliğin mutlak ve aşkın olduğu  sezgisinin vardığı nihai varlık olduğu için inanır. Böylece hayatının gelip geçici bir hiç olmadığını bilir.  Geçmişten gelen bir yüce anlamı içinde bugün barındırıp iyi bir ahlâkla bu mirası geleceğe taşıyan bir varlık olmasının Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu düşünür. Böylece mümin varoluşunun anlamı ile ahlâkını temellendirir. Ahlâklı olmanın doğrudan varoluşun kendisi olduğunu bilir.

Peki din öğretiminde iman ve ahlâk insanın Tanrıdan gelen varoluşuyla mı ilgilendirilir? Maalesef hayır.

Din denen kurum bize, imanın, nihayetinde, cinsel ve besinsel  zevklerle  ödüllendirilecek bir “taraftarlık” olduğunu söyler. O taraftarlık da bir tür slogan gibi kullanılan Kelime-i tevhit ile belli edilir.

Tevhit inancının özünde bireyin, başkalarına göstermeye mecbur olmadığı bir kabullenmeyle iman ettiği düşünülür.

Oysa  din kurumu, imanın, “edille-i şeriye” ile gösterilmesi gereken bir şey olduğunu bize  öğretmektedir.  Din, bize inancımızı belli etmemizi emrettiği içindir ki meselâ  “Kâfirlere benzememek”  adına  Arapça bir giyim tarzını, dinî bir etiket olarak kullanmak riyakârlığını benimsiyoruz. Dinin, inancı negatif yasaklarla veya pozitif emirlerle görünür kılması fark etmez. Her halükârda “dinin belli” edilmesi, “imanın onaylattırılması” anlamına gelir  ki bu, din kurumunun içimize soktuğu  bir fitnedir.

Hal böyle olunca din, birbirlerinin kokusunu ve dokusunu  tanıyan, benzer bir görünüm ile dinlerini belli eden insanların ortaklığı haline geliyor. Ve din artık bunu “imanın” yeter şartı sayıyor. Neden? Çünkü din, belli bir görünüm ile ayrışmayı, ayrışma ile düşmanlığı, düşmanlık ile savaşı ( cihat) ve savaş sonunda da kendi egemenliğinin kurulmasını (şeriat) hedefliyor.

Dinin müminden istediği, varoluşun kaynağından gelen esirgeyici ve cömert sevgiyi en büyük mükâfat olarak bilmesi değil.

Dinin müminden beklentisi yalnızca, kendisine emredilmiş şekillere uyması sonra bu şekilleri çatışma pahasına başkalarına kabul ettirmesi.

Bunu da yaptırabilmek için en ilkel  yönteme başvuruyor: Cezalandır veya ödüllendir.

Cezaları tanımlarken ahirette, insanın tekrar bedenlenerek bu beden üzerinden maddi bir acıya duçar olacağı söyleniyor.

Ödüller de gene bu  bedenin, bu dünya da akla bile getirilemeyecek cinsle zevklerle doyurulacağı vaadi ile duyuruluyor.

Dolayısıyla “iman”, dine göre, sayısız huri (veya gılman ki kadınların cinsel zevklerine dair hiçbir vaadin olmaması bene hep ilginç gelmiştir),  su gibi şarap ve geniş evlerle tasvir edilen cennete gitmek için dinin şekillerinin en ince ayrıntısına kadar uygulanması ve başkalarına da gerekirse zorla uygulatılması anlamına geliyor.

Yani bir şekil benzerliğini ne pahasına olursa olsun tesis etmek,  bu şekil benzerliği içinde herkesi aynı  fiillere zorlamak, bu zorlamanızı kabul etmeyenleri yok etmek için ne pahasına  ve nasıl olursa olsun savaşmak sonra da bütün bunları yapıp ölçüsüz zevkin makamına erişeceğine inanmak; bunu “eşi ve benzeri olmayan tek Tanrı’ya inanmanın gereği” olduğunu söylemek, “dindir”!

Din, kişide   ertelenmiş bir zevk beklentisi yaratarak ( ki bu aslında açıkça  hedonist bir faizciliktir.) bu dünyada bu bedel için her şeyin mübah olduğunu söyleyen güdüleyici bir kurumdur.

Din meselâ hiç kimseye  “Sayısız kitabın bulunduğu”, “ Sınırsız sinema salonlarının olduğu”, “ Her gün konserlerin verildiği” bir cennet vaat etmiyor.

Bugün dinin güdüleyici ödül tasavvuru, tamamen Arap kabileciliğinin ihtiyaçlar hiyerarşisine  cevap verir gibidir: Su, ev,  her türlü cinsellik…

Müminin Tanrı’dan beklentisi acaba onun varlığı  ile umudu ve hayatın her  türlü zorluğuna karşı ebedi bir teselliyi bulması mıdır?..

Yoksa belli şartlar karşılığında, Tanrı’nın “borcu” olarak edinilmiş  bir şehvet ve ziyafet  dünyası mıdır?

Şurası da unutulmamalıdır ki mümin, Tanrı’yı kendisine “borçlu kılmayı” düşünemez.
 
Müslüman ise ki bu etikete herkes sahip olabilir, (“Bedeviler, inandık dediler; de ki: İnanmadınız ve fakat Müslüman olduk deyin.” Hucurat 14)  Tanrı’dan, yaptıklarının karşılığını bekler yani Tanrı’yı kendisine borçlandırabileceğini sanır. ( Günde belli bir sayıda sağa ve sola bakarak cenneti edinmeyi beklemenin yanlışlığı Kur’an’da şüphesiz yazılı… Sorun, “dinin” artık Kur’anla bizi birey olarak baş başa bırakmamaktaki kalıcı ısrarıdır).

Bir inancı belli bir kalıp, katı bir kurum, zorlayıcı bir  manifesto ve “ilâhi  ticaret hukuku” haline getirenler bizleriz. Kendi beklentilerimizi  inancın sırtına yükleyip de böylece bir “din” icat etmekten vazgeçmedikçe ulaşılmaz beklentilerin peşinden mutsuz olmaya mahkûmuz demektir.





14 Ocak 2015 Çarşamba

Din, İnancın Neresinde?


Eğer dininiz inançsızları öldürmenizi,
kadınları dövmenizi,
tecavüz  kurbanlarını cezalandırmanızı,
kızlarınızı 12 yaşında evlilik için satmanızı teşvik ediyorsa...
Yukarıdaki Tanrı'ya değil aşağıdaki birine
dua ediyorsunuz demektir.
Efendim “Aslında  başka…” mantığı bizim dine karşı  yaşadığımız akıl tutulmasının en büyük sebebi.

Herkes “dinin aslından” bahsediyor ve bir içerik tartışması başlıyor. Bu tartışmada Arapça’yı en iyi bilenlerle  titri en büyük olanlar, Kur’an’ın  kıyısından köşesinden ayet, hadis yığınlarının en altından hadis vs  keşfederek “Hangimiz daha bilgili?” yarışına giriyor.

Ve öze dair bütün bu tartışmalar hiç kimsenin kafasında en ufak bir yankı bulmuyor, hiçbir şeyi de değiştirmiyor. Acaba neden?

Doğru ve haklı bir “özün” anlaşılmaması mümkün müdür? Oscar Wilde “Anlaşılan her şey doğrudur.” derken yanılıyor muydu?

Öz, mantık alanında “aksiyomla” temsil edilir. Aksiyom doğruluğu tartışılmayan ve kendisinden geçerli doğruların çıkarsandığı  cümlelere denir. Aksiyoma “önerme” denebilir mi? Denemez çünkü aksiyomlar “Doğruluğu veya yanlışlığı  sınanabilen” cümleler değildir. Onlar, düşüncenin mutlak ve sabit başlangıç noktalarıdır.

Söz gelimi, estetiğin “aksiyomlarından”  biri belki de en temeli “altın orandır”.

İnanç alanında aksiyomatik ifadeler, “vahiylerdir”. Mesele şudur ki inanç alanı, bizatihi akıl ve mantık sınanmasından muaf tutulmak imtiyazına sahip tek alandır.

İşte dinlerin günlük hayattaki rolleri veya yarattıkları sonuçları tartışma imkânı bu noktada elimizden alınmaktadır.

İnsan kendi içinde,  mutlak üstün ve aşkın bir yaratıcı güce inanma potansiyelini her zaman taşır. İlkel devirlerde bu potansiyel daha ilkel bir biçimde tabiat güçleri, olağanüstü insanlar gibi sembollere yönelmişken medeniyetin ilerleyen safhalarında inancın tek bir Tanrı ile ifade edilmesi, artık mantık ve felsefe tartışmalarının  içinde bile kabul görmüştür.

Bir Tanrı’nın varlığı insanoğlu’na ruhen yalnız huzur verebilir. Bu, bütün evreni, olağan üstü bilgeliğiyle yaratıp “iyilik-kötülük” diye ifade ettiğimiz çelişkiler içinde dahi bir hikmet ve mesaj olmasını ve böylece bununla evrenin  düzenini bununla da kendi bilgeliğini idrak etmemizi sağlayan bir güce inanmak demektir. Böylece insanoğlu her şeyin vardığı bir mutlak bilgelik ve iyilik makamı ki o makam bir iyilikten ibaret olmasaydı “varoluş” meydana gelmezdi,  bilgisiyle “nihai gerçeğin” varlığını ve böylece kendi gerçekliğini anlayabilecekti.

Yaratıcı gücün mutlak iyiliği varoluşumuzu sağlamışsa o halde varoluşa uygun her hareket de “iyi” olmalıdır. İşte ahlâkın en temel dayanağı bu “aksiyomatik”  iyilik ideasıdır.

Tek Tanrı inancı buraya kadarki bütün özellikleriyle gerçekten insanın varoluş kaygılarına cevap veren, ona mutluluğun, var oluşun kendisi olduğunu anlatan, ona ahlâklı olmanın mutlu olmanın  yolu  olduğunu  gösteren bir  rehberdir. En nihayetinde “inanç” dahi, ancak “anlaşılabilir” olduğu ölçüde “inanılır” olmuştur. Çünkü inanç ifade edilebilir olmadıkça  herhangi bir inanma eyleminin konusu olamayacaktır.

O halde “din” neden bize bu mutluluğu verememektedir? Bugün artık modern toplumlarda din bir mutluluk kaynağı olarak görülmüyor. Geri kalmış toplumlarda veya topluluklarda ise zaten dinin kişisel mutlulukla herhangi bir ilişkisi olduğuna inanılmamakta, o yalnızca siyasi bir manifesto veya “kanunî bir nas” gibi görülmektedir.

İfade edilmeyen soru şudur: “Bahsettiğimiz “inanç” ile dinin aynı şeyler olmamaları ihtimali var mıdır?”

Ve vermekten korktuğumuz cevap da  şudur: “ Din denen şeyin, bahsedilen inançla bir ilgisi yoktur!”

Bir Tanrısal varlığa inanmak için  cemaatleşmeye gerek yoktur. Oysa  dinler cemaatleşme olmazsa yaşayamazlar. Aksine bir şekilde  tebliğ edilmiş olan ve yapısı gereği bireysel olan  İslâm inancı bile Hz. Peygamber’in ölümünden sonra  cemaatli bir tür yeni Musevi ritüeli haline getirilmiştir.

Tanrı’nın varlığına ve birliğine inanmak, kişinin kendi aklına ve vicdanına bağlı bir tercihtir. Hiç kimse Tanrı’ya, birilerine benzemek veya yaranmak için inanmaz. Oysa bir dine “mensup olmak”, din denen  şekiller  ve cemaat  kurallarına biat etmek demektir.

Aynı  Tanrı’ıya inananların tesadüfî birliği ile  aynı kurallara ve şekillere uymak için bir araya gelen insanların birliği aynı  kelimeyle adlandırılamaz.
Tevhid inancının asgari müşterekleri bellidir. Özde, “Müslüman”, tevhit inancının asgari müştereklerini paylaşan insanların ortak adıdır. Oysa Müslümanlık,  aslında  ancak birer belirti olan “edille/delillerin” , “şart” olarak va’z edilmesiyle bir kabile ritüeli haline getirilmiştir.

Tevhit inancı,  “şart” haline getirilen deliller,  ayet kudretinde itaat edilen sayısız hadisler, sayısız  ruhban ve bunların yorumları ile  tıpkı Musevilik ve Hıristiyanlık gibi bir “din” haline getirilmiştir.

Herhangi bir öğretinin  “din” sayılabilmesi için, kitabının, peygamberinin, ibadethanesinin ve şeriatının olması gerektiğini biliyoruz. İslâm bir tevhit inancı olarak geldiğinde peygamberi ve kitabı dışında, hiçbir zorlayıcı kurumsallığa sahip olmadığını biliyoruz.

Ne zaman ki peygamber adına konuşarak hükmeden liderler, onun ilminin varisi olduklaırnı iddia eden peygamber yarısı ulema ortaya çıkmıştır o zaman tevhit inancı bir “din” haline gelmiştir. Böylece adına “İslâm” denen tevhit inancı Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bir “din” olmuştur.

Bu açıdan Müslümanlar’ın, Museviliğe ve Hıristiyanlığa izafe ettikleri “tahrifat” Müslümanlığın da başına gelmiştir.

Musevilik ve Hıristiyanlık kutsal kitapları bozulduğundan mı tahrif edilmiştir bilemeyiz ama basit birer  ahlâkî rehber olan bu tek Tanrılı inanış biçimlerinin ibadethane  ve şeriatla sınırlandırılarak kabileci bir mantığa hapsedilmesi yani “dinleştirilmesi”  en büyük tahrifat olmuştur.

Bu açıdan İslâmiyet’te  Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün “İsrailiyat” diye nitelediği bakış açısı ve süreç aslında  tevhit inancının Hıristiyanlık ve Musevilik gibi “dinleştirilmesinden” başka bir şey değildir.

Din kurumunun varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu,  ibadethane, ruhban, şeriat vs gibi şartlar, bireyin mutluluğuyla, güven duygusuyla, nihai gerçeğe olan inancından gelen umuduyla taban tabana zıttır.

Bu yüzdendir ki din adına işlenen suçlar “dine rağmen” işlenmemiştir aksine dinin tabiatından kaynaklanan eylemlerdir. İsrail’i “devlet terörüyle” suçlayanlar, İsrail’in tam da onların kafalarındaki gibi bir din devleti olup olmadığını düşünmelidirler. Keza dünyadaki bütün Müslüman ülkelere şiddet içeren bir devrimi ihraç eden İran’ın “ilâhi adalet” adına kurulmuş ir din devleti olup olmadığına bakılmalıdır. Veya ABD’nin  en şedit dönemlerinden birinde, başında “dindar” bir başkanın olduğu gözden geçirilmelidir.
Dinin, inanç içinde bir yeri yok gibi görünüyor. Din, inancın getirdiği  akıl yürütmenin, duygusal güven ve huzurun, gelecekten umudun yerine Allah vekili otoritelere, kayıtsız şartsız itaati  getiren,  yapay bir kurumdur.

Bireyin aklı ve vicdanından neşet ettiği söylenen bir kurumun, insanlığa karşı bir tehdide dönüşmesi ancak böyle açıklanabilir.










13 Ocak 2015 Salı

Din, İktidar Ve Demokrasi


Genel olarak söyleyecek olursak dindeki hatalar tehlikelidir;
felsefedeki hatalarsa yalnızca gülünç...

Bazı sosyal bilimciler İslâm ile demokrasinin bağdaşabileceğini ama bunun için İslâm’da bazı unsurların terk edilmesi gerektiğini söylüyorlar.

Buna benzer görüşlerin temelinde İslâm’ın “özünde” demokratik olabileceği kabulü yatıyor.

Temel sorun “İbrahimî” dinler  diye anılan Ortadoğu dinlerinin  yapısal sorunu: Şeriat

Bu  üç din, adına “din” denebilecek öğretilerin en kurumlaşmış olanları.

Sorun kurumlarla insanın bireysel varlığı arasındaki kaçınılmaz çatışma.

“Kurum” kavramının, insan tasarımı olan ve kendiliğinden gelişmiş iki şekli olduğunu biliyoruz.

Gelenekler, toplumsal yaşayış içinde deneme yanılmalarla başarıları sınanmış davranış kalıplarından köken alan kurumlar. “Başarı”  ölçüsü, toplumda genelleştiği takdirde  genel bir mutabakat ve takdir kazanabilmek, vicdanlarda yaygın bir adalet kanaati uyandırmaktır.

Kendiliğinden gelişen kurumların temel açmazı, toplumlar arası ilişkilerin artmasıyla meydana gelen kültürel değişmelere karşın geleneklerin aynı hızda uyum sağlayamamasıdır.  İzole toplumsal yapılarda  geleneklerin değişmeksizin asırlarca yaşatılabilmesi ancak böyle açıklanabilir.

Dinin “kendiliğinden gelişmiş bir kurum” olduğuna dair bütün söylemler bir “aklama” girişimidir.

Dinin belli bir akıl yürütmenin veya doğal ilerlemenin sonucunda edinilmiş bir çıkarım olduğunu söylemek onun “varoluşsal” ve dolayısıyla akıl ile değiştirilemeyecek bir öz olduğu kanaatini  yerleştirmeye çalışmaktır. Dinin bir tasarım olmadığını söylemek, onun metafizik meşruiyetini kabul etmek demektir.

Eğer bütün “amaç” insana, üstün bir yaratıcının  olağanüstü tasarımını, hayra ve adalete götüren olağanüstü bilgeliğini göstermek ve onu buna ikna etmekten ibaret olsa bu metafizik meşruiyeti kabul etmemek için hiçbir gerekçe olamazdı.

Oysa “din” bir kurum olarak bunun ötesine geçmiştir. Din, köken aldığı  ve ahlâk yaratıcı inançsal kökeninin ötesine taşınmıştır.

Hıristiyanlığın üç yüz yıl, İslâm’ın Hz. Peygamberin ölümünden sonrası başına gelen budur. Keza topu topu on emirden ibaret olan  bir din olan Museviliğin bugün yüzbinlerce sayfalık bir Talmud yığınına dönüşmesi de aynı dönüşümün bir başka örneğidir.

Dinin temel açmazı, kökenindeki “ahlâkî emir”  ile sonrasında yaratılan “otorite emri” arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır.

Dinin kökeninden gelen “metafizik meşruiyeti”  onun ahlâkî saflığından ve tarafsızlığından kaynaklanmaktadır. İbrahimî dinlerin evrensellik iddiaları buna dayanır. Oysa  bir aşamadan sonra bu dinlerin hiçbir evrenselliği kalmaz ve hepsi birer kabile kör inancı haline gelir.

Çünkü Tanrı’dan gelen, genel metafizik ile insanın emri olanlar asla uzlaşamaz. Dikkat edilirse hiçbir dinin kökeninde ruhban sınıfına  rastlanmaz. Peygamberler  yaşarken ruhbanlaşma olmamıştır. Peygamberler de birer  mutlak siyasi otorite  figürü olmamışlardır. Bir devlet kurmasına rağmen Hz. Peygamber asla “kadir-i mutlak” bir hükümdar yetkisi taşımamıştır.

Peygamberlerin ölümü ile peygamberlerin istisnai yetkilerini devralarak bir otorite tesis etme girişiminin adı ruhbanlıktır. İslâm’da ruhbanlık olmadığını söyleyip duranların Şii ayetullahları, sünni mezhep imamlarını, mevcut şeyhleri, cemaat imamlarını vs.açıklamaları imkânsızdır.

Burada “dinin”  metafizik bir genel inancın otorite yoluyla nasıl bir tasarımsal bir kurum haline getirildiğini görüyoruz. O, insan eliyle doğasındaki ahlâk oluşturucu inançtan koparılarak bir iktidar kurumu haline getirilmiştir.

Daha açık söylemek gerekirse “din”, kökeninde  ahlâkî bir inanç olduğunu iddia eden ama amacı hükmetmek  olan  âmir bir iktidar kurumudur.

Bu açıdan “din”  her ne kadar tanım olarak “Dünya ve ahiret saadetini sağlayıcı bir kurallar bütünü” olarak sunulsa da doğası itibariyle  insana yol gösteren metafizik ahlâkî rehberle ilgisizdir.

Bu temel çelişki her ne kadar İslâm fıkhında “Amel imandan bir cüz değildir” diyerek giderilmiş gibi görünse de  insan yorumlarının her birine  nas kudreti izafe edilmesi yüzünden dinin iktidar  kaynağı haline getirilmesinin önüne geçilememiştir.

Tekrar belirtmek gerekirse  “din” zaten ancak ve yalnız bir iktidar ile var olabilmektedir.  Bireyin tercihine bırakılmış tevhid inancının Hz. Peygamber’in sağlığında, “din” olarak “tamamlandığının” vahyedilmesine rağmen  asırlardır  onun adına sayısız hurafelerin üretilmesinin sebebi de budur. Böylece Tanrı’dan gelen tutarlı ahlâkî yol gösterici, bütünlüğü bozularak her gün  tabiatına aykırı şekilde genişletilen Arapça egemen bir talimatlar  yığını haline getirilmiştir.

Tanrısal varlığın insan tutkularına sahip olduğunu söylemek saçmalıktır.
Ve en aşağılık insan tutkularından biri, dindirilemeyen bir alkışlanma  arzusudur.
Bu yüzden “Gerçek İslâm nerede?” diye  sorulduğunda ortada bir tevhid inancının falan olmadığı sadece  o inancın kutsallığına dayanan bir kurumun yani dinin var olduğunu hiç kimse itiraf edememekte.

Din bir kurumdur ve amacı genel bir ahlâk va’z etmek değildir, sadece iktidar oluşturmaktır. Bu büyük bir iddia gibi gelebilir ama dünya üzerindeki dinlerin gelişimleri yalnızca muamelatta farklılıklar oluşturmak, bu farklılıklara ait yapay mensubiyetler yaratmak ve sonra da bunlar üzerinden “doğal düşmanlıklar”  meydana getirmek olmuşsa hiç kimse din kavramıyla demokrasi gibi hukuk ve ahlâk gerektiren bir yönetim biçiminin bağdaşabileceğini iddia edemez.

Batı demokrasileri  din ve devlet arasındaki iktidar rekabetini lâiklikle aşmışlardır. Böylece dinlerin toplumdaki ayrıştırıcı iktidar odakları oluşturma etkisini ortadan kaldırmışlar ve işin siyasal bölünmeye varmasını engellemişlerdir.

Dinin bir kurum olarak otoriter ve âmir karakteri onu çağdaş demokrasilerin kurumlarıyla uzlaşmaz kılmaktadır. Din denen kurumun kökeni her ne kadar bir inanç ortaklığıysa da  bu kurum ancak ve yalnız kökeniyle ilgisi olmayan bir  dünyevi iktidar etme biçimi ile var olabilmektedir.

Bundan dolayıdır ki “İslâm’ı savunan bir parti” baştan çelişkidir. Dine siyasette bir yer vermek demek dinin iktidar iddialarını insanların temel hakları karşısında meşru saymak demektir ki bu ancak vahşet doğurabilir. Türkiye şu anda hâlâ lâikliğin kırıntılarını tüketmekle meşgul olduğu için  dinin egemenliğinde, içine düşeceği vahşeti görmezden gelebilmektedir.

Din denen kurum, Tanrı’dan gelen saf ahlâkî ilkelerle  insanların sınırsız iktidar arzularının bir arada yaşayabileceği iddiasının bir sonucudur.

Bu yüzdendir ki “inanç” insanların ruhlarına bir nebze huzur verirken içinde sayısız yorum ve hurafe bulunduran dinin, insanların mutluluğuyla hiçbir ilgisi kurulamamaktadır.

Lâiklik demokrasinin dinle bozulmasına karşı tek güvencedir. Çünkü Tanrı kelâmı üzerinden insanlara hükmetmeye çalışanların yarattığı bir kurum asla insanların hayat, mülkiyet ve hürriyet haklarıyla uzlaşamaz.





12 Ocak 2015 Pazartesi

Kutalmış Bir Gençlik İÇin


Sevgili  Gençler,
Bir yerlere gelmek arzu ve hevesinizi anlıyorum.

Pek güçlü egolarınızın  olduğunu da biliyorum.

Ağabeylerinizin, sizin yaşlarınızdaki durumlarından çok daha donanımlı olduğunuzdan da fevkalade eminim.

Amma...

Entellektüellik iki şeyle oluşur.
1- Tecrübe
2- Bireysel denetim.

Bu ikisi de felsefe yapabilme yeteneğiyle beraber gelişir.

Etrafınızda "kutsadığınız" büyükler olabilir. Amma siz "kendiniz gibi" olmadıkça o büyüklerinizin değerini idrak edebilmeniz mümkün olmayacaktır!

Entellektüel, bu yüzden "cemaatleşmez!" Beraberlikleriniz  özgür bireylerin gönüllü katılımından ziyade taktiklerin güttüğü bir  savaş ittifakı gibiyse o beraberliğinizden ne zevk, ne ahlâk ne de verim  ortaya çıkar.

Bu yüzden... Sizi parti, siyaset, dernek vs kitle araçlarında mevki vaatleriyle ayartmaya çalışanlara yüz vermeyiniz!

Size, ancak çokluk olunduğunda güçlü olunacağını söyleyenlere kim olursa olsun, itibar etmeyiniz!

Ne olursanız olun, önce içinizin dolu ve donanımlı olduğundan emin olun!

Kendi içinizdeki doluluktan tatmin olamıyorsanız, başkalarının övgülerine asla kulak asmayınız!

Fikir değiştirmekten korkmayınız! Ama önce namuslu fikirler kazanınız! Mülkiyet bölünmez bir bütünlüktür, unutmayınız! Para  çalmasanız da  fikir çaldıysanız; ne o fikri anlayabilir ne savunabilirsiniz!


Bugün MHPnin veya herhangi bir partinin, derneğin veya herhangi bir cemaatin hiç biri toptan bir ATSIZ ATA etmiyorsa sebebi budur!

Entellektüel değil de naylon akademisyen, karton bürokrat, plastik köşe yazarı, kalp feylesof   olacaksanız ve  hevesinizin bütün ufku ancak bunlardan ibaretse lütfen gerçek insanlarla uğraşmayın.

Neyi  niçin yapmış olabileceğinizi sonradan bile düşünmek gereği duymuyorsanız...

Arkadaşlarınızdan edindiğiniz sırları tutmakta zorlanıyorsanız...

Kendinizi ancak başkalarıyla mukayese ederek anlayabiliyorsanız...

Hayatta genel şeyler düşünmekte zorlanıyor ve bütün çabalarınızı ancak hale ve yakın vadeye göre planlayabiliyorsanız...

İdeaların boş, menfaatlerin gerçek olduğunu düşünüyorsanız...

Sizden muhteşem politikacılar, köşe yazarları ve akademisyenler çıkacağından eminim.

Ama gerçekten  bunları düşünerek yaşıyorsanız adam olup olamayacağınız konusunda şüphe duyarım...

Bugün tapındığınız, hatta size makam , mevki, ikbal, her türlü menfaat vaat eden büyükleriniz,  ancak bir arada güçlüdür ve yarın silinip gidecekler.

Evine kömür alamadığı için salonunda paltosuyla oturmuş, Türk edebiyatına ölmez eserler kazandıran büyük tarihçi ATSIZ ATAMIZ sizin büyüklerinizin  hâlâ fersah fersah önündeyse; ailenizden aldığınız saygı ve sevgi ölçülerinizde ciddi hatalar var demektir!

İnsan ailesinden eksik bir terbiye alabilir. Ama bilmek insanın mesuliyetidir ve bildikten sonra düzelmeye çalışmak daha büyük bir mesuliyettir!

Bu mesuliyeti hissetmiyorsanız hiçbir makam, mevki ve unvan size gerçek bir kişilik veremeyecektir. Çünkü kişiliğiniz ancak bilmek mesuliyetini an be an yaşarken ancak teşekkül edebilir ve bunun başka hiç bir yolu da yoktur.

İçinizden ve büyüklerinizin pek çoğunun arasından pek az "adam" çıkmasının en büyük sebebi de budur!

Egonuz büyük, aklınız ve vicdanınız daha büyük olsun!

Bilginiz çok,  merakınız ve uyanıklılığınız daha çok olsun!

Cesaretiniz kocaman, merhametiniz ve ilginiz daha kocaman olsun!

Fikirleriniz  sağlam,  araştırmacılığınız ve çoklu ilgileriniz daha sağlam olsun.

Ve sonra  kendinize şunu sorun: Tapınmak mı istiyorum, düşünmek mi?

Ve sonra başka bir soru sorun: "Senin aptal olman beni daha akıllı yapar mı?"

En son şunu sorun: "Niyetim karşımdakini ikna etmek midir yoksa kendi kendimi tatmin etmek midir?"

Gerisi size kalmış...


Ne mutlu Türküm diyene!

11 Ocak 2015 Pazar

Gerçek İslâm’ı Ararken Akla Gelen Soru: İslâm Gerçek Mi?


"İslâm dünyaya hükmedecek"
Bir“idea”yı savunduğunuzda ideanın hayatta değişik görünümleri, belirtileri veya sonuçları olduğunu bilmeniz gerekir.

Hukuk ideali böyle bir şeydir. Şöyle ki hukuk belki tümüyle ve mükemmel biçimde bilinmemektedir. Ama eldeki verilerden yaptığımız çıkarımlarla “gerçek hukuka” ne kadar  yaklaşabildiğimizi sürekli deneyebiliriz.

Din de bu açıdan bir ideadır. En azından İslâm’ı diğerlerine göre daha “devrimci” yapan şey budur.

Yahudiler, sürekli tefsir  yapan ama asla “içtihat” yapmayan  ama dini olduğu yerde tutmaya çalışan insanlarken Hıristiyanlar içtihatları birer kurumsal ayrışma haline getiren insanlardır.

Bu açıdan İslâm “Her hükmün kendi yeri ve zamanına göre verilmesi gerektiğini” söyleyerek  kendisini tabulaştırmamış ve keşfedilmesi gereken  bir “idea” halinde sunan tek dindir.

Oysa Müslümanların bugünkü yaşayışları, tam da Musevi tefsirciliğinin donuk şeriatçı taassubuyla Hıristiyan ilâhiyatının bölük pörçük  gergin mezhepçiliğinin en ilkel bir alaşımı halinde.

Bundan dolayıdır ki insanların “ O halde gerçek İslâm nerede?” diye sormalarına şaşmamak gerekiyor. Çünkü artık Müslümanlara göre “gerçek İslâm” , keşfedilmesi  gereken ve bu yüzden her gün cehtle üzerinde çalışılması gereken bir “idea” değildir. Müslümanlara göre  İslâm,  göklerden ideolojik ve siyasi bir paket halinde indirilmiş bir  “aç ve kullan” araç takımından başka bir şey değildir. Kullanım kılavuzu ve parçaları değişmez şekilde yollandığından dolayı bu eşsiz ve kullanıma hazır paketi değiştirmek gibi bir şansımız da yoktur.

İdealar kendilerini insan eylemlerinin sonuçlarında belli ediyorsa; eğer kafamızdaki İslâm ideası hiç de savunduğumuz barış dini değil, demektir. Çünkü “İslâm âlemi” denen hayali coğrafya’da Müslümanların dinle ilgileri hiç de devrimci bir dinin ceht içindeki akıllarının anladığı gibi anlaşılmıyor. Dolayısıyla “Başka bir İslâm’ın var olamayacağına” dair  kanaatler gittikçe kuvvetleniyor.

Bu da İslâm’ın,  ancak lâik bir düzende, gerçekten ahlâkî bir yol gösterici olduğunu gösteren tek ülke olan Türkiye’de  yeni yeni anlaşılmaya başlanıyor ama  çok geç…

İslâm artık bir öç alıcı, kahredici, cezalandırıcı bir Yahudi  Tanrı telâkkisini kabul eden ikinci el İbrani inancı olarak aramızda yaşatılıyor.

Bu ilkellik aklı küçümsediği için inanılması daha kolay bir hurafe haline geliyor. Aklın kendisini bir fitne sebebi sayan din profesyonellerinin yorumlarından ibaret olan ilmihal Müslümanlığının olayları sebepleri ve sonuçlarıyla incelemek yerine şartlanma haline getirdikleri inançlarıyla hayvansal tepkiler vermesi, artık Müslüman toplumların ve toplulukların yegâne varoluş biçimi  haline geliyor.

"Ama ABD de Afganistan'da..." diye başlayan şeyler birer savunma olamaz. Bu sadece İslami terörün meşru bir şey olduğunu söylemeye varır. Dinin, insanların vicdanlarının dışında bir devlet aracı haline getirildiği her yerde din bir zulüm ve fitne haline gelir.

Dolayısıyla “gerçek” diye ortaya çıkan İslâm, o kadar somut, o kadar yakıcı, o kadar kahredici ki bunun “ilâhi bir gerçek” olduğunu savunmak artık akıl dışı görünüyor. Çünkü ideaların gerçekliği, en başta söylediğimiz gibi hayat içindeki belirtileri, göstergeleri veya sonuçlarıyla anlaşılır. Dolayısıyla bir yanda “aslında” barışı ve kardeşliği savunduğu söylenen bir ideadan bahsederken diğer yandan ondan sadır olan  bütün sonuçların yok edici ve ilkel olması savunulabilir bir akıl yürütme değildir.

"Bizimkisi barışçıl bir dindir ve aksini söyleyen herkesi öldüreceğiz!"
"Özür dile veya öl!"
"Papa'ya ölüm!"
Bu batıcı bir peşin hüküm gibi gelebilir ama Ortaçağ İslâm âlimleri İslâm’dan dolayı ilerlememişlerdir. Onlar tam da İslâm din profesyonellerinin taasuplarına rağmen bazı ilerlemeler kaydetmişlerdir. İbn-i Sina’yı tıbbın babası kılan döneminin fakihleri değildir. Farabi de ününü dinden kaynaklanan veya din ile desteklenen  hurafelerden değil Matematik ve felsefeden almıştır. 

Bugün “İslâm âlimleri” dendiğinde bu insanların değil de işleri güçleri, her gün Müslümanların hayatlarını din ile kısıtlamanın yollarını  aramak olan din profesyonellerinin  anlaşılması, bize bu büyük bilginlerin hasbelkader Müslüman olmaları dışında, İslâm’dan kaynaklanan bir yetkinlik edinmediklerini göstermiyor mu?


Bugün İslâm'ı Amerikalılar yanlış anlamıyor, en başta Müslümanlar yanlış anlıyor. Bugünkü din anlayışımızla İslâm’ın barış veya huzur getirmesi mümkün değildir. Kaldı ki bugün onun va’z ettiği evrensel değerler zaten artık bilinmektedir. Yani İslâm bugün el kesmek, mirasta pay oranı ve kadının aşağılaması dışında belirleyici bir rengi olmayan adeta Talmudî bir Ortadoğu kör inancı haline gelmiştir. Bunu söylemeye cesaretimiz olmadığı için teröristleri aklamaya çalışarak İslâm'ı savunuyoruz.