Bugün süpermarkette yumuşak
jelatin kapsül formunda çamaşır
deterjanları gördüm. Şüphesiz epeydir o
raflarda duruyorlardı.
Yumuşak jelatin kapsül içinde
yoğunlaştırılmış, deterjan, kireç önleyici, yumuşatıcı gibi maddeler, makineyi
kullanmayı bilmeyenlerin bile rahatlıkla kullanabileceği bir halde, tüketiciye
sunuluyor.
Yumuşak jelatin kapsül formu,
eczacılıkta uzun yıllardır kullanılıyor. Halk arasında “dil altı” tabir edilen kalp
güçlendirici ilaçlar, hep yumuşak
jelatin kapsül şeklinde hazırlanmış ilaçlar.
İyi de bir deterjan için bunca
çene yormanın ne âlemi var?
Şu âlemi var: Öncelikle yumuşak jelatin kapsül deterjanlar doğrudan doğruya çamaşırın içine
atılıyor. Yani bunları kullanabilmek için makinede deterjan gözü aramaya falan
gerek yok.
Ayrıca deterjan gözüne konulacak
deterjanı ölçmek derdini de ortadan kaldırıyorlar. Yani herhangi bir
öğrenebilir evcil hayvana verseniz; o da
sizin için deterjanı makinede kullanabiliyor.
Evine “son model” makine almakla
övünen pek çok ev kadını var . Bunların en az yarısının, “ ılımlı İslâmcı” bir
partinin seçmeni olduğu da eh ortada. “ Öğrenim düzeyi yükseldikçe oy oranımız
düşüyor !” diyen enerji bakanına bakılırsa bu yüzde ellinin okur yazarlığı da
ortalamaya veya ortalamanın altına yakın.
Bu seçmen kesimi muhtemelen makinenin
kullanım kılavuzuna en uzak kalacak kesim; kaldı ki artık makineler de mümkün
mertebe kullanıcı dostu olarak
tasarlanmasına rağmen…
Eee? Bu ne anlama gelir?
Elin oğlu ilaç teknolojilerinin
günlük hayata uygular,daha çeşitli, daha kaliteli ve daha çok mal üretirken
Türk toplumunun ortalama öğreniminin hâlâ beşinci sınıfı geçememiş demektir.
Öğrenim düzeyi ilkokul altı olan
bir toplumda yazarak, çizerek düşünerek para kazanılabilir mi? Bilinci mağara adamının ye ya da kaç
düzeyinde kalmış bir toplumda, fikir mülkiyetini koruyacak bir hukuk devletinin
yaratılması mümkün olabilir mi? Ya da böyle bir toplumda devletin, ilkel ve
cahil insanlarca sömürülmesine karşı çıkan yazarların, düşünürlerin çıkması, o
insanların hayatlarının korunması, onlardan ders alınması ve düşünerek
yarattıklarından geçinmelerinin sağlanması mümkün olabilir mi?
Peki ama herkesin elinde akıllı
telefonlar, bilgisayarlar, akıllı televizyonlar hatta akıllı buzdolapları var?
Bu sosyalist bakış açısıyla “kapitalist
bir yanılsama” gibi görünürken liberal
veya reel/rasyonel iktisatçı bakışıyla da ayrımsız piyasa ortamının bir sonucu.
Daha da ürkütücü bir keşifle
küreselleşmenin ta kendisi!
Hani bizi geri bıraktığı,
fakirleştirdiği söylenen büyük kumpasın ta kendisi!
Öyle mi?
Üzgünüm ama öyle değil. Neden
değil? Çünkü maliyetler yüzünden üretim artık kıtalar arası bir hal almış
vaziyette. Bu kötü mü? Kesinlikle değil.
Şundan dolayı: Kendi başlarına herhangi
bir karmaşık makineyi üretemeyecek, buna ne bilgileri ne de sermayeleri olan
ülkelerin insanları bu makinelerin
üretimine ortak edildiler. Ucuz
çalıştırılıyorlar mı? Evet! Ama gelişmiş
ülkelerdeki işçinin refahın maliyetinin o ülkedeki üretimle, yaratılan servetle
sağlanıyor olması.
Yani siz, siz oraya fabrika götürmedikçe kendi başına
fabrika kuramayacak insanlara bir anda kendi ülkenizdeki işçinin alım gücünü ve
hayat standardını sağlayamazsınız. Ama buna mukabil o ülkelerde bir işçi sınıfı, üretici olabilecek bir
teknik elemanlar zümresi ve ileri aşamada bunları istihdam edebilecek bir
sermayedar sınıfı yaratabilirsiniz.
Unutulan şey genellikle şu
oluyor: Gelişme aslında tamamen bir
ülkenin insanlarının özgürlüğe inançları, özgürlük bilinçleri, hukuka dayalı
siyaset oluşturma bilinçleri ve yetenekleriyle ilgili.
Başında herhangi bir sürü lideri
olmasını yaşamak için yeterli gören insanların herhangi bir hak mücadelesine
girmesi mümkün değildir.
İnsan aklını, yarattığı katma değerden dolayı,
korunmaya en lâyık şey olarak görmeyen bir toplumda ne
özgürlük anlayışı, ne hukuk devleti gelişiyor ne de yumuşak kapsül formunda
çamaşır deterjanı üretilebiliyor.
Bu geri ülkeler yaratılmış
değerleri bedelini ödeyerek satın
aldıklarında görünüşte gelişiyorlar ama
gelişmenin kaynaklarından mahrum oldukları için git gide daha fazla geri kalıyorlar.
Çünkü düşünsel anlamda üretimleri
olmadığı için medeniyet, teknik yaratırcılıkları olmadığı için de teknoloji
açısından daima “muhtaç” durumda kalıyorlar.
Sorun şu: “ Teknoloji bedelsizce
dağıtılabilecek bir şey değil!”
Ve gelişmemiş ülkelerde
gelişmenin düşünsel ve toplumsal
kaynakları da bulunmadığından;( yani başörtülü bacılarımızın bütün dertleri
gâvur icadı bir deterjanı gâvur icadı bir makineye atıverip çamaşır yıkamak ve son model makineleriyle övünmekken)
servet denen mal çeşitliliği, miktarı ve kalitesi yaratılamadığından, teknoloji
ithalinde iflası gösteren bir beton duvar ihtimali her zaman karanlıkta bizi
bekliyor.
Herif “Kroyum ama para bende!” diyor, arabasının arkasında. Evet kro da korunması gereken bir tür hayvan türü olabilir ama sonuçta para
denen şey, eğer iktisadi malların üretimiyle meydana getirilemiyorsa değersiz kâğıt parçalarından başka bir şey
değildir. “Kroyum ama para bende!” demek, “Para bende olduktan sonra insan olmaya gerek
duymuyorum!” demektir.
Türkiye üretim araçlarının üretim
faktörlerinin üretildiği bir ülke değil. Dolayısıyla bizim ekonomimiz ancak
tüketime ve israfa yönelik çalışıyor. Bisküvi, tişört, araba farı, emniyet
kemeri ( ki Türkiye’de tek bir firma üretir o da Fransız menşeli bildiğim kadarıyla)
üretmekle aya gidilmiyor, sone, senfoni yazılmıyor, facebook “yazılmıyor”…
Gerçekten üretici olmayan
ekonomilere sahip geri kalmış ülkelerin “servetleri” ile fikir mülkiyetinin
tanındığı ülkelerde yaratılan gerçek servet arasındaki fark gitgide büyüyor. Bu
fark ayrıca “almaya değer malların”
sürekli gelişmiş ülkelerden ithal edilmesiyle daha da açılıyor.
İş sadece servetle kalmıyor, teknolojinin,
bilginin, medeniyetin birikiminde meydana gelen fark hızla açılıyor.
Teknolojiyi sürekli para ödeyerek alabileceğimizi sanıyoruz ama paranın
gerçekte nasıl yaratıldığını bilmiyoruz. Dolayısıyla aslında bizim olmayan bir
parayı gelecek nesillerin hayatlarını ipotek ederek tüketip modernleştiğimizi sanıyoruz. Okuması yazması
zayıf, Türkçesi sapır sapır dökülen insanlar, nasıl konuşması gerektiğini bilen
insanların ürettiklerini tüketerek onlardan olduklarını sanıyorlar. Aynı
insanlar “ Avrupa’da insan olmak önemli!é diyerek bize ders veriyor ama
meselâ o ülkelerdeki ulusal kültüre,
egemenliğe ve hukuk birliğine verilen
önemi hiç göremiyor.
Ve sonra şöyle bir bakıp “Küreselleşme
zengini daha zengin fakiri daha fakir yaptı!” diyebiliyoruz. Ama fakirlerin
kendi ülkelerinde servetin kaynaklarını yaratmak için neden kafa yormadığını
ve neden
bir irade göstermediğini düşünmeye hiç yanaşmıyoruz.