23 Aralık 2014 Salı

Artık Köyden İnelim Şehre


Köylülük görebildiğim kadarıyla “milliyetçi camianın”  yumuşak karnı. Köylülük hakkında en ufak bir eleştiri derhal gayet “Müslümanca” bir “nakil işgüzarlığıyla” susturulmağa çalışılıyor.

Bu da bize köylülüğün, özellikle günümüzde hakkıyla incelenmediği dahası ancak eski kayıtların romantizmiyle algılandığını gösteriyor.

İşin aslı bugün esas problemimiz “kenar mahalleleşme” veya  “gecekondululuk”tur.O halde neden köylülük üzerinde bu kadar duruyoruz?

Son sözü en başta söylemek pahasına söylememiz gerekiyor ki: Köylülük  kenar mahalleleşmenin kaynağıdır. Günümüz şehir hayatının, dünyayı algılama biçimimizin, bilgiye bakışımızın, uluslaşmamızın önündeki  en büyük engelin kaynağıdır. Çünkü kenar mahallenin kapalı toplum yapısı  köyden köken alır.

Özellikle kendisini “milliyetçi” olarak görenlerde yaygın olarak  ortaya çıkan köy romantizmi, bize köylülüğün toplumsal, siyasal ve dinsel yönlerden ayrıntılı biçimde incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Peki ama neden? Çünkü , uluslaşmamızın açıkça tehdit edildiği bir dönemde,  “milliyetçilerin”,  yaygın cehalet ve taassuplarının kökenini  umursamamak üstelik de bu kökenle övünmek gibi bir  tutumları var da ondan.

Köylülük tartışmalarına milliyetçilerin köy sosyolojisiyle ilgili tarihi metinlerini aktararak cevap vermek ne anlama gelir? Önce buna bakmamız lâzım?

Bir konuyu tarihi metinlerle cevaplamaya kalkmak anakronizmin ta kendisidir. Çünkü köylülükle ilgili yazıların yayınlandıkları tarihlerde toplumumuzun zaten kahir ekseriyeti köylerde ikamet etmektedir. Dolayısıyla  üzerine demokrasinin, egemenliğin, hukukun inşa edileceği toplumsal malzeme köyde bulunmaktadır.

Buna karşılık ülkenin cahil ekseriyeti de köyde barınmaktadır. Dolayısıyla “toplumun geneline” hitap edecek bir şeyler söylendiğinde bu çoğunluğun da idrak edebileceği şeyler söylenmelidir. Dolayısıyla da eski Türkçülerin köye romantik bakışları hem onu kültürün kaynağı olarak görmelerinden hem de köylüyü “millet yolunda bir iyiliğe” sevk edebilmek gayretindendir! Bu da ancak köylü egosunun, “şehirli bir üstünlük” duygusuyla uluslaşmaya katılmasıyla mümkün olabilirdi!

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bütün köycü yönelimin esası veya amacı, köyleri birer “küçük şehir” birer küçük medeniyet merkezi haline getirmektir!

Türkiye köy toplumu üzerine  güzellemeler yazan arkadaşlarımıza meselâ Sovyet dönemi  köylerini gezmelerini hararetle tavsiye ederdim. Tataristan’da bir köyde, kitabevinin, gençlik  merkezinin bulunduğunu görselerdi sanırım, ezberden veya “kopyala yapıştır usulü” bir akademik dehayla  naklettikleri Akçura’nın hayalinde, nasıl bir köy olduğunu daha iyi anlayabilirlerdi.

Köy  bir “kapalı toplumsal” yapıdır.

Kapalı toplumsal yapı, kabaca cemaat/topluluk ile kendisini belli eder.  Görünüşte, inanışta, yaşayışta birebir aynılaşmak “amacını” güden, adeta tek bir akılla düşünerek kendini “güvenceye” aldığını düşünen insanların beraberliğidir.

Peki bu yapı tesadüfen mi oluşmuştur? Elbette hayır.

İşbölümünün azlığı ( ki eskiden ilkokullarda öğrendiğimiz köy tanımı içinde, nüfusla beraber anılan ikinci faktör buydu) , nüfus azlığı, ulaşım güçlükleri, enerji kaynağına uzaklık( bu artık o kadar büyük bir zorluk değil) gibi faktörler köy toplumunu zaten doğal olarak “yalıtılmış” bir hale sokmaktadır. Buna mukabil dikkat edilirse “teknolojik gerilik” bir faktör olarak sayılmamıştır. Çünkü köylü artık kendisinde olmasa bile kiralık bir teknoloji ile işini görebilmektedir. Bunun yanı sıra LCD televizyonlar, uydu çanakları, Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine dahi girmiştir.

İşbölümünün azlığı köyde yapılacak fazla bir  iş olmadığına işaret eder. Tarım  veya hayvancılık dışında, haddecilik, soğuk demircilik, marangozluk,  radyo televizyon tamirciliği, ayakkabıcılık gibi en temel zanaatler dahi köyde icra edilemez. Çünkü bunları ayakta tutacak hammaddeler  ve sermaye malları ne köyde üretilebilir ne de kolay kolay köye getirilebilir.

Bu durum köyü kendi içinde kapalı bir hale getirir.

Kapalı bir toplumda topluluk üyelerinin uyması gereken kurallar şehirden son derece farklıdır.

Bu kurallar, köy yaşantısının gerektirdiği ölçüde “somut” ve toplumsal  tekdüzeliği yüzünden de sayıca azdır. Bu kuralların denetimi de geleneklerin en tutucu şekilde yaşanması ve benzeşmeyi sürdürmekle gerçekleştirilir.

Dolayısıyla köy toplumunun aklında, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların bir arada yaşayabilmelerini sağlayabilecek bir kurallar dizgesi kavramı yoktur! Bu, doğrudan doğruya köyle ilgili yapısal bir durumdur.

Bu aslında,  “toplulukla”  “toplum”  arasındaki farkın ta kendisidir.

Bu aslında  kabileleşmeyle uluslaşma arasındaki farkın ta kendisidir!

Gökalp’in Türk köylüsünün irfanını aktarırken kullandığı “dili dilime dini dinime”  ölçüsü bu açıdan kapalı bir toplum üyesinin “ulus”/”millet” gibi bir yapıdan ne anladığının göstergesidir. Bugün biliyoruz ki bir ulus içinde farklı dinlerden üyeler bulunabileceği gibi büyük bir dil ailesinin birbirini anlamakta zorluk çeken üyeleri dahi  bir milletin/ulusun mensubu olabilirler.

Ulus/millet yukarıda özelliklerini saydığımız, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların belli bir hukuk birliği, emniyet ve adalet tekeli çatısı altında  rızaya dayalı olarak meydana getirdikleri birliğin adıdır.

Demek ki millet ve milliyet kavramlarının  fikri kaynağı köy değildir ve olamaz da. Dolayısıyla milliyetçiliğe köyden bir sebep veya meşruiyet devşirmeye çalışmak en başta sosyolojik olarak yanlıştır.

Ulus/millet gibi devlet veya hukuk birliği yaratabilen “toplumlaşmaya” yönelik bir toplumsal yapı, köylülük bilinciyle  “oluşturulamaz”!

Hal böyle olunca milleti, ancak din ve dil  ile ölçen bir bilincin “milliyetçiliği” ile  milleti, toplumlaşmış bir yapının siyasi, hukuki ve kültürel  belirmesi olarak ele alan  bilincin milliyetçiliği, şüphesiz farklı olacaktır.

Bugünkü sıkıntımız, Gökalp’in mensubiyet bilincinin varlığına sosyolojik bir delil olarak gösterdiği bir tanımı, milliyetçiliğin yegâne vazgeçilmez tanımı sanmaktır.

Bundan dolayı da “ne yapılması gerektiğini” köylüye sormayı  bir tür köylü sevgisi sanmak, özüne dönmek saymak,  milliyetçiliğin siyasi kampını günden güne ilkelleştirmektedir.

Köylülüğü Türkçü’lerin yazıları ile savunmaya çalışmanın hatalı yönü, bu yazıları içeriğine dikkat etmeden aktarmaktır. Bundan sonraki hata da “köye yönelmeyi”,  “köylüleşmeye çalışmak” olarak anlamaktır.

Oysa köye yönelmek köyün imkânsızlıkları içinde dahi işbölümünü gerçekleştirebilmek, bireyselleşmeyi kurabilmek ve kapalı toplumsal yapının gelişmeyi engelleyici katı yapısını aşabilmek amacını taşımaktaydı. Köy enstitüleri, köy kökenli insanlardan  şehir idrakine sahip insanlar yetiştirme projesidir; yoksa  şehir yaşantısını köylülüğe teslim edip de bütün şehirleri , tezek kokulu metropoller yapmak değil…

Bugün köylere giden siyasetçilerimiz köylüye dinin hakikatlerinden bahsetmek yerine köylünün ilkel din algısını, “ilmihal Müslümanlığını”  teşvik ederek  oy toplamağa çalışıyorsa  bu durumda köylülüğün geriliğini dürüstçe ve korkmadan ortaya koymak bir toplumsal sağlık meselesidir.

Elbette köylülerimiz Türk modernleşmesini eteğinden tutarak geriletmemiştir. Ama köye yönelik aşırı fırsatçı ve dalkavukça politik ilgi Türk siyasetini inanılmaz geri bırakmıştır. Türk milliyetçileri de maalesef bu “halk dalkavukluğunu” köylü sevgisi diye aklîleştirerek Türkçülüğün  sulandırılmasına ve en nihayetinde ümmetçi bir melez milliyetçiliğe dönmesine sebep olmuşlardır.

Çözüm köylüleşmek değildir. Çözüm köyü yükseltmektir. Bu da köye uyarak olmaz, köyü eldeki imkânlarla şehirlilikle  entegre etmekle olur. Yani?

 Köylere daha fazla “mele”/molla değil öğretmen yollayarak…

 Öğretmenlere laik ve ulusal bir devlet bilinci aşılayarak…

Köylerin ulaşım imkânlarını artırarak…
Pozitif bir teşvik verilmese dahi  tarımsal ve hayvansal üretim maliyetlerini düşürecek tedbirler alarak…

Milliyetçiliğin içindeki köylülük, içinde   bir ulusun büyüklüğünü ve gelişmişliğini barındıran bir saflık değildir. Bu anlaşılmadıkça “milliyetçilik”  Orta Anadolu taşra dindarlığının üç hilâl  takıntısından başka bir şey olamayacaktır.











20 Aralık 2014 Cumartesi

Köyünün Yağmurlarında Yıkanan Erkek Türk Milliyetçisi


Türk milliyetçileri her aykırı görünen fikir beyanında, birbirine ağız dolusu hakaret etmeye meyilli. Mensuplarının çoğu maalesef yaşının gerektirdiği olgunluktan yoksun bir camia.

Bunun sebeplerinden biri sanırım siyasallaşmanın getirdiği yaygınlaşma tutkusuyla ortaya çıkan  köylüleşme.

Bu  köylüleşme ile birlikte milliyetçilik, erkeklerin icra ettiği bir köy odası etkinliği haline gelmiş.

Böylece köylülüğün getirdiği iki problem, milliyetçi camiayı inanılmaz derecede geri bırakmış.

Bu problemlerden biri “erkeklik” rolünde köylülüğün etkinleşmesi…

Diğeri de bütün fikri faaliyetlerde köylü  “siyasetçiliğinin”  egemen olması.

Problemlerin ilki bizi, gerekli medeni ilişkileri kurmakta zorlanan, ancak benzerleri arasında rahat edebilen bir erkek tipine yöneltmiştir.

Köylü erkek tipimiz, “kadına egemen”,  ailenin tek reisi, her şeyi bilen, herkesi güden, zor kullanmaya eğilimli, savaşkan, tahammülü az bir  erkek idealine göre  oluşturulmuş. Aslında bu tip, psikolojik anlamda incelendiğinde, hayata uyumunda problem taşıyan, yetişkinliğe girememiş, en fazlası ergen bir erkek karakteri ortaya çıkar.

Bu tip erkek sürekli pohpohlanmak ister. Kendisine itaat edilmesini ister. Hayatı tamamen kendi bildiğince düzenlemek ister. Tipik bir milliyetçi erkek, adını koymak istemse de “El ne der?” korkusunda ifadesini bulan şeriatçı, köylü ilmihal dindarlığı ile hareket eder.

Bundan dolayı milliyetçilerin kahir ekseriyeti toplantılara, sosyal ortamlara karılarını götürmez. Hayatındaki önemli ve hatta önemsiz hemen hiçbir kararda karısının fikrini almak gereği duymaz. Çünkü köyünden getirdiği ilmihal Müslümanlığına göre  kadın “aklen ve dinen eksiktir.”

Bu yüzden milliyetçi camiada kadınlar, en fazla kadın kollarında veya “ hanımlar icra heyeti” gibi hilkat garibesi yerlerde kendilerini oyalamalıdır.

Milliyetçiliğin köylü erkek tipi, siyaseti de felsefî bir alt yapıyla anlamak yerine bir oy avcılığı olarak görür. Ama meselâ iktidar olduğunda neyi nasıl düzeltmesi gerektiğine dair hiçbir fikri yoktur. Çünkü milliyetçi erkeğin kendi köyü dışında bir dünyası veya ufku yoktur! Bu yüzendir ki ancak iki bin yılda bir gelebilecek bir iktidar fırsatını yakalayabilmiş MHP’nin, Türk siyasetindeki  genel kadrolaşma işiyle iyilik dağıtmak dışında hiçbir faaliyeti maalesef olmamıştır.

Dolayısıyla erkeklerle yürütülen köy kökenli milliyetçi siyasetin içinde, sinemanın, tiyatronun, edebiyatın, resmin vs bütün yeri, bu siyasete  verdiği fayda kadardır. Onun içindir ki bu gün bir türlü milliyetçi siyasetten bağımsız bir sanat etkinliği düzenlemek işi milliyetçilerin aklına bile gelmemekte. Onun içindir ki meselâ Emine Işınsu dışında tek bir kadın yazarı yoktur milliyetçi camianın.  Sevinç Çokum bugün hâlâ bir şeyler yazmakta mıdır o da meçhuldür.

İşin kötü tarafı, bu köylü erkeği egemenliği, milliyetçiler arasında kadınlarca da benimsenmiştir. Bunun da sebebi, neredeyse genlerimize işlemiş olan ilmihal Müslümanlığıdır. Dini ilmihal dışında anlamaktan ürken köylü kafası, şehre geldiğinde yalnızca daha şiddetli bir değişimin şokuyla daha hızlı bozulmuştur. Yoksa köylülüğün kapalı toplum zihniyeti hâlâ yerli yerinde durmaktadır:  “Şeriata/ ilmihale bağlı Müslüman erkeğin güttüğü toplum!”

Bu durum, milliyetçileri,  toplumun geri kalanından ciddi biçimde yalıtmaktadır. Milliyetçiler, büyük ölçüde, kendilerinden çekinilen, kaba saba, görgüsüz, tahammülsüz, düşüncesiz, duyarsız, ilkel insanlar olarak kabul edilmektedir.

Çünkü köylü erkeğinin Durkheim okumuş Gökalp’i, Rus İhtilali’ini yaşamış  Akçura’yı, Togan’ı, Ağaoğlu’nu, “Dilde, işte, fikirde birlik!” diyen Gaspıralı’yı  anlaması mümkün değildir.  Bütün bunların ötesinde, anasının ak sütü gibi helal telif ücretine, misafirlerini yanında bakmaktan ar eden Atsız’ın şehirli nezaketini kavramasını beklemek aptallıktır.

Kaldı ki o, zaten bu isimleri tanımaya dahi ihtiyaç duymamaktadır. Peki bu isimlerin özelliği nedir? Bu isimler biz  bir köylü toplumu olarak kendi dar dünyamızda debelenirken dünyanın gidişatını bizzat yaşamış, şehirli fikir adamlarıdır!

Bugün Türk milliyetçileri bu ilkel  bilinç ve ergen psikolojisiyle en başta birbirlerine düşmanlık geliştirmekteler.  Gün geçmiyor ki birinin geçmişteki bir hatası yüzüne vurularak itibarsızlaştırılmasın. Bu itibarsızlaştırma, karalama ve dışlama psikolojisi milliyetçi camianın başat güdüsü!

Çünkü ancak kokusunu ve dokusunu tanıdığını, sürüsünden belleyen köylü kafasında, soyut düşüncenin müştereklerinde birleşmek, kişisel zaafların ötesinde bir  fikir inşaa edebilmek kabiliyeti gibi şeylere yer yok!


Bana öyle geliyor ki Türk milliyetçileri, önce yaşlarının gerektiği olgunluğa ve tahsillerinin gerektirdiği entelektüel nezakete kavuşmadıkça Türk Milleti’nin sorunlarına çözüm getirmek bir yana kendi toplumlarında ayrık otu muamelesi görmekten kurtulamayacaklar.

19 Aralık 2014 Cuma

Türban Bugün Giyim Ya Yarın?




Türban Üzerinden Şer’i Giyim Tarzına Bir Reddiye

“Türban” ya da “baş örtüsü” adına ne derseniz deyin bir giyim tarzı,  günümüzde  Türk toplumunu ciddi anlamda ayrıştıran  bir simge olarak karşımızda.

Türbanın en büyük gerekçesi “inandığı gibi yaşamak” olarak gösteriliyor. Peki türbanlı kadınlar neye inanıyor? Anlayabildiğimiz kadarıyla “Başörtüsünün, Allah’ın emri” olduğuna. Buna nasıl inanıyorlar? Sadece Nur Suresi 31. Ayetteki “başörtülerinizi” diye çevrilen kelimeden dolayı…

Bu inancın mantığı da tartışılmalı. Sorun şu: Bir inanç nasıl oluyor da toplumu bu derecede ikiye bölebiliyor?

Eğer  dinî inancı açısından karışık bir toplumda yaşasaydık belki kendilerine “Müslüman” diyenler  toplumun geri kalanından ayrılabilmek için bu tip bir gerekçeye sığınabilirlerdi.

Oysa bu ayrışma tam da kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda meydana geliyor. Ve işin kötüsü türban, kendilerine “Müslüman” derken toplumun geri kalanını zımnen kâfir olarak görenlerin simgesi haline geliyor.

Türbanın Allah’ın emri olduğuna, türban takanlar gerçekten ilgili sureyi ve ayeti okuyarak mı inanıyorlar yoksa herkesin inandığı gibi inanmayı kolay buldukları için mi buna inanıyorlar? Bu her bir vicdan sahibi türbanlı kadının kendi vicdanına sorması gereken bir soru.

Yalnız cevap ne olursa olsun, türban sözde inancının toplumda meydana getirdiği çatlağın, gerilim ve soğukluğun, türbanlı kadınları ,böyle bir inancın doğruluğuyla veya haklılığıyla ilgili olarak, düşünmeye yöneltmesini de gene vicdanen bekliyorum.

Gelelim durmadan tekrarlanan “ dinin günlük hayatta görünür kılınması” savunmasına.

Dinin günlük hayatta görünür kılınmasına dair bildiğimiz hiçbir “emir” yok.

“Edille-i şeriye” denen “dinin/şeriatın DELİLLERİ/KANITLARI”  ancak ve yalnız herhangi bir kişinin Müslüman kimliğinin anlaşılması için kabul edilen asgari deliller veya işaretlerden ibarettir. Bunlar, Müslümanların kendi din kardeşlerini tanımalarında kullanılacak asgari müştereklerdir.

Buna mukabil bunlar, ibraz edilmek veya gösterilmek mecburiyetinde olmayan işaretlerdir. Bir delil ancak bir uzlaşmazlıkta gerçeğin anlaşılmasında ortaya konan bir gerçek parçasıdır. Asla sürekli ibraz edilmesi gereken ayırıcı bir  işaret veya gösterici değildir!

Kadına da erkeğe de eşit olarak gelmiş olan din, asla bir cins için farklı bir ahlâk anlayışı vs  va’z etmemiştir.  Okumak , öldürmemek, zina etmemek, yalan söylememek, çalmamak gibi emirler ve yasaklar asla  cinsiyet farkı gözetilmeden duyurulmuştur.

Dolayısıyla bir Müslüman’ın kadın olsun erek olsun nasıl görünmesi gerektiğine dair herhangi bir ayırıcı emir de yoktur.

Bu anlayış tamamen Tevrat’tan kaynaklanan, Tevrat özentisi bir yorumlama tutkusunun, Talmudî İslâm’ın anlayışıdır. Nedir Talmudî islam? Talmudî İslam, Yaşar Nuri’nin “İsrailiyat” olarak sınıfladığı, tefsiri, yorumu, hadisi,  ruhban aklının eserlerini, dinin özünün, dinin kitabının önüne koymak ve bu hurafe kalabalığına da “din” diyerek bununla övünmek hastalığıdır.

Dinin esasının Arap yaşayışında olduğunu sanarak dinden bunu anlayanların, Kur’an’ı  tercümelerindeki mantığı anlamak kolaydır. “Hikmet”i esas aldıklarını düşünerek tercümeyi, Arap yaşantısının, Arap örfünün Türkçeye aktarılması olarak görmüşler.  Böylece aslına bize antik  Yahudi sofuluğunu, kuzenleri olan Araplar üzerinden tercüme ederek bizi “Türkçe konuşan Araplar” yaparak Müslüman edebileceklerini düşünmüşler.

İslâm’ın sürekli batıl inançları reddettiği ve hak olanı getirdiği söylenir. Ama nedense “İslâm adına konuşanların” yeni batıl inançlar üretip üretmediği hiç sorgulanmaz. Türban, zayıf bir yorumun tek bir kelimesinin , doğrudan “iman” dairesine sokulmasıyla  büyütülmüş çok tehlikeli bir fitnedir.

“Amel imandan” bir cüz değildir fıkıh ilkesi gereğince namaz kılmayanın imanının,  kullarca sorgulanamayacağını söyleyenler, türbanı “imanın” gereği haline getirmişlerdir.

İslâm’da imanın şartları bellidir ve bunların hiç biri gösterilecek, ifade edilecek,  diğer insanlarla kıyaslanacak ve hele fitne sebebi olabilecek şeyler değildir.

İslâm’da iman, kişinin vicdanına bırakılmışken nasıl olur da  herhangi bir “tavsiye”, imanın ölçüsü haline getirilebilir? Veya bir Müslüman’ın imanını sorgulamak hele bunu göstermeye onu mecbur etmek kimin haddinedir?

 Müslüman, dini belli etmek, göstermek mecburiyetinde değildir! Bundan dolayıdır ki Yahudilerinkine benzer bir giyim tarzı İslâm’da emredilmemiştir. Ama başta “din adamı” denen din profesyonelleri sözde daha gelişmiş bir din haline getirmek için İslâm’ı, Yahudilikteki gibi ayrıntıya boğmak tutkusuna kapılmışlar. Türban işte bu sözde iyi niyetli işgüzarlığın din sömürücülerinin elindeki oyuncağından başka bir şey değil.

Hiçbir türbanlı kadın, maalesef kendisine, açıldığı takdirde taciz görüp görmeyeceğini, içinde yaşadığı akılcı sayılabilecek toplumda, artık namusun, bir örtüyle ölçülüp ölçülmediğini sormuyor. Pek çok türbanlı veya örtülü kadınToplumun geri kalanında herhangi bir tedirginlik yaratıp yaratmadığını, bir fitneye sebebiyet verip vermediğini düşünmeden, sadece körce bir inancı uygulamak hürriyetine sığınarak yaşamak istiyor.

Bilgi bilimsel olarak yanlışlığıyla ayrıca doğurduğu  çok ciddi ve kötü sonuçlar açısından ahlâkîliği ve meşruluğu son derece tartışmalı olan  türban ve diğer “şer’i” örtünme biçimlerinin, inanç ve ifade hürriyeti olarak kabul edilemeyeceği, artık ortada.

Bütün  bilimsel, akılcı ve objektif akıl yürütmelere sadece inancın dokunulmazlığını  istismar ederek karşı çıkmak dışında, hiçbir gerekçesi olmayan şeri örtünme biçimleri, belki gayri Müslüm toplumlarda sıkı bir denetimle serbest kalabiliyor ama bu biçimlerin Müslüman toplumlardaki etkisi sadece fitne ve öfke ile beliren bir ayrışma yani “fesat” oluyor.


Şer’i örtünme biçimleri, iyi niyetli istisnaların masumiyetini sömürmek dışında bir yöntem bilmiyor. Bu yüzdendir ki çoğunluğu Müslüman olan vatandaşların  tek  çağdaş ve akılcı bir hukuk devletinde , Türkiye Cumhuriyeti’nde şer’i  giyim şekillerinin her türlüsünün yasaklanması, millî egemenliğin ve ulusal bütünlüğün korunması açısından elzem görünüyor.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Bizim sol elimiz

Neşe tahtanın üzerine sol avucuna sıkıştırdığı kıvırcıklara dikkatsiz bıçak darbeleri indiriyordu, sessizce... Çorba için tavaya koyduğu, tereyağ erimeye başlamış ve mis gibi  kokuyordu. Sol eline baktı yeni görmüş gibi,diğerine göre ince ve eğriydi,bir şeyi tutması yakalaması hep güç olmuştu bu elle. Sakat el dedi, el bir şey değildi de bu topallık zor işti, Topal Neşe diye tekrar etti bir kaç kez içinden. Ince bir sızı ile irkildi işaret parmağından kan akıyordu ve tereyağ kokusu iyiden keskinleşmişti.
Beyaz havluyu çekti parmağına bastırdı ve kan kokusu tereyağın mis kokusu ile harman oldu.

Şimdi yaz günlerinden birinde ve yaz olduğunu fark etmeyecek bir yaşta, büyük konağın çifte merdivenlerinin hemen altında yabani beyaz gülün kollarına batan dallarına aldırmadan bekliyordu. Fakirdi ailesi, pek temiz olmazdı elbiseleri hep aynı modelde ve önünde iki cep. Az sonra Şafak, zorunlu öğle uykusuna son verip yanına gelecekti. Konaktakiler, bu arkadaşlıktan pek memnun değildi biliyordu ama Şafak kimseyi dinlemezdi ki... Bir gün anneannesine, evet elbisesi pis ama içi temiz Neşe'nin demişti, ne çok sevinmişti Neşe. Mümkün olsa o azametli anneanneye açıp içini göstermek istedi o an.
Ah ne çok severdi Şafağ'ı onun yanında hiç eksik hissetmemişti. Sol eline baktı, Şafak bu elin bütün ellerden güzel olduğunu söylediğin de çok sevinmişti.
Başta kabul etmemişti ama öyle şeyler söyledi ki Şafak artık kendi de beğeniyordu, sağ eli kadar işe yaramıyordu güçsüzdü ama güzel olduğunu fark etmek iyi idi.

Şafak, sessizce indi merdivenlerden, gözleri birbirine değdiğinde en ücra köşeye kadar ışıldadı. Koşarak bahçenin en uzağındaki nar ağaçlarının yanına bir solukta çöktüler.
Şafak cebinden kendi içine katlanan çelik çakıyı çıkardı, az sonra kan kardeşi olacaklardı. Bıçağın, sırtını bir kaç kez taşa vurdu sivri ucundan tutup açtı, sol avucunu öne doğru uzattı. Neşe bakamadı başını çevirdi. Şafak, keskin bıçağı, gergin deri üzerine hafifçe sürdü tereyağ keser gibi...
Neşe de aynı şeyi yapmak için döndü ama yara çok derindi, elleri ile bastırdı etekleri ile sardı ama kanı durduramıyorlardı.
Şafak yerinden kalkamıyordu, Neşe, konağa Fidan Abla'dan yardım istemek için koştu.
Fidan Abla, Şafağ'ı çok sever ve her zaman onu kollardı. Neşe bir solucan sessizliği ile konağa sızdı.
Bu olayı büyüklerden birileri duyarsa bir daha birlikte oynamalarına izin verilmezdi bu kesindi.
Az sonra, Fidan Abla bir kaşıkta kızdırılmış, tereyağı ve bolca pamukla göründü. 
Şafak iki elini sıkıca göğsünde bağlamış ve başını dizlerine yaklaştırmış duruyordu. Fidan Abla, çok kızgındı, öte yandan, İki çocuk da sırrı saklaması için mızmızlanıp, yalvarıyorlardı.
Neşe kan ve Tereyağ kokusu ile esrik bir ağlama tutturmuş, acı çekiyordu ve neresinin ağrıdığını bilemediği bir acı...
Şafak sol avucunu, Fidan Abla'nın kızgın gözlerine açtı. O, önce pamukla sildi kan kırmızısı küçük eli sonra kızgın tereyağı ile doldurdu,kanın yavaş yavaş aktığı yarığı üzerine pamuk bastırdı, beyaz ince bir patiska parçası ile sardı ve sıkı bir düğüm attı.
Bahçe yaralanmalarının klasiği buydu ani ve keskin acıdan sonra her şey biterdi.
Kan durmuştu, Bıçak Fidan Abla'ya teslim edildi.
 Fidan biraz bağırıp çağırdıktan sonra onlardan söz aldı, bir daha yapmayacaklardı, söz verdiler ve o da sırrı bu koşulda saklayacaktı. Fidan mutfağa doğru yollanırken,
Ikisi de sol ellerini havaya kaldırdı, hafifçe çarptılar birbirine ve gözlerden çıkan ışıltılar tüm dünyayı aydınlattı.



5 Aralık 2014 Cuma

Safsatayı Safsatayla Çözmek Ya Da Kürt Sorunu


“Kürt sorunu” denen yapay sorunda  iki şey, sürekli birlikte telâffuz ediliyor ve bir “çözümmüş” gibi sunuluyor.

“Azınlık” ve “federasyon” terimleri,  Kürt etnik ırkçılığının sığındığı iki terim olarak bizi epey meşgul etti, meşgul etmeye de devam ediyor.

Bu iki terimden “azınlık”, daha ziyade  etnikçiliği sömüren batılı devletlerin, soruna bakışına temel teşkil ediyor. Oryantalistler,  tasarımlamak istedikleri ülkelerin  toplumlarını demografik olarak tanımlayıp  sayıca az  olan herkesi “azınlık” olarak nitelemeyi,  politikaları için en kolay yol olarak görüyorlar.

Bu bakış geçersiz. Çünkü bir toplum içindeki her “topluluk” azınlık sayılamaz. Bu ne demek?

Bu  nüfus azlıklarının toplumla ilişkisine bakmak demek.  Bir azlık grubu çoğunlukla “uzlaşmaz derecede” farklılık taşıyorsa ona kültürel olarak bir  “azınlık” diyebiliriz. Ama iş burada bitmez. Azınlık, “ Bir başka egemen ulusun millî bakiyesi” olarak yaşayan ve hakları uluslararası anlaşmalarla tanınmış azlık grubudur.

Azınlıkların kültürel varlığı egemen ulusun koruması altındadır.  Bu da toplumun genelinden kültürel  farklılığın sergilenmesi anlamına gelir.

Buna göre Kürt topluluğu Türk toplumunun neresindedir? Kürt toplumuna bir “azınlık” demek mümkün müdür?

Kürt topluluğu kültürel olarak Türk toplumundan “uzlaşmaz derecede farklı” mıdır?

Son iki sorunun cevabı “Hayır”dır. Kürtler, Türk toplumu içinde azınlık değildir. Çünkü en başta “din”  müştereği, Kürt topluluğunun Lozan’a göre  ve toplumsal kabuller açısından “azınlık” sayılmasına manidir.  İkinci olarak  Kürt ve Türk toplumsal yapıları arasında uzlaşmaz farklılıklar olmadığını, bu iki yapının sürekli dönüşümünden anlayabiliriz. Türkiye’de bahsedilen abartılmış Kürt nüfusunun büyük bölümü “Kürtleşmiş” Türklerden oluşmaktadır ki “Kürtleşmek” demek “dönüşebilmek imkânını” içinde barındırmak demektir. Bunun yanında Türkçe’nin Kürtler arasında yaygın kullanımı Kürt topluluğunun “azınlık” sayılabilecek kadar ayrışmasını engellenmiştir. O halde Kürtleri nasıl tanımlamamız gerekir?
Kürtler, Suriye, Irak ve İran’da Arap ve Fars uluslarından kesin çizgilerle ayrılmış olan, o ülkelerin “azlık” gruplarıdır.

Oysa Türkiye’de Kürtler , “Türk uluslaşmasının, geç dönemlerinin toplumsal unsurlarıdır”. Bu tanımın dayanağı, Kürtlerin, Türk toplumunda, diğer Ortadoğu toplumlarında benimsenmedikleri kadar benimsenmeleri ve “ toplumsal bütünün ayrılmaz bir parçası” olarak kabul edilmesidir.

Bu durum, Kürtlerin, herhangi bir ayırıcı alâmet  taşımadan ulusal egemenliğin doğrudan sahibi sayılmaları yani “Türk sayılmaları” anlamına gelir. Kürtler için bu durum  yalnızca Türk Ulusu’na  has bir kabullenmedir. Bu kabullenme, Türk uluslaşmasının kendine has psikolojisinin teşkil eder.(Bugün Kürtçüler bu psikolojinin insaniliğini zedelemeye çalışarak ciddi ve gerçek bir nefret suçu işlemektedir).

Sorunun federasyon  yönü de  ancak kendine özgü çözümlerine bakılarak anlaşılabilir.

Federasyon oluşumunda, toplumsal farklılaşmadan ziyade   siyasi ilişkilerin tarihi rol oynuyor gibi görünmektedir.

Avrupa’da federasyonlar büyük ölçüde tarihi derebeylik egemenlik bölgelerine göre  oluşmuştur. Derebeyliklerin, erken dönemde uluslaşmanın siyasi oluşumunda eritildiği yerlerde federasyonun  siyasi dayanağı kalmamıştır.

SSCB’de de da tarihsel egemenlik bölgelerine göre bir federasyon oluşturulmuştu. Bugün Rusya Federasyonu’nda Ruslaştırılamayan, tarihi olarak da yaşadıkları bölgelerde egemen olmuş Türk topluluklarıyla siyasal ilişki federasyon temelinde kurulmuştur.

Türkiye’de veya Ortadoğu’nun herhangi bir yerinde tarihin herhangi bir döneminde tüm Kürtleri bir arada yaşatmış  bir Kürt egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla  tanımlanabilir bir Kürt bölgesi sınırı çizmek de mümkün değildir.

Türkiye’de Kürtlerin tarihi olarak egemen oldukları bir bölge olmadığı gibi onların, toplumun geri kalanından ayrı yaşadığı bir bölge de yoktur. Onlar ne ulusal egemenlikten dışlanarak bir bölgede yaşamaya zorlanmıştır ne de seyahat özgürlüğünü denetleyebilecekleri bir egemenlik bölgesine sahip olmuşlardır.

Toplumdan dışlanmadıkları, Türk uluslaşmasına dahil edildikleri için ayrıca  bedeli kanla ödenmiş bir egemenlik bölgesine de sahip olmadıklarından dolayı Kürtler için meşru bir federasyon talebi söz konusu olamaz.

Dolayısıyla “Kürt sorunu” denen yapay sorun gerek toplumsal gerekse siyasal açıdan safsata ve safsatalarla çözülmeye çalışılıyor.