24 Kasım 2014 Pazartesi

Türk Milliyetçiliğinde Saptırılmış Empati Sorunu


Hangi islam  dünyası bu? Ermenileri destekleyen Lübnan falan mı?
Empati kabaca bir duygudaşlık , eşduyum olarak tanımlanıyor.

Bu bilinçli olarak gerçekleştirilen bir davranış. Dolayısıyla belli tercihler yapabilecek kadar gelişmiş bir duygusal zekâ gerektiriyor.

Burada önemli bir nokta da değer yargılarının ortaklaşabilmesi veya zarar verici etkilerinin  ortadan kaldırılabileceği bir ortamın geçici de olsa sağlanabilmesinin şart olması? Meselâ savaş esnasında bir ateşkes veya  belli yoksunlukları  zorunlu olarak paylaşmak gibi uç durumlar… Veya  zarar verme potansiyelinin olmadığı bir ortamın sağlanması gibi.

İlk durum, savaş gibi istenmeyen bir durumda zekâmızın zorunlu olarak farklı işlemesi ve duygu durumunun alışılmış durumun dışına çıkmasıyla olabilir. Savaşın olağanüstü şartları, algılarımızı açarak karşımızdakini daha açık seçik görmemizi sağlayabilir.

İkinci halde ise bir egemenlik durumu söz konusudur. Egemenlik durumu, tarafların zarar verme  potansiyellerinin  bir egemenin zorlayıcılığında ortada kaldırılması demektir ki bu aynı  zamanda “hukuk devletidir.” Bu durum diktatörlüklerde de sağlanabilir görünmesine rağmen diktatörün keyfi zor kullanıcılığı her şeyi anlamsızlaştırır.

İnsan  en kolay, kendisine benzeyenlerle empati kurar. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Birinin bize ne kadar benzer olduğuna inanırsak onunla empati kurmaya o kadar gönüllü oluruz.

Buradaki temel sorun “benzerliğe inanmaktır.”

Dinler akıl ötesi inanç mekanizmalarıyla  “ümmetin” benzerliği konusunda bir inanç geliştirmek isterler. Böylece insanların birbirlerinin farklılıklarına gönüllü olarak kör kalacaklarına ve barışı   kuracaklarına inanılır. Oysa gerçek hiç de böyle değildir, asla olmamıştır ve olmayacaktır.

Çünkü din insanlara, tarihlerini, kültürlerini, sevgilerini aşacak kadar büyük bir bilinç aşılayamamıştır. Böyle bir bilinci aşılayabilmesi de mümkün değildir. Çünkü insanlar hayatlarını, hayatlarını doğrudan doğruya var eden insanlarla beraber yaşarlar. Hayalleri, idealleri, kültürleri ve inanışları o insanlarla beraber gelişir.
Bu açıdan meselâ bütün hayatları çöllerde develerle geçen, cenneti çöl dışında tahayyül eden, düşmanını arkadan vurmayı yiğitlik sanan, kendisi dışında hiç kimseye muhabbet besleyemeyen Araplarla hayatları at üstünde geçmiş, devlet kurup töre yapan, savaştan korkmayan ve hayatla mücadeleyi bir bilinç olarak geliştirmiş Türklerin sırf aynı Tanrı’ya taptıkları için aynılaşması ve birbirlerine empati beslemek için gönüllü olmalarını beklemek yanlıştır.

Zaten bu yüzdendir ki dincilik, dini, “mevalinin” Araplaştırılması  için kullanır. Böylece  öz değerlerine yabancı, Arap gibi düşünen, Arap riyakârlığını ve taassubunu dindarlık sanan bir insan türü yetiştirmek ister.

Bu açıdan dincilik bir virüs olarak kendini benimseyen herkesi başkalaştırır, dönüştürür en nihayetinde yabancılaştırır ve “Araplaştırır”.

Dincilik sadece bir siyasal metot veya söylem değildir. Dincilik dinin hayatın her alanına egemen olmasını savunmaktır ki bu durum Arap örfünü benimsemeden, Arap kültürünü içselleştirmeden gerçekleştirilemez. Onun içindir ki dinle siyaset yapan herkes , Arap gibi davranan bir gençliğin “ahlâkını” idealize eder.

Bu açıdan ve daha özel bir bakışla MHP, 1969’dan bu yana  giderek yoğunlaşan bir biçimde dincileşen bir siyaseti benimsemiştir. Bu siyasetin içinde Türk artık ancak namus belası olarak  kerhen bulunan bir motiftir.

MHP ve ilgili kuruluşlarının bilincinde “Türk gibi davranmak” yoktur. Dikkat edilirse zaman zaman parti yöneticilerinin, dinci partilerle aynı söylemleri kullandıkları görülür.

Bu ne demektir? Bu, bir  siyasal partinin halk dalkavukluğu yapmak için giriştiği dincilik  taklitçiliğinin, zaman içerisinde ona egemen bir bilinç haline gelmesi demektir.

Halihazırda MHP “milliyetçiliğindeki”  “millet” ile ümmetçilerin ümmeti tarif etmekte kullandıkları “millet” birebir aynıdır.  “Türk Müslüman olduktan sonra Türktür!” gibi safsataların ayet kudretinde kabul gördüğü bir  siyasal camianın herhangi bir milli/ulusal özelliği kalmamıştır. Çünkü bu  kabul ne sosyolojiyle ne tarihle ne hukukla bağdaşabilir.

Peki o halde MHP’nin bir parti olarak devamını sağlayan şey nedir?

Bunu sağlayan şey, bütün açık gerçeklere rağmen kendilerini milliyetçi sayan insanların MHP’ye yönelik saptırılmış empatileridir.

Saptırılmış empati, insanın benzeşmek için  kendini zorunlu hissettiği insanlarla empati geliştirme çabasıdır.

Ayrılığın açık seçik anlaşıldığı hallerde geliştirilen empatide “ayrılık” daima nazarda tutulur ve sınırlarını gözetme konusunda daima bilinçli davranılır.

Oysa saptırılmış empatide benzeşme bulmak, benzeşmenin  neredeyse mutlak olduğuna dair bir ”inanç” beslenir. Bu inanç din benzeri bir mekanizmayla ayrılıkların, aykırılıkların görmezden gelinmesine yol açar böylece bilincimizi “saptırır”. Saptırılmış bir bilinçle geliştirilen empatide en büyük yanılgı, karşı tarafın da aynı empatiyi besleyeceğine dair geliştirilen yanlış inançtır.

Bugün kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan, lâik, akılcı, medeniyetçi pek çok insanın en büyük açmazı, medeniyetlerinin gereği olarak “partileri” diye benimsedikleri MHP tabanında ve yönetiminde, kendilerine yönelik bir empati beslenmemesidir. Bunun sebebi basittir.

MHP “empati” geliştirebilecek bir tabana ve yönetime sahip olmadığı gibi artık “milliyetçi” bile değildir. Bütün yönelimleri, söylemleri ve bakışlarıyla MHP dünyayı bir Arap gibi algılamayı seçmiş,  kanserleşmiş bir yapıdır.

Bu yüzden MHP ile milliyetçiliğin mukadderatı üzerinde  tartışmak hele de çözümler konusunda belli bir mutabakata varmak mümkün değildir.

Çünkü MHP dinciliği bir politik metot olarak benimsedikten sonra artık akılcı tartışma ve akla dayanan bilinçli bir empati geliştirme kabiliyetlerini kaybetmiştir.

Bu açıdan  sağdan veya soldan, kendisini milliyetçi olarak tanımlamaktan korkmayan insanlara MHP’nin vereceği hiçbir şey yoktur.

Bu anlaşılabilirse MHP’nin, milliyetçilerin “saptırılmış empatisini” sömürmesi engellenebilir.  İş Türk Milleti’nin varoluşu olduğunda,  vatanın ve milletin istikbali, köylü veya kenar mahalle ahalisinin “kaynak dağıtma”  kavgası olmaktan ileri gitmeyen bir dinci/mutaassıp politika yapma  şekline  ve politik merkezine emanet edilemez.

Türkiye’de milliyetçilik artık kendisiyle  empatiyi hak eden, HEPAR gibi ciddi ve bilinçli politik merkezler bulmak  zorundadır.


23 Kasım 2014 Pazar

MHP Milliyetçiliğinde Birleşilebilir Mi?


Keşke... Şeriatçı ülkücü Türkten başka bir şey oluyor.
Milliyetçi yazarları okuduğum zaman, gençliğimde, cemaatten arkadaşlarımla sohbet eder gibi hissediyorum.

Durmadan ayetten, hadisten, fukahadan delil bulmak gayreti cidden göz yaşartıcı. Bir de Müslüman olmanın gereği olarak tanımları mümkün mertebe Arapça kökenli kelimelerle yapmak gayreti…

Bu gayretler iki açıdan nâçar ve nafile.( Bakın ben de kullandım…)

Birincisi Türk milliyetçileri kendilerini hâlâ ilmihalle dünyayı kurtarabileceğini düşünen taşra veya kenar mahalle Müslümanı sanıyor.

İkincisi,  bütün bir toplumu  böyle görerek Türk Milleti’nin tamamına hitap etiklerini sanıyorlar amma yanılıyorlar.

Belki otuz beş yıl evvel arada bir ilmihale başvurarak Türk Milleti’ni köylüye izah etmek düşünülebilirdi. O da “arada bir “ yapılabilecek bir şeydi ki bu gün hemen hemen hangi milliyetçi yazarı (belki MHPli demek daha doğru olur)okusanız, milliyetçiliğin temeli haline getirildi.

Bunun ne önemi var?

Bunun önemi şu: Adına ne derseniz deyin  dinci  kampın kendi içinde ayrışan her grubu  bu yüzden milliyetçilerin içine sızdı ve milliyetçileri (MHP’yi) dönüştürdü. Bunun neticesinde bugün artık bir kısım MHP taraftarı, “ Türk Dünyası’na hizmet eden Hocaefendi’nin” mağduriyetini falan düşünür hale geldi. Veya Hocaefendi’nin karşısında olmayı, Müslümanlığın icabı sananlar çıktı.

Ne yazık ki MHP’ye zincirlenmiş milliyetçiler burada “Dincilik, paraleliyle de AKP ve bağlı olduğu tarikatleriyle de bizim dışımızdadır!” diyemiyor!

Çünkü attığı her adımı din profesyonellerinin,  din sanılan yorumlarına dayandırmazsa, kâfir olacağına bir kere inanmış MHP milliyetçileri için cemaat ve AKP kamplaşmasında tarafsız olmak mümkün değil. Bu yüzden de MHP yönetiminin istikrar adına “ehven-i Müslüman” olarak iktidarı  mümkün olduğunca desteklemesi eyyamcılığına “siyaset” deniyor. Bu, köylü kurnazlığıdır, eyyamcılıktır, dalkavukluktur, ilkesizliktir, riyakârlıktır! Yani Türk İslâm Ülküsü denen, Türk’ten neşet etmemiş, etnik kabilecilikle( Arvasi nam aşiret beyinin akrabalarının bugün  MHPli olup olmadıklarını merak ediyorum mesela?) Arapçılığı Türk Milliyetçiliğinin siyasetine ulamaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Kimin davası ne davası?

Bir yandan AKP’ye alenen sövüp bir yandan cemaati yerin dibine geçirip diğer yandan Arapça terimlerle   şeriatçı bir fanatik militan genç tipini  “Ülkücü” diye tanımlamaya uğraşan insanların bugün Türk Milleti’ne vereceği hiçbir şey yok.

Şimdi düşünülmesi gereken şey de bu: “Oylar bölünmesin!” diye üzerinde birleşilecek yapı, böyle bir yapı  mıdır?



22 Kasım 2014 Cumartesi

Sağ İçin Neden HEPAR?


Şimdi şüphesiz bazı milliyetçiler, böyle bir yazının Türk Milliyetçiliğine ihanet anlamına geldiğini söyleyecek, fakire ağzı dolusu hakaret edeceklerdir.

Düşünmenin ,  “lidere , doktrine ve teşkilata” ihanet etmek anlamına geldiğini  yirmi beş yıldır bildiğimiz için bu  konunun üzerinde durmayacağız.

HEPAR’ın fikriyatı bütün fikirlerimle birebir örtüşüyor mu? Hayır. Özellikle ekonomide güdümlü/ komutacı/plânlamacı bir anlayışı benimsemesi veya  en azından bana öyle gelmesi ciddi bir sıkıntı.

Ama sorun şu: Biz ulusal egemenliği teminat altında olan, kurumları  sağlıklı işleyen bir ülke değiliz. Bizim sorunumuz ulusal varlığımızın,   bizzat kendi vatandaşlarımızın oylarıyla  yok edilmesi.

Şu anda vatanın milletiyle bölünmez bütünlüğü gerçek bir tehdit altında.

Hal böyleyken herhangi bir partinin meselâ “özelleştirme” ile ilgili önyargılarını vs tartışmaya vaktimiz yok!

HEPAR lideriyle farklı bir parti. Şu anda meclisteki partilerin hiçbirinin liderinin kitabı yok bildiğim kadarıyla.( Özür dilerim, Kürt etnik ırkçılarının sürü lideri kitap sahibi…). Oysa Sayın PAMUKOĞLU üretken bir yazar.

Bunun ne önemi var? Zira ülke zaten tutucu ve kindar kenar mahalle oylarıyla gayet güzel “yönetilebiliyor”. Acaba ülke gerçekten “yönetilebiliyor” mu? Elbette verdikleri oyların karşılığını,  çaplarına göre makarna, kömür, tayin, terfi veya ihale olarak alan insanlar, kendilerine bunların sağlanmasını “yönetmek” sanıyor.

Oysa HEPAR genel başkanından itibaren diğer yöneticilerine kadar  aydın ve üretken vatansever insanları bünyesinde barındıran bir parti ki onlardan biri meselâ severek okuduğum ve şahsen tanışmak şerefine eriştiğim Cazim GÜRBÜZ.

Yazının başlığı “Sağ İçin Neden HEPAR?” Çünkü HEPAR’ın “vatanseverliği”, işin içine dinci popülizm girmeden önceki milliyetçi sağın vatanseverliğinden başka bir şey değil. Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere  fakir dinci kampı “sağ” saymamaktadır. Çünkü dinciler ümmetçilik adıyla enternasyonalizmi benimser ki bu gerçek anlamda “milliyetçiliği ayaklar altına almaktır”. Bu açıdan dinciler solun enternasyonalizmini benimser. Dinci AKP’nin PKK gibi  faşist Kürtçü ve fakat aynı zamanda Marksist enternayonalist bir örgütle aleni işbirliği ( Peşmerge denen düşmanın topraklarımızda eğitilecek olması, topraklarımızdan geçirilmesi, PKKlıların çadır mahkemelerinde aklanması, APo itiyle aleni pazarlıklar inkârı mümkün olmayan vatana ihanet suçlarıdır. Bunların hepsi apaçık ve övünülerek işlenmiş suçlardır.) enternasyonalist müşterekte birleşebilmelerindendir.

Bir zamanlar MHP’nin kullandığı “Her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” sloganı  bu gün asıl HEPAR tarafından yaşatılmakta.

Şüphesiz Türklükten gocunmayan solcular da    HEPAR’da kendine yer bulabilir.

Onu “sağ” yapan şeylerin başında, sosyolojik düşünmesi, tarihi, kendi ulusunun cephesinden okuması ve Türk’ü var etmek dışında bir amaç gütmemesi.

MHP’nin MP, CKMP’den sonra geldiği, küçük bir çekirdekten filizlendiğini çabucak unutan bazı MHPliler, bugün artık MHP’nin kendi içinde “yabancılaşmış”, “ümmetçi ve şeriatçı” söylemi ile şeriatçı her yasaya evet demiş olduğunu unutuyor. Her nasılsa Türklüğün Anayasadan çıkartılmasına bir şekilde karşı çıktığı için desteklenmek isteyen MHP “Türk İslâm Ülküsü” dediği ve ancak şeriat devletine varacak bir ideoloji taklidiyle hâlâ Türkçülüğün mirasını israf ediyor.

Dolayısıyla sabırla çalışma neticesinde MHP’nin meydana getirildiğini ve büyütüldüğünü unutanlar, HEPAR’ın büyümesini de engellemeye çalışıyorlar.  AKP denen parti bindirilmiş kıtaların yobazlığıyla bir gün içinde iktidara taşınabilmişti.

O halde yılardır  lâik, medeniyetçi, akılcı, milliyetçi bir programla faaliyet gösteren bir partinin büyümemesi için sebep nedir?

Kaldı ki bir milliyetçi için parti sadece bir araçtır. Aslolan, vatanın milletle bölünmez bütünlüğü, milletin refahı ve hürriyetidir. Bu açıdan, içi boşalmış, yabancılaşmış herhangi bir parti adı ne olursa olsun bizim için anlamsızdır.

Türk vatanına ve milletine hizmet etmek için yola çıkmış  HEPAR TBMM’de MHPnin artık yetersiz varlığına karşı sağda sağlıklı ve bilinçli tek seçenektir.









21 Kasım 2014 Cuma

Şeref Meselesi: Kerem Bürsin’in İddialı Çıkışı

Başrollerini Kerem Bürsin, Şükrü Özyıldız ve Yasemin Allen’in paylaştığı Şeref Meselesi, bu sezonun en iddialı yapımlarından biri olacak gibi gözüküyor. Pazar akşamları saat 20.00’da KanalD ekranında yerini alacak yapım, İstanbul’a göçen aile hikâyelerine yaptığı kendine özgün yaklaşımı ile fark yaratıyor.
4 kişilik çekirdek bir aile, köy ağası olan dede karakterinin ölmesi ve annenin 25 yıldır yaptığı baskılarının sonucunda evin küçüğü olan hukuk mezunu Emir’in (Şükrü Özyıldız) stajını da bahane ederek İstanbul’a gelir. Anne Zeliha’nın (Tilbe Saran) 25 yıllık baba evine yerleşen bu aile, elinde avucunda yalnızca mirastan kalan pay vardır. Baba Hasan (Şerif Erol), bir iş kurmak ve ekmeğini kazanmak için acele etmektedir. Babasının telaşından korkan Emir, sorumluluğu abisi Yiğit’e (Kerem Bürsin) devretmiştir; ancak aklı sokaklarda olan bıçkın Yiğit babasıyla ilgilenememiştir. Elindeki paranın iş kurmaya yetmemesinden dolayı mahallenin emlakçısı Sadullah’tan (Taner Turan) senet karşılığı borç alan Hasan’ın tüm hayalleri, dükkânının soyulmasıyla bir anda altüst olur. Artık evi çekip çevirmek ve borcu kapatmak, Yiğit ile Emir’in işidir.
Şeref Meselesi ağır bir dramı, İstanbul’un karanlık köşelerinde kaybolan hayatları anlatıyor esasında. Rüşvetin, sahtekârlığın, dolandırıcılığın, hırsızlığın ve daha nice karanlık işe ev sahipliği yapan İstanbul’la, dürüstlüğün ve sevginin mücadelesini cesurca işliyor. Set olarak Balat’taki bir sokağın seçilmesi ise, dizideki gerçekçiliği arttırdığı kadar dizinin yaratmak istediği atmosferi yaratmakta da bir hayli etkili oluyor. Yakalanan bu hava bile, dizinin etkili konusu ve oyunculuklardaki başarıyı geçmekte zorlanıyor desek yeridir. Öyle ki, oluşturulan dinamik kadrodaki hemen hemen herkesin performansı göz dolduruyor; seçilen oyuncular ve verilen rollerin yakaladığı ahenk, diziyi bambaşka bir boyuta taşıyor.
Dizinin karakterlerine kısaca göz atmak gerekirse, kısa sürede büyük bir hayran kitlesi yaratan karizmatik Kerem Bürsin’in hayat verdiği Yiğit karakteri, bıçkın bir delikanlı. Düzgün fiziği ve yakışıklılığının yanı sıra, tavırlarıyla da etrafındaki tüm kızları kendine hayran bırakmakta. Liseyi zar zor bitirmiş bir delikanlı olarak, okumakla hiç mi hiç ilgisi yok. O, hayatın karanlık taraflarını seviyor. Geziyor, tozuyor, bir şekilde kendini kurtarıyor. Gözü yükseklerde; azla yetinemeyecek kadar hırslı, yetenekli, cesur ve zeki bir genç. Bu karakterine hazırlanmak için yaz tatili için gittiği Teksas'ta at binme dersleri dahi alan Bürsin, rolünün hakkını verme konusunda işini şansa bırakmıyor. Kendisinin bu iddialı karaktere bürünebilmek için 7 kilo verdiğini de ekleyelim. Emir (Şükrü Özyıldız) ise kardeşinin tam zıttı. Aklı sokakta olmayan Emir’in hayali akademisyen olmak. Çok okuyor, boş zamanları romanlar okuyarak değerlendiriyor. Abisinin aksine, aklı hiç de kızlarda değil fakat romantik delikanlı moduna girebilmek için küçük bir kıvılcımı beklediği de aşikar. Yiğit gibi zeki, ama Yiğit’ten farklı olarak mantıklı biri Emir. Aralarındaki en büyük fark ise, Emir’in yükseklerde gözü olmaması. O azla yetiniyor; daha çok aklının hakimiyetinde olan meseleler üzerine yoğunlaşmaya çalışıyor. Yakışıklı oyuncu, aynı Kerem Bürsin gibi rolüne hazırlanmak konusunda profesyonel bir çalışmaya girmiş. Hukuk fakültesi mezunu bir karaktere hayat veren Özyıldız, rolüne adapte olabilmek adına pek çok film ve tiyatro oyunu seyretmiş.
Annesinin zengin damat hayallerini gerçekleştirmek için yaşayan Sibel (Yasemin Allen), herkesin başını dönüren güzelliğiyle bir butikte mankenlik yapan dizinin güzeli olarak karşımıza çıkıyor. Mahalleden de mahalle delikanlılarında da bıkmış durumda haliyle. Annesi her ne kadar zengin damat istese de onun için ideal eş, parasını alnının teriyle kazanan düzgün bir erkek; fakat buna kim inanır?! Sibel’in en büyük ikilemi ise, kendi arzularının peşinden koşup Emir’i mi, yoksa annesinin baskısıyla ailenin zenginlik vaat eden Yiğit’i mi seçmesi gerektiği -ki bunu dizinin ilerleyen bölümlerinde öğrenmemiz gerekecek. Açıkçası meraklanmamak elde değil! Burcu Biricik’in canlandırdığı Kübra, dizinin güzel kadın karakterlerinden biri ve tutucu bir baba olan Sadullah’ın da tek kızı. Dükkandan eve, evden dükkana süren hayatında burnunu evin dışına çıkarması kesinlikle yasak; bir bakıma dizinin masum, saf, seyircinin sempati kurmakta zorlanmayacağı karakteri yani. Sadullah için Burcu, evin ve dükkanın tüm işlerini yapan bir köleden farksız. Derya’nın (Şükran Ovalı) hayatı ise mahallenin diğer güzel kızlarından biraz daha farklı. Ne evi geçindirebilecek bir babası, ne de rahatça yapabileceği bir mesleği var. O, bir cafede alnının teriyle sürekli olarak çalışan bir garson. Kazancı ise üvey babasının kumarına ve içkisine gidiyor. Ailesi için çabalayan bir baba figüründen yoksun yetişmiş olan Derya için ideal erkek, ailesini her daim kollayan Yiğit’ten başkası değil tabii ki!
Son olarak anne Zeliha (Tilbe Saran) karakteri dizinin kilit isimlerinden ve oğlu Yiğit gibi hırslı -hatta ondan çok daha fazla hırslı. Az, onun için asla yeterli değil. Hayatını yaşamak, hayattan keyif almak istiyor. Eşi Hasan üzerinde baskın olan Zeliha için tek gerçek, evlatlarının başarılı olması, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmeleri. Bunun için ise, tüm riskleri göz önüne alabiliyor; hatta bazen korkutucu fikirlerin sahibi dahi olabiliyor.
Aksiyon dolu sahneler olmamasına karşın yarattığı heyecanla tek solukta izlenen Şeref Meselesi bu sezonun en parlak yapımlarından biri olmakta hayli iddialı. Dizinin yarattığı heyecan daha ilk dakikalarda kendini jeneriğin ustaca kotarılmış bir sanat şöleni havasında akmasıyla başlıyor esasında. Hemen ardından önümüze düşen ilk sahnede yaşanan olayların ardından hikayenin özüne girebilmek için 5 sene önceye geçiş yapan yönetmen Altan Dönmez, bu vesileyle de dizinin ileriki bölümleri için seyircinin merakını hat safhada tutmayı başaracak bir işe imza atıyor. Nefes kesen bu ilk bölümün ardından, heyecanın kat be kat artacağına şüphe duymadığımız sonraki bölümleri kaçırmamak üzere her Pazar saat 20.00’da KanalD ekranında buluşmak üzere, iyi seyirler!
Bu içerik http://www.sinematopya.com/ tarafından hazırlanmıştır.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Amerikan Federalizmi Ama Nasıl?

Bazı gerzekler, kuvvetler ayrılığının,
ayaklarına  dolaştığını söylüyordu ya

Bundan birkaç yıl önce bir memur heyeti Amerikan federal sistemini incelemek için ABD’ye gitmişti.
Aslında oraya niye gittiler bilmiyorum, çünkü Amerikan polisiyeleri siyasal ve hukuki yapıyı anlamamız için son derece yeterliydi.

Bazıları ABD'deki başkanlık sisteminde bir tür "seçilmiş Tanrı" olduğunu falan sanıyor. Oysa yandaki diyagram Amerikan federal devlet yapısının aynen bizdeki gibi Anayasadan yetkilendirilen yasama , yürütme ve yargı organlarından oluştuğunu gösteriyor.

Şimdi elbette bizdeki bazı aklı evveller eyalet parlamentolarından, “anayasalarından” vs bahsedeceklerdir.

Onlara gene Amerikan filmlerinden bir örnek vermek isterim. Meşhur filmdir: “Missisipi Yanıyor” Filmde  Missisipi eyaletinde işlenen sıradan sayılabilecek bir cinayetle ilgili olarak federal bir dedektifin olayı aydınlatma mücadelesi anlatılır.

Şüphesiz Amerikan eyaletlerinin kendilerine has toplumsal yapıları vardır. İç savaş kuzeyin zaferiyle sonuçlanmasına rağmen güney eyaletlerinde ırkçı damar asla kurumamıştır.

Dedektif yerel yetkililerle ve halkla görüşmelerinden pek verim alamaz. Öyle ki karşısına “Burası bizim çöplüğümüz!”  havasında bir meydan okuma çıkar. Görünen odur ki yerel halk federal yetkilileri pek de iplememektedir. Oysa dedektifimiz biraz da aşırı sayılabilecek bir yolla yerel zorbaların tekerine çomak sokar ve olayı çözer. Filmin sonunda Amerikan federal yetkilileri kasabadadır ve dünyayı kendi “çöplüklerinden” ibaret sanan güneyli taşralı hödükler en nihayetinde nasıl bir devletin vatandaşı olduklarını anlarlar.

Aslında Amerikan sinemasında benzer öyküler çoktur.

Bu öykülerde dikkat çeken bir başka yön  IRS  yani “Gelirler Dairesi”. Bu öyle bir kurum ki  herhangi bir küçük  suçtan dolayı eyalet değiştirerek belki kurtulabiliyorsunuz ama IRS’ten ülke genelinde kaçmanız imkânsız. Bu kurum Amerikalıları FBI’dan bile fazla korkutuyor. Malum: “Vergiler ve ölüm mutlaktır!”

Amerikan Ordusu bir başka federal yapı. Amerikan eyaletlerinin ayrı parlamentoları olabilir ama hiçbirinin  federal  hükümetten bağımsız veya ona karşı durabilecek bir  “özerk ordusu” falan yok. “Ulusal muhafızlık” kurumu da Amerikan federal savunma stratejisinin ülke genelinde birlik teşkil eden bir başka yönü.

Bir başka federal değer , ABD Anayasası. Hiçbir eyaletin bu metinde yazılan hukuksal bütünlüğe, bu metinle tanımlanan ulusa, bayrağa , ulusal yaşa tarzına vs itiraz etme hakkı bulunmuyor.

Bunlardan bahsetme sebebimiz şu:
Türkiye’de Kürt etnik ırkçılığı bizi federasyona zorluyor. Aklıevvel “muhafazakârlarımız” da Amerikan örneğine özeniyor.

Ama hiçbiri Amerikan federalizminin nasıl yürütüldüğünü bilmiyor. Amerika’da “Federal”  terimi, bütün özerklik tahayyüllerinin ve uygulamalarının ötesinde üstün, aşkın ve egemen bir devlet  örgütlenmesi anlamına geliyor.

Bu da şu anlama geliyor: Amerikan  federalizmi aslında bizim “üniter” diye bildiğimiz  gayet ciddi bir yönetim  ve hukuk birliğini ifade ediyor.

Oysa Kürt ırkçıları ve dinciler her “eyaletin”  merkezden neredeyse tamamen bağımsızca hareket edebildiği  bir federasyon hayali kuruyor.

Kürt ve dinci aklı evveller şunu bilmeli ki Türkiye’de gerçekten  Amerikan tipi bir federalizm kurulduğu takdirde  “federal ordu” ve “federal polis “ hiç de Kürtçülerin sandığı gibi Kürt hırçınlığından korkmaz. ABD’de federal sistemi tehdit anlamına gelen her türlü bölücülük nasıl  cezalandırılıyorsa bizim federalizmimiz de de yanı şartlar geçerli olmalıdır.

Şimdi umarım ki federalizmle Kürt keyfiliğinin ve şımarıklığını tatmin edebileceğini sananlar, durumu bir daha düşünür.



18 Kasım 2014 Salı

HEPAR Ve İP İçin Acil Milli Mutabakat Önerisi


HEPAR ve İP arasında ciddi bir kavga çıktı.

HEPAR Genel Başkanı Osman PAMUKOĞLU İP Genel Başkanı Doğu PERİNÇEK’in PKK’ya yardım ve yataklıktan mahkûm edildiğini söyledi İP de bunu yalanladı.

PERİNÇEK’in “2000’e Doğru” dergisinde alenen Kürtçülük yaptığı ortadaki bu “sabıkası”,  vatansever insanlar arasında İP’ye   haklı  bir çekinceyle yaklaşılmasının en büyük sebebi.

PERİNÇEK ve ekibi belki yardım  ve yataklık etmemiştir ama Kürtçülüğü meşrulaştırmak ve bölücülüğün sol ideolojiyle meşrulaştırılması için çalıştığı açık bir gerçek.

Bu açık gerçeğe rağmen bugün geldiği noktada “Türk” adından korkmadan ve bu konuda eyyamcılık etmeden mücadele ettiği de bir gerçek.

Köylü kurnazlığı ve ilkel faydacılıkla CHP’den hâlâ bir şeyler uman sol seçmen için vatansever söylemiyle İP atık ciddi bir seçenek. Kaldı ki  İP Kürtçülük ve bölücülük iddialarını yalanlamak ihtiyacı hissediyorsa bu olumlu bir gelişmedir. Geçmişte ne yapmış olursa olsun, herşeyden önemli olan  bir kişinin bugün  kim olmak istediğidir.

İP yarın, bugünkü “ulusalcı” kimliğinden vazgeçerse milletten gerekli cevabı şüphesiz alır. Ama bugün, Türk adına bu kadar haince ve kalleşçe saldırılır, Türk için düşünen herkes bir  dehşet tuzağında sıkıştırılırken İP’nin ısrarla ve cesaretle “Türk” demesi de bence vicdanı olan herkesçe takdir edilmesi gereken bir tutumdur.

Bunun yanı sıra lâik ve medeni milliyetçiliğiyle HEPAR, Türk Milliyetçiliğinin kurucu Türkçü özüne MHP’den çok daha yakın.

Bunları belirtmemizin sebebi şu: Bu iki parti birbiriyle çekişirken meclis dışı muhalefete  güven zedeleniyor. Bu iki vatansever parti doku uyuşmazlığı yaşayabilir ama Türk, Türkçe, Türk millî egemenliği, Atatürk, lâiklik  asgari müştereklerinde buluşan partilerin birbirleriyle uğraşması zaman ve enerji israfıdır.

Yapılması gereken, millî bir cephede ümmetçi ve Kürtçü faşizme karşı omuz omuza mücadele etmektir.

HEPAR ve İP, aslında mecliste MHP’nin ve CHP’nin yerini alması gereken iki partidir.  Bu iki partinin uzlaşabileceği noktalar, Türk Milleti’nin  bekası  hakkında hayati  noktalarsa ki öyledir, birbirleriyle didişmeleri fevkalâde yanlıştır.
HEPAR ve İP geçmişin hesaplarını geçmişte bırakıp artık seçmenlerini ve kararsız seçmenleri milli cephede  birleşmek üzere bilinçlendirmeye başlamalıdır. Ayrışma  Türk düşmanlarını güçlendirir.

Ne mutlu Türküm diyene!










17 Kasım 2014 Pazartesi

Ne Yapalım Yani?


Seçmenlerdeki Öğrenilmiş Çaresizlik Psikolojisine Karşı Bir Eylem Manifestosu
"Başarıya dair tek bir inanç,hedeflere yaklaşmak ve engelleri aşmak için  bize gayreti ilham eden bir lokomotiftir." Karikatürde bir lokomotif yamacı tırmanırken sürekli "Bunu yapabilirim!" derken diğeri henüz yamaca  varmamışken, "Bunu yapamam, bu imkânsız!" diyor.

Hangi parti yüzde kaç oy alır bilemem. Matematikte zaten iddialı değilim ama  daha dört işlemi doğru dürüst bilmeyen bir toplumun partilerin oy gücünü tahmin etmeye çalışmasından da bıktım.

Ama fakire göre asıl problem meclis dışı muhalefetin, sürekli küçümsenmesi ve müzmin karamsarlığımız.

Bunun en meşhur ifadesi “Oyları bölmeyelim!” Nefis cümledir! İki gram vicdanı olan herkesi  susturur ve kendine bağlar.

Oyları bölmemek için üzerinde birleşilmesi söylenen iki parti CHP ve MHP’dir.

Yani öyle bir ruh hali yaratılır ki eğer bu iki parti meclis dışında kalırsa dinci iktidar partisi her istediğini yapabilir!

Şimdi düşünelim: Dinci AKP istediği her şeyi yapabiliyor mu? Evet!

Meselâ lâiklik alenen ihlal edilirken muhalefetin bunu engellemeye gücü yetiyor mu? Hayır!

Ya da  etnik ırkçılık  dinci AKP ile beraber Anayasa dahil her türlü kanunu  çiğneyip geçerken muhalefet bir şey yapabiliyor mu? Hayır!

Burada iki nokta var: CHP ve MHP zaten iktidar olamayacaklarını en baştan kabul edip hiç olmazsa mecliste yer almayı  nimet sayan iki eyyamcı parti.

Dikkat buyurulursa PKKlıların söyledikleri, doğrudan veya dolaylı olarak CHP’nin desteğiyle derhal hayata geçiriliyor.

Öbür yandan büyük “Türk İslam Ülkücüsü” MHP, şeriatı getiren her teklife hıyara tuz yetiştiren avanaklar gibi onay veriyor.

Yani aslında mecliste muhalefet falan yok!
Öbür zafiyetimiz “ AKP kötü AMA.. “ diye başlayan ve dağılmışlığı parçalanmayı daha en başta kabul eden öğrenilmiş çaresizlik tavrı.

“Kararsızlar” denen grubun hem cehaleti hem de bu öğrenilmiş çaresizliği, ülkenin %20’den biraz fazla bir yobaz  seçmen kitlesi tarafından  parçalanmasına yol açıyor.

O halde? “Elimizdeki bu!” diyerek susup oturmalı mıyız?

Kararsızlar denen grubun bir kısmı “Benim partim yok”çular. Diğerleri hayatlarını fasulye gibi yaşamaktan memnun kesim.

“Benim partim yok”çular için piyasada şu anda envai çeşit parti var. O halde  neden bunlardan biri meclise bile giremiyor?

Çünkü bu kesimi kararlı davranmaya teşvik edecek örnek insanlarımız yok. Çünkü bizim kültürümüz, kararlı ve ilkeli liderlerin kültürü değil! Bizim kültürümüz bir “zorba lider kültürü”. Burada Araplaşmanın  tesiri küçümsenemez. Çünkü biz Müslüman olduktan sonra kadın erkek eşitliğinden, töre/kanun üstünlüğüne kadar pek çok konuda ciddi bir Araplaşma ve yabancılaşma içine girmişizdir.

İnsanlar  güce ve kararlılığa eşit ilgi gösterirler. Gücünüz yoksa kararlı olmalısınız. Bugün mevcut muhalefet partileri bizde bir güç yanılgısı yaratmakta fakat hem cahil, hem kararsız, hem ilkesiz hem de korkak olduklarından  dinci güç odağına karşı tesirsiz kalmakta ve muhalefetin millet nezdindeki saygınlığını zedelemektedirler.

Dolayısıyla insanlara ilgi gösterecekleri sadece “güç” kalmaktadır. O güç iyi veya kötü nasıl kullanılırsa kullanılsın halkta bir “eylem” illüzyonu yaratmaktadır.

O halde yapılması gereken nedir?

Yapılması gereken şey şudur: İlkeli ve vatansever/milliyetçi her okumuş/aydın,  kendi siyasal tercihini açıkça ifade etmelidir. Oyların bölünüp bölünmemesine aldırmadan her bir  vatansever/milliyetçi aydın kendi siyasal tercihinin neden doğru olduğuna dair net şeyler söylemeli ve çevresinde bir kararlılık halesi yaratmalıdır.
Bu neye yarayacaktır? Bu, kararsız, “mecbur” ve “mahkûm” seçmenlerde, iktidarı etkileyen şeyin onların oyu olduğu bilincini uyandıracak ve öğrenilmiş çaresizliklerini yenmelerinde yardımcı olacaktır.

Bu konu ihmal edilmemeli ve her bir milliyetçi kendi sanal ağ ortamını mutlaka oluşturarak derhal yayın faaliyetine başlamalı, seçmenin kararsızlığını ve ümitsizliğini yenmesi için en başta kendisi, siyasal tercih düzlemlerini değiştirmenin seçmenin elinde olduğunu göstermeli, izah etmelidir.

“Seçime şu kadar ay var!” tamamen iktidarın bize öğrettiği bir karamsarlıktır. Bu karamsarlık gerçekçi değildir. Seçimde herşey bir saniye içinde bir oyla değiştiğine göre zihniyetlerin meşru ve olumlu  fikirlerle beslenmesi için asla geç değildir. Bugünden başlayarak her milliyetçi, her  hafta bilinçlendirici bir yazı yazsa on milliyetçinin en az  280 yazısı yayınlanmış demektir. Bu da blog denen sanal ağ günlüklerinde çok kolaydır.

Karamsarlıkla vakit geçirmek yerine taşı şimdiden yontmaya başlamak bence en iyisidir.

Bu arada fakir İP’ye sempatiyle bakmakla beraber, Osman Pamukoğlu’nun siyasi bakışını çok daha milli ve yerinde bulduğunu söylemeli.


15 Kasım 2014 Cumartesi

MHP'ye Rağmen Bir Türkçülük Mücadelesi İçin Basit Bir Manifesto


Türk sağı kabaca iki kanattan oluşur: Dinciler ve milliyetçiler.

Bu ayrım aslında yanıltıcıdır. Çünkü bugün artık  adına “milliyetçi” denen kesimin “milletten” anladığı da büyük ölçüde dini mensubiyete dayanan bir beraberliktir. Ayrıca artık milliyetçilik   dine göre şekillen bir hayat tarzını arzulayanların , felsefesi olmayan bir politik  tavrından ibarettir.

MHP’nin kuruluşunda emeği geçmiş bazı büyüklerimiz MHP’nin  aslında dinci olmadığına hâlâ yürekten inanıyorlar.

Hakikat bu mu? Maalesef hakikat bu değil.

Ama bizim asıl sıkıntımız bu da değil.

Dincilerin nakle dayanan ezberci ve vahşi  politik anlayışlarına özenerek onlar gibi olmaya uğraşan ve bunun toplumdan yana olmak, onun değerlerini benimsemek olduğunu sanmak ancak belirli bir sürecin sonucu.

Bu süreç, MHP’nin, kitleleşmek arzusuyla gerçek milli değerlerin yerine İslâmcılığın sembollerini koymasıyla başlamıştır.  MHP’nin sembol olarak Bozkurt yerine üç hilali seçmesi, yönünü Türkçülük yerine ümmetçiliğe çevirdiğinin ilk işaretidir. Osman Yüksel Serdengeçti ki kendisinin milliyetçi bir fikirle gerçekten alâkasının ne olduğunu asla tartışılmamıştır,  kendi dağarcığının alamayacağı kadar büyük bir entelektüel mirasın heba edilmesine sebep olanların sanırım başında gelmektedir.

Daha sonraları Namık Kemal Zeybek’in başını çektiği “eğiticiler” grubunun milliyetçi gençlerin kafasını Arap özentisi köylü Müslümanlığı ile doldurması, belki kısa vadede MHP’ye bir sempati kazandırmıştır. Ama bunun uzun vadeli sonucu, hapishaneden çıkınca kafasına sarık saran ve en nihayetinde kitlesel siyasal İslâm’a payandalık eden tarikatçı insanlar olmuştur.

Burada söz konusu olan asıl büyük sorun, MHP’nin aldığı bu dinci melezi çarpık şekillenmeyi doğal, olması gereken ve değiştirilemez bir vakıa/olgu olarak görmektir.

Çünkü MHP’yi bu haliyle kabul etmeye ve ettirmeye çalışmak hem  fikir namusu tanımayan eyyamcı  dincilikle aynı metodu benimsemeye hem de genel anlamda milliyetçiliğin fikri olarak ölmesine sebep olmakta.

MHP bugünkü haliyle milliyetçilik iddiasında bulunamaz. Anayasa’dan Türk adının çıkarılmasına karşı gösterdiği tepki dışında, MHP’nin bugün Türk Milleti’nin hürriyet ve refahı için gerekli olan akılcı, medeni ve laik  bir siyaset felsefesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Peki ama  sırf barajın  azıcık üstünde bir oyla ve sürekli dinciliğe destek vererek var olmaya çalışan bir partinin, milliyetçi oyları daha fazla sömürmesi mümkün müdür; dahası ahlâkî midir? Elbette bu mümkün değildir, olmamalıdır ve ahlâkî de değildir.

MHP’nin bugün geldiği nokta, Türkçü bilinci sürdürmek yerine “halkın anlayacağı” düşünülen köylü ve daha sonra kenar mahalle dindarlığını milliyetçiliğe giydirmek gayretinin neticesidir.

Peki bu ilanihaye  böyle gidemeyeceğine göre ne yapılmalıdır?

Yaygın görüş MHP’nin en büyük milliyetçi parti olduğu ve yerine  kitlesel bir başka partinin kurulamayacağıdır.

Siyasi kutuplaşmanın, tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı kadar keskinleştiği dahası kemikleştiği bir dönemde bu endişe yersiz değildir.

Bu durumda MHP dinci cehaletin ve siyasi dalkavukluğun  çıkmazına terk mi edilmelidir? Gerekirse bu da yapılmalıdır. Çünkü Türk Milliyetçiliği herhangi bir partinin yarı okumuş yöneticileriyle  dinciliğin kolaycılığına saplanmaktan memnun  kaygan ve kaypak bir tabanın ellerine bırakılamayacak kadar önemlidir.

O halde ne yapılmalıdır?

Türk Milliyetçiliğinin cahil kitlelerin dindarlığına sürüklenmesiyle başlayan süreç iyi okunmalıdır. Çünkü bu süreç başlarda halkın dini duyarlılığını gözetmek gibi görünmüş olsa da daha sonra adam akıllı milliyet kavramının dayanağını dinden aramak taassubuna dönüşmüştür.
Yapılması gereken sürecin tersine  çevrilmesidir.

Bugüne kadar zamanımız dinci  melezi siyasetçilerce israf edilmiştir. Nerede ne yapmaları gerektiğine ancak rakiplerine bakarak karar veren fakat on yıl sonrası için hiçbir kalıcı siyasi söylem ve felsefe geliştirmemiş siyasi kadrolar, milliyetçiliğin bugünkü enkazından sorumludurlar.

O halde Türk Milliyetçileri MHP’ye mahkûm olmaksızın kendi başlarına toplumu bilinçlendirmeye çalışmalıdır.

Bunun için her bir Türkçü/ Türk Milliyetçisinin ( çünkü MHPliler bugün açıkça ümmetçi ve şeriatçidir) toplumun bilincine en hızlı şekilde ulaşacak iletişim vasıtalarından  yararlanmaya başlaması gerekmektedir ki bunun  da başında sanalağ geliyor.

Sanalağda sosyal medyanın kullanımında en başta gelen sorun sosyal medya bağlantılarının sınırlı bir tanıdık kesiminden oluşması.

Bunun aşılabilmesi için de her Türkçü’nün sanalağda kişisel ilgi odakları  oluşturmasına gayret edilmelidir. Bunlar mesela bedava ve kolay olmalarından dolayı sanalağ günlükleri/bloglar olabilir.

Veya  bir dergi mahiyetinde olabilecek ortaklaşa açılmış  ağ sayfaları, zamanla kurumsallaştırılabilir.

Bazı haber siteleri  gerek telif gerekse iktibas yazılarla  çalışmaktadır fakat Türkçülerin artık daha fazla fikir üretimine ihtiyaçları vardır.

Bu fikir üretiminde de siyasal ezberin ötesine geçilmelidir. MHP bir kitle hareketi olmak için uğraşmıştır ama Türkçülüğe hiçbir ideolojik içerik kazandıramamıştır. Zaten partilerin işi fikir üretmek değildir. Onlar  kurulmuş fikir çerçevelerini halka birer proje olarak sunarlar ama  derinlikten yoksundurlar. Ancak slogan düzeyinde  kolay yutulan fikir paketleri üretebilirler. Eğer  ciddi bir entelektüel birikimdn yararlanmıyorlarsa bu sloganlar ancak basit iman cümleleri olarak kalırlar. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” gibi saçma sapan bir sloganın, milliyetçiliğin gereği sanılması bundandır.

Sosyal medya basit bir iletişim vasıtasıdır ve hızlı haberleşmeyi sağlar ama bu yolla fikir üretmek mümkün değildir.

Türkçüler acil olarak ideolojik dağarcıklarını zenginleştirecek şekilde okumalar yapıp bunlardan elde ettikleri kanaatleri  kendi sanal ağ ortamlarında  ortaya koymalaı ve ondan sonra sosyal medyayı bunları duyurmak için kullanmalıdırlar.

Milliyetçiliğin bu  en kazına bir günde ulaşılmadığına göre onun ihyası da bir gün de olmayacaktır ama buna bir an önce başlanmalıdır. Türkçülerin ideolojik  donanımlarını güçlendirmek için MHP’nin onayına ihtiyaçları yoktur!

Bugün MHPye zarar vermemek  için akılların ve vicdanların susturulması Türk milliyetçiliğini hem içerik olarak yoksullaştırmakta hem de ahlaken onu büyük bir korkaklık, tavizkarlık ve riyakârlık izlenimine  batırmaktadır.

MHP’yi bekleyecek ne zamanımız ne de enerjimiz vardır.

Her Türk Milliyetçisi, artık kendi aklı ve vicdanıyla kendi imkânı ve bilgisi dahilinde bildiklerini, tecrübelerini ve kanaatlerini en hızlı şekilde insanlara ulaştıracak ortamları kurmakla mükelleftir.

Başkasına uymak sadece koyunlar için bir mazeret olabilir, Bozkurtlar için değil!





11 Kasım 2014 Salı

Bir Yorum Bin Musibete İşaret Edebilir


Milliyetçiliği Nakşilerden mi Nurculardan mı öğrendik?
Önce Müslüman olup olmadığını,Allaha iman edip etmedigine söyle Nevin Ersoy Çelik.Eğer Müslüman olup bu ancak ateist ve İslam düüşmanı yaratıkların yazabileceği hezyanlarından dolayi külliyen kafir oldun.Yok ateist ve İslam düşmanı biri isen ozaman da Türk Milliyetçisi olamiyacağın gibi,Türkde olamazsin,zira Müslüman doğup İslama düşman olan dejenere tipler olsa olsa Allahsız Ulusalcı Perinçek pisliğinin sevdalılarından biri olup Türkün azılı düşmanıdırlar.Bu vesileyle her iki katagoride de patolajık ruh halini taşiyan bu mürtedlerle ' Hıra dağı kadar Müslüman ,Tanrı dağı kadar Türküm' imanına sahip Ülkücülertin işi olmaz.TTK

Yukarıda, fakirin Haberiniz.com’daki  bir yazısına gelen yorumu hiçbir değişiklik yapmadan aktardım.
Bana göre yazının ideolojik ve psikolojik olmak üzere iki önemli yönü var.
İdeolojik yönü, yorum yazarının Türk Milliyetçiliğinden ne anladığı ve neden böyle anladığını gösteriyor.

Psikolojik yönü ise bugün kendisini Türk Milliyetçiliğinin yegâne sahibi sanan, kendilerine “ülkücü” diyen siyasi milliyetçilerin,  dünyaya ve insanlara hangi ruh haliyle baktıklarını göstermek açısından önemli.

Yorum yazarı, paragrafın bütününden anladığımız kadarıyla başka bir yorum yazarını ve elbette  söz konusu asıl yazıyı, milliyetçiliğin  “ölçülerine” göre eleştiriyor. Peki yorum yazarının milliyetçilik ölçüsü ne? Paragraftan anlayabildiğimiz kadarıyla  yorumcu tek bir ölçü kullanıyor: Din!

İnsanların dine yakınlıklarını, akıl yürütürken dine verdikleri önemi gözettiğini görebiliyoruz. Bu arada şunu da görüyoruz: Yorum yazarı din konusunda da tartışılmaz bir otorite olarak ahkâm kesip insanların imanlarını ölçebiliyor.

Peki Türk Milliyetçiliğinde ölçü nedir? Şahsen bir “ideoloji” olarak görmesem de bireysel  ideolojik tercihlere yön vermesi ile ideolojik bir boyutu olduğu kesindir.

Peki bir ideolojiyle   hangi yolla ilgileniriz? Elbette akılla. Bir muhakeme işi olarak ideolojinin akılla ilgisi, onun eleştirilebilmesine dayanır. Bir muhakeme işinin yönlendiren bir anlayış olarak milliyetçilik de şüphesiz akılla savunulur ve akılla geliştirilir.

Peki bu yaklaşımın içinde “Değiştirilmez naslara ve nakillere dayalı olduğu iddia edilen ve savunulan ”  bir tavır olan dinciliğin yeri olabilir mi? 
Dincilik, içinde akla ve muhakemeye yer veren bir anlayış değildir. Bunu bu yazının neresinden çıkarsıyoruz? “Önce Müslüman olup olmadığını,Allaha iman edip etmedigine söyle…”  cümlesinden. Yorum yazarı, bir başka yorumcunun akıl yürütmesini eleştirirken, akıl yürütmenin tutarlılığından ziyade, yorumcunun imanıyla ilgileniyor. Bu, dini,  akıl yoluyla kurumuş bir  büyük önerme olan ideoloji yerine koymak yanılgısıdır.
Yorumun hiçbir yerinde ,  eleştirilen hangi metinse; onun yanlışlığının sebebini izah etmek gayretinden eser yoktur. Çünkü yorumcunun ideolojik bir bilgisi ve görgüsü yoktur. Ama dini ideoloji sanmak yanılgısı ortadadır.
Yazının ikinci sakat yönü psikolojisidir.
Yorumcu, eleştirdiği yorumcuya daha ilk cümlede saldırmaktadır. Bu saldırısında, bir Müslüman olarak diğer insanlardan duyduğu doğal üstünlüğü çekinmeden ortaya koymaktadır. Yorumcunun daha ilk cümlesi otoriter bir kişiliğe işaret ediyor. Yorumun geri kalanında bu ruh hali dinin  bir gereği olarak meşrulaştırılıyor, “aklîleştiriliyor”. Yorumcu muhakemede açık gerçekleri ve bu gerçeklere işaret eden delilleri kullanmak yerine alabildiğine saldırgan ve yargılayıcı davranmayı, kendince ahlâkî bir gereklilik olarak görüyor.

Burası önemli çünkü her ne kadar kendisini bir Türk Milliyetçisi veya “ülkücü” olarak tanımlasa da özünde, din adına kelle kesen ve dindeki fanatizmlerini gurur vesilesi sayan IŞİD vs ile aynı psikolojiyi paylaştığını göremiyor.

Yorumcu bütün bir paragrafta,  akıl baliğ bir insanın ahlaki tercihine bırakılmış bir dini, kendi uhdesinde ve mülkiyetinde sanacak kadar benmerkezcidir.

Ayrıca yorumcu,  kendi ölçülerini koskoca bir dinin ölçüsü sayabilecek kadar da kibirlidir.
Yorumcunun dünyaya bakışı ise tümüyle gerçeklikten uzak ve nevroz izlenimi uyandıracak kadar  yabancılaşmıştır.

Peki bunun münferit bir aşırılık olduğunu söyleyip konuyu kapatabilir miyiz? Maalesef bunu yapmamız mümkün değil.

Çünkü yorumcu zımnen kendi kişiliğinde ve tutumunda, bütün bir siyasi camianın zihniyetinin tezahür ettiğini iddia ve ilan ediyor. Buna bireysel bir iddia diyebiliriz belki ama yorumun içindeki “milliyetçi” ve “Türk” kelimelerini çıkardığımızda  geriye salt  siyasal İslamcı /şeriatçı  bir metin kalıyor.

Bu yorum metni, Türk milliyetçiliğinin, kurucularının akılcı ve medeniyetçi çizgisinden nerelere sürüklendiğini açıkça gösteriyor. Bugün   milliyetçilik, artık yorum yazarının zihniyetini, ve bakışını paylaşan kitlelerin elinde alabildiğine tahrif  ve istismar edilmektedir.

Milliyetçi oyların neden dinciliğe kaydığını merak edenler için bu yorum önemli bir numunedir.

Ama  siyasetin, oy ticareti olmanın ötesinde  ahlâkî bir mücadele olduğunu düşünenler  için hayatı dinleştirmeye kalkmanın,  insanı insanlıktan nasıl çıkardığını göstermesi açısından önemli….

4 Kasım 2014 Salı

Subliminal Kürt Delikanlılarının Harman Olduğu Ekran!


Tweitter’da epeyce bir yazdım ama dayanılacak gibi değil…
Dizilere bakıyorum, en sevilenleri, eli tabancalı feodalite artıklarının cinsel fantezileri ve çocukça şiddet özentileri üzerine kurulu vıcık vıcık ajitasyon metinleri… “Höt!” dediğin yerde silâhına sarılan, facia Türkçeli bir sürü Kürt “babayiğidi” âleme, ahlâk ve cesaret dersi veriyor, iyi mi?

Bu da bize “mertlik” diye pazarlanıyor!

Komşusunun  ineği yüzünden kan davası başlatan kültür, 20. YY’ın efsanevi icadında, baş köşeye çörekleniyor aga!

Edward Murrows’un hayatıyla ilgili “İyi Geceler, İyi Şanslar” adlı filmde Murows, televizyonun salt bir eğlencelik olmaması gerektiğine dair tarihi bir konuşma yapıyordu.

Şüphesiz eğlenmek çalışıp didinen yorgun insanın en büyük hakkı.

İyi de aklı fikri abisinin dul karısına sarkıp “emanet” diyerek yatağa atmak olan,  altındaki en lüks arabalara rağmen hayattan sürekli şikâyetçi olan, elinin erdiği her yeri yakıp yıkmak için mazeret arayıp duran, şiddet ve şehvet düşkünü kompleksli  Kürt kabadayılarının tiplemeleriyle eğlenmek nasıl oluyor? Bir eli çükünde diğeri tetikte bekleyen mağara adamı kıvamındaki tiplerin sürekli, tükürür gibi Türkçe konuşmalarından nasıl bir eğlence devşirilebilir?

Ne iş yaptıklarını anlayamadığımız, bazısı  bütün öküzlüğü ile karmaşık holdingler yönetebilen, bir kısmın kaçakçılığı bile mertçe “hazmettirilen” tipler bunlar.

Televizyonda seyrettiğimiz tiplerin gerçekleri, zaten sokakları savaş alanına çevirmiyor mu? Serap’ı yakan uşaklar o tiplerin özenti  bebeleri değil mi? O halde burada eğlence falan yok. Burada açık  ve fevkalâde berbat bir tüccarlık var. O da kafamızda ucuz yollu bir Kürt hayranlığı ve daha kötüsü korkusu yaratmak çabası.


“Sen de iyice ırkçı oldun!” denebilir de bu adamların Kürtlükleri gözümüze her isimleriyle sokuluyor! Karılarının, bacılarının adları hep Kürtçe!  Yani artık Kürtlerin şiddet düşkünü insanlar oldukları imajı, eğlence sektörünün en  popüler ürünleriyle zaten hepimize kabul ettiriliyor. Eğlence sektörü Kürt dalkavukluğuyla kendince süreç vs oluşturmaya çalışıyor olabilir ama bilinçaltına yolladığı  mesajlar hiç de o kadar sevimli değil.