31 Ağustos 2014 Pazar

Gecikmiş Bir Kitap Ve GIGER

Hans Rudolf GIGER, Mayıs 2014'te ölmüş. Dünyada her gün binlerce adam ölüyor, bu da kim ki? 

Ben ki cebinde ikikuruş maaşıyla Kadıköy'de kitapçıları, camdan piliç seyreden bir fakirgibi dolaşan bir asistandım, bir vakit. 

Bir gün bir kitapçıya girmiştim... Daha doğrusu inmiştim... Merdivenler sizi kitabın merak mağarasına çekiyordu. Basamakların yanındaki küçük camekandaki kalın, ciltli kitabın kapağı beni büyülemişti. İçeri girerken nane heyecanlıydım! 

Acizâne bir ressamımtrak ve çizgi roman ve dahi sinema seyircisi olarak kitap nefesimi kesmişti. Yaratıcı bir zekânın baş döndüren macerasının kitabıydı bu. Efsanevi sinema karakterlerinin hangi dikenli ve karanlık yollardan geçerek bulunduğunu, kendi resmini, algılayışını oluşturmanın nasıl bir şey olduğunugösteriyordu. Yıllanmış,biraz kekre ama kendi şehrinin tabelalarını çizen, egemen bir ressamın haritasıydı bu kitap !

Alabildiğine çarpıtılmış görünen bir erotizmin bir dehşet uçurumunun kıyısında eğilip  bükülen çizgileriydi,  gördüklerim. Öyle  ki yaratık insan olmanın her  sınırlamasından uzak salt kötülük, dehşet ve şehvetti! Bu şehvet savaşçı yaratıkların o koca kafalarından, doğurgan yaratıkların erkek bilinç altında yattığı söylenen  dişli vajina korkusunu çağrıştıran yapısına kadar her yerde hissediliyordu.

Kitap,(Yaratık) ve Species (Tehlikeli Tür) filmlerinin tasarımcısı İsviçreli ressam ve heykeltraş Hans Rudolf GIGER'in biyografisi ve albümüydü. O zaman bana pahalı mı gelmişti, yoksa ben mi cimriydim bilmem ama kitabı almadım. 

Hayır bugün "Pişmanım!"demeyeceğim. Çünkü yıllardır kafamda entelektüel faaliyetin bir sembolik bayrağı olmuş bu kitabı, üstad ölmüş olsa da gerçekten önemli olan şeyleri hatırlatması için sanalağdan ,mutlaka bulacağım! 

Çok yaşa Rudolf GIGER! Çok yaşa ALIEN! Sizi efsanenin müziğiyle uğurlayalım mı?


30 Ağustos 2014 Cumartesi

Atatürk Aromalı Kürtçülüğün Lezzet Markası: CHP


Çok sevdiğim bir çocukluk arkadaşım bana  “Doğu  ve Güneydoğu’da CHP li olarak PKK’ya terörist demenin, partiye oy kaybettireceğini” söyledi.

Bu söz, açılım denen “Apolojik İhanet tasarısına” barış diyen, PKKnın ideolojik kardeşi gibi davranan CHP için normaldi aslında. O bakımdan çok da anormal gelmiyor bana. En nihayetinde Kürt solunu koynunda besleyen bir partiden bashediyoruz.

Ama  üzücü olan yan hâlâ CHP’nin kendisini Atatürk’ün partisi olarak satmaya devam etmesidir.

Kubilay için Menemen’i yakmayı göze alan, Dersim’de Kürt eşkıyasının ağa babalarının devletçilik özentisine son veren Atatürk’ün milliyetçi kararlılığıyla CHP’nin Kürtçü sempatizanlığı aynı partide nasıl barınabiliyor, doğrusu merak ediyorum.

Bir şey daha var ki o beni daha derinden üzüyor. O da CHP gibi sözde ilkeli bir ideoloji partisinin temel endişesinin “oy” olması. Bir siyasi partinin başka ne gbi bir endişesi olabilir ki değil mi?

Siyaseti “Ne pahasına olursa olsun oy toplamak”  haline getiren merkez sağ belasının mirasını ağzı sulanarak kabul eden bu “devrimciler” partisinin hali berbat. Ben onun haline de acımıyorum. Neticede partiler geçici şeylerdir.

Ama bir yandan Atatürk’ün partisi olmak iddiasıyla sürekli seçmeni teşvik edip sonra da Atatürk’ün yüzlerine tükürmeyeceği ırkçı Kürt eşkıyalarına ve onların yardakçılarına yaranmak için kırk takla atan, bununla da yetinmeyip Hz. (!) Apo’nun hazırlayıp sunduğu programdan “Halkların kardeşliğinin”  çıkacağını sanan CHP’in   tavrına “ihanet” dememek için “salaklık” demek istiyorum.

Elbette bir parti oy almaya çalışacaktır ama hangi şartlarda? Yani ülkesi, egemenliği, ulusu tehlike altındaki bir partinin, her şey yolundaymış gibi oy hesabı yapması normal midir? PKK köylerde açık oy attırırken bunlar hiç olmuyormuş gibi Diyarbakır’da kahve toplantılarıyla CHP’ye oy toplayabileceğini sanan insanlar var.


Dahası PKKnın silahla ortadan kaldırılmasını, “ülkeyi kana bulamak” olarak görüyorlar. Bilmem ki CHPliler Kurtuluş Savaşı’ndan ne anlıyorlar? PKK savaş açacağını açıkça söylerken CHP bundan ne anlıyor? Asıl soru bu!

28 Ağustos 2014 Perşembe

Kaynamış Katranlı Demokrasiye Geeel!


Bir “Yeni Türkiye” lâfı aldı başını gidiyor.

Yani bir eski, kötü, bozulmuş Türkiye varmış, şimdi AKP yepyeni bir Türkiye icat ediyor. Öyle olsun be birader, itiraz etmiyorum. Tamam…

Şimdi şunu merak ediyorum:

Bu insanların babalarını, dedelerini biliyoruz. Şimdi biri diyecek ki: “Canım, insan babasından, dedesinden dolayı yargılanır mı?” Elbette yargılanmaz. Meselâ Ali  Kemal’in oğlu yanılmıyorsam diplomat olarak görevlendirilmiş.

İyi de Ali Kemal’in oğlu ile AKP takımının bir farkı var.

Ali Kemal’in oğlu,  babasının yanlışını anlayıp Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık gösteren bir insanmış.

Ya “Kanco’nun” oğlu Ahmet Türk  veya Derviş Mehmet’in torunu Bülent Arınç ? Bunlar aynı  sadakati gösteriyor mu? Maalesef hayır.

Ama beni asıl ilgilendiren bu insanlarla yen ve arzulanır, makbul, meşru bir ülke inşaa edilebileceğine inanmak.

Bir hukuk devleti yaratacak insanların, o hukuk devletinin unsurlarını anlayan insanlar olması gerekir. Atatürk’ü Osmanlı’yı yıkıp barışı bozarak  faşist ve ırkçı biri  olarak gösterenlere bir iki şey sormak istiyorum:

Kanco denen kaçakçı, eşkıya başı mı Türkiye’de “halkların kardeşliğini”  sağlamayı  veya  “demokratik  cumhuriyet “kurmayı  istiyordu?

 Derviş Mehmet mi “inanç özgürlüğünü” tanıyan “gerçek laikliği”  kurmak istiyordu? Yani Atatürk din düşmanı bir laikken Derviş Mehmet’in amacı, “dine saygılı” bir laik hukuk devleti kurmaktı, öyle mi?
İşte konu bu: Babalarının, dedelerinin ilkelliğini sürdüren insanların babalarının dedelerinin zihniyetiyle, içinde  korkusuzca yaşadıkları , servet edindikleri, siyaset yapabildikleri ( hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının korunduğu) Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülkeyi kurabileceklerini sanmaları.

Derviş Mehmetler, Kancolar asalak olarak yaşayıp sömürdükleri değerler tükenince  başka bir yere göçen canlılardır. Bu canlılarla bir devleti yaşatan ilkeleri sürdürmek mümkün değildir. İşte bu yüzden asalakların ilkelliğine geri dönmek isteyen insanlara “gerici” diyoruz.

Gericiler, biz kendilerini insan olarak gördüğümüz için insan elbisesi giymiş asalaklar.

Atalar doğruyu söylemiş: “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsini sevdiğim cinsine çeker!” diye. Biz şimdi kaynatılıp kaynatılıp tadından yenmez  demokrasi şekerlerin kazanında debeleniyoruz hacım….



27 Ağustos 2014 Çarşamba

Kapısı Kapalı Komşulara Ne Anlatalım?


Komşumla konuşuyoruz, “ Anadilde eğitim  hakkı verilmezse adam tabii silâha başvurur!” diyor daha lâfın en başında.

Etnik  aidiyetinden dolayı bunu söylemesini doğal kabul edebiliriz. Peki Kürt olmayan AKP yandaşları bu fikri nasıl paylaşabiliyor?

Çünkü bu fikir “çok basit”, tıpkı siyasal İslâmcılığın bütün fikirleri gibi.

Siyasal İslâmcılık “Allah’ın emrine uyanlar cennete gidecek. Allah’ın emirleri ni herkes anlayamaz. Allah’ın emirlerini bize anlatanlara itaat etmeliyiz.” Gibi gayet basit bir önermeyle işe başlıyor ve aslında her şeyi daha en başında bitirmiş oluyor.

Kürt etnik ırkçılar da “ Kürtler Türkiye’nin esas sahibi. Kürtler Türkler tarafından ezildi. Öyleyse Kürtler silah kullanarak evlerini Türklerden geri almalıdır.” Önermesine dayanarak siyaset yapıyor.

Peki ama bu önermelerin yanlışlanması kolay değil mi? Elbette kolay. Sorun, ilk olarak bu basitlikteki önermelerin hitap ettikleri kitlelerin kapalılığı.

Bunun yanı sıra yıkıcılığın, yapıcılıktan çok daha kolay olması.

Kürt etnik ırkçılığı da siyasal İslâmcılık da kapalı toplumsal yapılara/cemaatlere  hitap ediyor.

Kapalı toplumsal yapılar, kendileriyle aynı anda var olan daha gelişmiş toplumsal yapılara karşı bir yetersizlik  duygusu ve aşağılık kompleksi geliştiriyor. Neden?

Çünkü bir noktada “Allah’ın emrettiklerini yapmak…” öncülünü  veya “Kürtler Anadolu’nun sahibidir” öncülünü hiç de o kadar ilginç ve hatta akılcı bulmayan, çok daha sorgulayıcı ve karmaşık bir toplumsal yapının yanında, kendilerinin bildikleri şeylerin, hayatın hiçbir sorununa karşılık gelmediğini, çözüm üretemediğini görüyorlar. Bu, kapalı toplumsal yapıların “kültürel yetmezliği” olarak ortaya çıkıyor.

Bu yetmezliğin yarattığı çaresizlik, bir korku ve endişeyle bu toplulukları, kendi içlerine kapanmaya itiyor.

İçe kapanma, bütün iletişim kanallarını kapatarak yerleşik kanaatlerin “kâfirlerce” veya “faşistlerce”  bozulmasın engelliyor.

Dolayısıyla  size en açık görünen, ulusal egemenlik, uluslaşma, uluslaşmaya dayalı hukuk birliği, kanun önünde eşitlik, kültürel benzeşme gibi en açık  gerçeklerden bile  bahsetseniz; komşunuz en başa dönüp “ Ama anadilde eğitim hakkı…” demeye devam edebiliyor.

Bahsettiğiniz kavramların uzun zaman dayanan, tarihi derinliği olan, büyük toplumsal tecrübelerin ve gayretlerin eseri olduklarından bahsettiğinizde de sanırım “Beni aşağılıyor!” şeklindeki bir düşünceyle Kürtçü veya İslamcı komşunuz iletişimi kendi içinde kesiyor ve gene “Anadilini yasaklarsan silaha başvurur!” kısır döngüsüne geri dönüyor.

Çünkü onun çözüm paleti maalesef uluslaşmış bir toplumunki kadar geniş değil. Bugün Türkiye’nin önüne “çözüm” diye sunulan şeyin IŞİDçi dincilerin veya silâhlı Kürtçülerin “çözümden” anladıkları ilkellikler olduğunu AKP içinde  bilmem fark edebilen var mı? Çözüm onlara göre basit: “ Bize itaat etmezseniz şehirlerinizi bombalar sizi katlederiz! Bize itaat ederseniz ne yapacağımıza bakarız!”

Bin bir tecrübe , emek ve fikirle oluşturulup  düzeltilmiş toplumsal yapılar Kürtçüler veya dinciler için bir değer taşımadığından onların yıkılmasındaki kolaylık da kendisini ezilmiş gören Kürt kökenli komşum için son derece çekici geliyor. Ona göre Türk adını bombalayıp yok ederseniz Kürtler  anadillerinde eğitim yapabilecektir! Eh çözüm bu kadar kolaysa neden TC’nin kurumlarını bombalamaktan, memurlarını öldürmekten ve  Türkleri korkutmaktan geri durmalı ki?

Bu tuhaf gelebilir ama yeni yapılan ve Mehmet Faraç’ın Aydınlıktaki köşesine taşıdığı bir ankette AKPlilerin %37.5’i ve HDP/BDPlilerin %41’, IŞİD’i terörist olarak GÖRMÜYOR!

Lâik ve ulusal Türiye Cumhuriyeti’nde amaç “aklı hür, vicdanı  hür, irfanı hür” nesiller yatiştirmekti. Bu da sebep sonuç ilişkilerini gözeten ve davranışlarıyla ilgili sorumluluk alabilen özgür insanlar yetiştirmekti. Bugün fiilen yıkıldığı söylenen “eski Türkiye” ile işte bu özelliklere sahip olan insan idealini kaybettik. Onun yerine şeyhine, imamına, ağasına, “başkanına” bağlı, mantıklı inşaalardan ziyade emirle yıkmaya yönelen “dindar ve kindar” insan  tipi yerleştirildi.

Bu tip insana  yaptıklarının sonuçları ve sorumluluklarıyla yıkmak istediği büyük yapı arasındaki ilişkiyi anlatabilmek biraz zor.


Sorun, bilincini dışarıya ısrarla kapatan insanlara, onların sınırlı kelime haznelerine, kesin inançlarına ve büyük önyargılarına karşı uygarlığın ulusal bir devletle ilişkisini nasıl anlatacağımızdır. Sorunu tespit ettik. Çözümü düşünmeye zaman ayıralım şimdi de…

26 Ağustos 2014 Salı

Harfleye Harfleye Göl Olur

Şu sıralar sıkça işitiyorum: "Doğru söylüyorsun AMA..."
Bununla konuşmanın boş bir iş olduğu anlatılmak isteniyor herhalde , eyvallah!
Ama bunun yanında konuşmanın, yazmanın aslında boş işler olduğ söyleniyor.
Gerçekten öyle mi?
Bu inanç aslında dinci ve etnik ırkçı vahşetin ve ilkelliğin karşısında yenildiğimizi itiraf etmek, demek.
Çok haksız sayılmaz çünkü gerçekten etnik ırkçılık ve dincilik ikna edilmekten uzak, buna niyeti de kaabiliyeti de olmayan toplumsal bir tabana dayanıyor.

Peki ne yapalım?
Bunu "verili" /değiştirilemez bir gerçek olarak kabul edip boyun mu eğelim?
Boyun eğmezsek de her birimiz elimize bir silah alıp savaş mı çıkaralım?
Şüphesiz "namus günü" geldiğinde onu da yaparız ama bugün başka işlerin günüdür.
Bugün yapılması gereken etnik ırkçı ve dinci koalisyonunun her türlü baskısına ve algı operasyonuna karşı konuşmak ve daha önemlisi YAZMAK. Çünkü söz uçar, yazı kalır.

Günümüzde milliyetçi denebilecek vatansever basın muazzam bir saldırı altında. 

Bu basın kesimi tamamen vatanseverlerin desteğiyle ayakta duruyor.Milletçe yıllık kişi başına ortalama ancak 16sn. okuduğumuz düşünülürse menfaat havuzundan beslenmeyen basın organlarının durumu herhalde anlaşılabilir.


PekiTürk Ulusu ve Türk vatanını entelektüel sahada savunmak yalnız onların görevi midir? Elbette hayır!
0 halde bizne yapmalıyız?
Bizim yapmamız gereken sanalağı etkin biçimde kullanmaktır.
Bu "sosyal medyada" varlığımızı göstermenin ötesinde ciddi bir iş.
Bu,"entelektüel bir birikim" oluşturabilmek meselesi.

Şahsen bunun için solcu olsun sağcı olsun her bir milliyetçinin/ vatanseverin (Elbette sanal ağ için ulemadan, asrı saadetten vs. bir delile ihtiyaç duymaksızın aklını kullanabilenlerin) kendine birer kişisel sanalağ günlüğü (blog) açarak bir an önce fikirlerini, çözüm önerilerini paylaşmaya başlaması gerektiğini düşünüyorum.
Blog,ücretsiz, rahat düzenlenebilen ,gayet kolay açılabilen bir kayıt türü. Ayrıca akıllı telefon uygulamalarıyla her yerde yazılabiliyor.

Bu neye yarar? Buher şeyden önce var olduğumuzu gösterir.
Bir sanalağ günlüğü bir gazeteden çok daha hızlı dağıtılır. Sansürlenmesi daha zordur.
Kişisellik içerdiği için okura çok daha samimi ve yakın gelir.

Diğer sanalağ günlükleriyle etkileşerek izlenme/ okunma sıklığı arttırılabilir.
Görsel içerik eklenme imkânı ile çekiciliği arttırılabilir.
Bugün bir sanalağ günlüğü milli mücadelenin yerel basını gibi bir sorumluluk taşıyor.
Belki tek başımıza bir şey değiştiremeyiz ama hiçbirimiz hiçbir şey yazmazsak hiçbir şeyi değiştiremeyiz.

Öğrenilmiş Çaresizliğe Karşı Kelebek Etkisi Ve CHP Delegesinin Sorumluluğu


CHP  kendisini “değişimin öncüsü” olarak tanıtıyor.

Gerçek olup olmaması bir yana, bunun reklam mottosu olarak bile telâffuz edilmesi güzel. Bu, CHP’de bilinçlerin değişime kapanmadığını gösteriyor.

Peki yeni kurultay hazırlıkları sürerken CHPli davranışı bu  kalıpsöze (mottoya) uygun mu? Maalesef değil.

CHPli delegenin henüz yolun başındayken genel başkana bağlılığını göstermekte acele etmesi bana göre iki sebebe dayanıyor: Birincisi psikologların birinci fayda dedikleri şeyle. Yani mevcut yönetime bağlılıkla menfaat kaynaklarına bağlantıyı korumakla...

İkincisi daha derin ve Türk siyasetini de yönlendiren,   tehlikeli ve adaletsiz sonuçlar da doğurabilen “öğrenilmiş çaresizlikle”.

Öğrenilmiş çaresizlik menfaat algısından çok daha hızlı yayılıp bilinçleri ikna edebilen bir güdü. Tek tek bireyleri çok kolay kırıp  onları, güdülebilir yekpâre sürüler haline getiriyor.

Bugün Kılıçdaroğlu Alı Ok’un yeniden yorumlanmasından bahsediyor. Hiçkimse bunun CHPli delegenin ve Türk Ulusu’nun genel ihtiyacı olduğunu düşünmüyor. Dahası hiçkimse  Kılıçdaroğlunu böyle bir akıldanelikten dolayı daha çekici ve becerikli falan da bulmuyor.

CHP delegesinin genel psikolojisi, adına “muhafazakâr” denen ama aslında  kelle meraklısı olduğu anlaşılan, tutucu kitlelerin psikolojisiyle birebir örtüşüyor. “Mevcuda tutunmak, onu kaybetmemek, mevcuttan gelecek faydalara razı olmak, mevcudun tanınırlılığna ve bilinirliğine sığınmak” olarak özetleyebileceğimiz bir  ruh hali bu.

Bu ruh halinde delege/seçmen başa getirdiği insanın,  kendi iradesinden pay aldığını göremiyor.  “Bir oy neyi değiştirir ki?” düşüncesine kapılarak kendi iradesi dışında  Tanrısal  bir başka kitle iradesinin, lideri atadığı, seçtiği kabulüyle oyunu veriyor. Bu ruh halinin altında “ Zaten her şey belirlenmiş..” diye özetleyebileceğimiz  Arap/Emevi kader inancı yatıyor. Bu bilinçdışımıza öyle yerleşmiş ki meselâ yakında konuştuğum bir CHPli genç dahi yapılması gerekenleri çok iyi bildiğini gösterirken konuşmasını “ama” ile bağlamaya eğilim gösteriyordu.

Genç, yapılanı akıl edebiliyor, oraya kadar kendi aklına güveniyor ama iş değişikliği gerçekleştirmeye gelince bunun, ancak   Tanrısal bir iradenin gerçekleştirebileceği  kadar büyük bir iş olduğuna inanıyordu.

Oysa sandık başına gittiğinde, verdiği son oyla büyük bir akışı yönlendireceği ona söylense; eminim daha farklı davranırdı.

CHPli delegelerde “Benim oyum her şey değiştirebilir…” algısı yerleşmeli.

İyi de CHP’de  bunun yerleşmesinin önemi ne?

Çünkü CHP ulusal değerlere bağlı kalarak batılılaşmanın öncüsü olmuş, Atatürk’ün uygarlaşma hedefini kurumsal olarak ifade eden bir yapı da ondan.

Batı bireyselliği genellikle salt bencillik olarak ele alınır ama aynı zamanda demokrasinin ve adalet  idealinin temelidir. Şöyle ki batı bireyselliği kişinin kendi başına  kendi hedefini belirleyebileceği ve gene kendi başına bunların sorumluluğunu alabileceği düşüncesine dayanır.

Bunun anlamı , hukukta “suçun şahsiliği” ilkesinin yerleşmesidir.

Politikada ise her bir seçmenin kendi başına politikayı etkileyebileceğinin anlaşılmasıdır.

Bugün  değişmez ve kalıplaşmış seçmen kitlelerinin var olduğu kanaati, dinci eğilimli büyük sağ kitle partilerince o kadar tekrarlanmıştır ki seçmende, kendi  oyunun etkililiğine dair hemen hemen hiçbir inanç kalmamıştır.

Sağ seçmenin kendi liderine gösterdiği “halife” bağlılığı CHP’de lâik bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu bağlılığın motifi temelde aynı…

CHPli delege “ Hiçkimse tek başına merkezi yenemez, öyleyse başımıza geçmiş insanlara yanaşmak hem yerimizi  ve menfaatimizi korumak hem de istikrarın devamı için mevcut yönetim sürdürülmeli…”

Aslında CHPli delege mevcut yönetime şöyle bir baktığında yönetimin Atatürk ilke ve devrimlerinden ziyade tuhaf bir enternasyonalist ve Kürtçü siyaset esnaflığına yöneldiğini görecektir. Yani aslında “kral çıplaktır”.

Ve daha önemlisi mevcut yönetim her bir delegenin kendi başına, kendi eliyle atılmış oylarıyla seçilmiştir. Delege burada “ilâhi/meta bir irade tarafından önceden belirlenmiş bir yönetimi onayladığını” sanmaktadır.

CHP ne yapmalıdır?

CHPli delegeye, oyu ile partinin politik yöneliminin değişeceği söylenmelidir. Görüne  o ki CHP Kürtçü/enternasyonalist bir   Marksizmle Atatürkçü, millîci/Kuvvacı  yönelimler arasında tercih yapacaktır. Mevcut yönetim Kılıçdaroğlu’nun şahsında ( aynen tek adam  yönetimlerinde olduğu gibi) Kürtçü/enternasyonalist bir yöne gideceğini açıklamıştır. (“Altı oku yeniden yorumlamak”tan murat muhtemelen “milliyetçiliğin”, solcu hümanizme ayak bağı olduğu yönünde, toplumda dinci siyasetçe oluşturulan yaygın algıdır.)

CHPli delegeye, oy kabininde başkandan da her türlü güç figüründen de tamamen bağımsız olduğu anlatılmalı, bunu algılaması sağlanmalıdır. Delege/seçmen oy kabinine girdiğinde tek başına ciddi  ve gerçek bir anlam ifade eden, gerçekleri değiştirme gücüne sahip bir mikro etki yaratmaktadır. Bilimsel kavrayışının sağ seçmene göre daha güçlü olması muhtemel olan CHPli delegenin bunu anlamaması söz konu olamaz.

CHPli delegeye, siyasetin ezbere davranan kitlelerin kavgası olduğu kanaatinin demokrasi için büyük tehlike olduğu açıklanmalıdır. Bu açıdan kendisinin de aynı algıya teslim olmaması gerektiği ısrarla belirtilmelidir.

Bilim bize küçük değişimlerin büyük değişimleri doğurabileceğini göstermektedir. “Kelebek etkisi” sadece teorik bir akıl oyunu veya fantezi değildir. Kelebek etkisi düşüncesi bize yanlış bireysel davranışların birikimli sonuçlarının meydana geldiğini hatırlatır bir şekilde.  Bu şekilde düşünüldüğünde, bir kum yığınının, tepeye düşen son bir kum tanesiyle yıkılacağı bilindiğine göre, aslında hiçbir kum tanesi yığın içinde anlamsız bir birim değildir.  Devrim düşüncesinin temelindeki niceliksel değişmenin niteliksel değişmeyi yaratacağı  kabulü, aslında bireylerin anlamlı varlıklarına dayanmıyorsa neyi ifade etmektedir?

CHPli delege partinin yöneliminin, mevcut yönetiminin tanrısal aklıyla belirlenecek bir şey olmadığını anlamalıdır. Ülkenin kuruluş ilkeleri ve mevcut koşullar arasındaki çelişkiye teslim olmamak gerektiğini anlamllıdır. Ülkenin kuruluş ilkeleri ve mevcut koşullar arasında ülkenin  kuruluş ilkelerini tercih etmesi gerektiği anlatılmalıdır.

CHPli delege, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Atatürk’ün de yola çıktığında, kitlesel bir iktidar gücüne karşı tek başına olduğunu ve yanında haklılığına dair büyük inancı dışında hiçbir şeyinin olmadığını bir kere daha hatırlamalıdır.Atatürk  Kurtuluş Savaşını başlattığında tek bir kişi idiyse hiçkimsenin “amaların” ardına sığınarak  kitlenin Tanrılığına boyun eğmesi  düşünülemez.

CHPli seçmen, CHP’nin, Kuvvayı Milliyenin partisi olduğuna gerçekten inanıyorsa yapması gereken her bir üyenin tek tek ulusal egemenliğe ve adalete inancını  sandık başında göstermelidir. CHP,dinci gerilikle  bulaşık, sağ kitle siyasetinin tapınmacı hastalığından ancak böyle korunabilir..

CHP’nin korunması belki tek başına  çok önemli olmayabilir ama o bugün, Türk düşmanlığında anlaşan, Kürtçü/İslâmcı koalisyonunun yıkıcı popülarizmine ve  oportünizmine karşı Türk Ulusu’nun tek uygar ve lâik temsilcisidir. CHP delegesi sandığın başında, öğrenilmiş çaresizliğe karşı kelebek etkisini temsil ettiğini bu yüzden aklından çıkarmamalıdır.





24 Ağustos 2014 Pazar

Ben Ne Diyorum Sen Ne Anlıyorsun?


Toplumdaki ayrışmanın sebebi algılama biçimlerinin ayrışması aslında.

Jefferson “Bu Anayasa ile bir ulus yaratıyoruz.” Demiş ABD Anayasası ‘nı hazırlarken.

O ulus nasıl yaratılmış?

Daha Anayasası hazırlanırken Amerikan ulusu kendiliğinden oluşuyordu.  O ulusun dili neydi? İngilizce. O ulusun toplumsal düzeninin  ahlâkî temeli neydi? Anglosakson /Protestan ahlâkı. O ulusun toplumsal düzenindeki özgürlük anlayışı neydi? John Locke’un toplumsal ve dini hoşgörü anlayışı ile biçimlenen  bir özgürlük anlayışı.

Aslında hiç yoktan bir ulus yaratılmıyordu. Sadece İngiliz örfünden  öğrenilen ilkeler, ABD sınırları içinde kalan bütün etnik gruplara ayrımsız uygulanıyordu, o kadar.


Öyle ki bir göçmenler ülkesi olan ABD  hiçbir  göçmen grubuna, ABD kanunlarından ayrı bir egemenlik alanı kurmak, kendi dilini resmen kullanabilmek “hakkını” vermiyor, ancak ve yalnız İngilizce konuşan ve bir Anglosakson Protestan gibi yaşayarak geçmişle ilgili bütün bağlılıkları kopartmış insanları kendinden sayıyordu.

Şurası özellikle önemlidir ki ABD’de etnik azınlıkların hak mücadeleleri asla siyasal Kürtçülüğün silâhlı egemenlik iddiası ve terörü gibi olmamıştır.

ABD’de “azınlık” grupları daima haklarını, beyaz, Anglosakson ve Protestan insanın  medeniyetinden çıkmış Anayasa içinde kalarak ve bu Anayasaya sığınarak aramışlardır. Bu hak arayışında, üstün ve uygar bir ulusun üyesi olmak iddiası, mücadelenin meşruiyet şartı olarak ortaya konmuştur.  ABD egemenlik alanında beyaz renge başka  herhangi bir rengin ortak olmasına asla izin vermemiştir,  vermemektedir.

ABD Başkanı kinci ismindeki “Hüseyin’i” “H.”  kısaltamasıyla telaffuz etmiştir.

Bu yanlış mıdır?

Asla! Çünkü canınız pahasına koruduğunuz bir devlet  kurduğunuzda toplumsal düzenin temelindeki rızanın toplumsal hayattaki uyuşmayla temellendirilmesi şarttır.

Yani “çok renkli” bir toplumun içinde renklerin ayrı ayrı egemenlik sahaları oluşturmalarına izin verirseniz, o “renklerin”  hak aramakta, düşmanla çarpışmakta, barışı anlamakta kullanacakları bir müşterekleri kalmaz.

Renklerin ancak  anlamlı ve bütünlük içeren bir büyük resmin “anlamlı” parçaları olduğunu herkes kabul ederse o ülkede  dost ve düşman algısı tekleşir ve işte o zaman ancak “ulusa adına karar veren bir yargı” teşekkül edebilir.

Bugün Türkiye’deki “çok renklilik” algısı, her rengin kendi başına bir resim oluşturmak iddiasına resmi özgürlük tanınmasına dayanıyor.

Yani meselâ Kürtlerin, sırf Türk olmaktan nefret ettikleri, kendilerini dünyadan ayırmaksızın huzur bulamayacaklarını söyleyen birileri var diye, onların meşru egemenlik alanımızdan kendilerini ırka dayalı bir şekilde ayırabilmelerine özgürlük tanımak gibi…
 
Veya  sırf kendilerini Müslüman görüp de  diğer herkesi kınayan ve herkesi de kendi bildikleri  dini cemaat ve tarikat yapısına boyun eğdirmek iddiasını özgürce savunmak isteyen şeriatçıları “renk” olarak kabul etmek gibi…

Türkiye’nin yanlışı, gerek etnik gerekse dini cemaatleşmeye, egemenliği bölmek özgürlüğü verecek kadar çarpıtılmış bir demokrasi anlayışının iktidarına izin vermesidir.

Her cemaat veya etnik topluluk elbette mensuplarının tanınmasında belli ortak özelliklere sahiptir. Sorun bu özelliklerin, ülkeyi kuran en büyük ulus anlayışına ve kültürüne rakip ve denk sayılıp sayılmamasıdır.

Dünyada hiçbir uygar ulusal ülkede azınlık gruplarının böyle bir denkliği tanınmaz. Çünkü cemaat yapılarının içinde hukuk devletinin uluslaşma dinamiği ve hukuk birliği ideali ortaya çıkmaz. Bu olmadığı takdirde de ülke egemenlik iddialarından kaynaklanan bir savaş veya iç savaşla karşı karşıya demektir.


22 Ağustos 2014 Cuma

Benim Blogum Benim Alanım

Radyoda, televizyonda kendi programını yapan insanlara hep özenmişimdir.

Onların sıradan siyasetçilerden vs. kesinlikle çok daha saygıdeğer ve nitelikli olduklarını düşünmüşümdür.

Birileri o İnsanların programlarına katılır ve gider. Ama program sahipleri uzun süre kalır.Onlar sözlerini dinletmek imtiyazna sahip insanlardır .

Bu, çok özel kişisel bir şeydir.
"Konuşarak İkna Psikolojisi" adlı yeni aldığım kitabı, bir defne gölgesinde okurken (evet ben kişisel gelişim kitaplarını seven ve yararlarına da inanan bir insanım) bir şey fark ettim: Blogum benim özel ilham alanım ve ifade aracımdı!

İstatistiklere bakınca pek de tutulan bir blogum olmadığını görebiliyorum. Amerika'da sadece blog yazarak geçinen insanlar olduğunu biliyorum. Okumanın hayatında hiçbir anlamının ve öneminin olmadıgi bir toplumda yaşadığımın da farkındayım.

Buna rağmen öncesi değişik bir adla olmak üzere dokuz yıldır düzenli blog yazdığımı da biliyorum.
Arada bir alınan reklamlar dışında pek de para kazandığım söylenemez.
O zaman ,blog yazmanın bana faydası ne?

Sanırım şu: Düzenli ve çizgi sahibi bir blog yazmak, her şeyden önce bana bir özdeğer duygusu kazandırıyor. Ben de kendimi radyoda program yapan ve eşsizbir iletişim imtiyazına sahip insanlardan biri olarak hissediyorum.

Bunun yanında, içine girip yararlanmak isteyenler için bir düşünce evrenini tuğla tuğla inşa etmenin sabrını ve zevkini tadıyorum.

Bu, kendimle da düzgün ve sakin konuşmamı sağlıyor.Bu günük çalkantılara rağmen karamsarlığa kapılmamamı sağlıyor. Çünkü eninde sonunda blogn okuyanlar yalnız olmadıklarını görüyorlar.
Evet blogum benim alanım ama aynı zamanda var olmak için çabalayan herkesin de buluşma noktası.

19 Ağustos 2014 Salı

Bir Ulusal Türk Partisi Olarak CHP'nin Sorumluluğu

CHP bir Türk partisi olabilir mi? CHP bir Türkiye partisi olmak istiyor ama  altı okundaki milliyetçiliği görmezden geldiğini bir türlü fark edemiyor.

CHP “Türksüz bir Türkiye”  olabileceğini varsayarak “vatansız işçilerin” partisi olmaya gayret ediyor.

CHP, savunduğu sınıf  paradigmasının Kürt etnik ırkçılığı karşısında  hiçbir sempatik ve kavrayıcı  yönünün kalmadığını nedense kabul etmeye yanaşmıyor.

Ama bu başka bir tartışma konusu. Gene de bu tutumun bir başka zihni kökeni var o da taşralılık, kenar mahallelilik.

CHP halka yaklaşmayı, solcu lümpenliğinden ibaret sanıyor.

Bunun yanısıra siyaset tarzı veya pratiğinde tam bir popülist sağ parti gibi davranıyor.

Seçmenin çoğunluğuna sahip sağ partilerin  belli başlı ortak özellikleri var.

Bunlar: Lidere tapınmak, kesin inançlılık, köylülük/kenar mahallelilik ve menfaatçilik.

CHP Türkiye partisi olmaya çalışırken sağ partilerin toplumsal kesimlerine yaklaşıyor. Bunun yanı sıra  aynen sağ partilerin menfaat dağıtmak metodunu benimsiyor.

Bu bakış açısı, insanı kayıtsız şartsız menfaatçi  ve kimliksiz bir canlı türü olarak görmeye dayanıyor. Milleti ve milliyeti ideolojik olarak  anlamsız bulan solun bir partisi olarak CHP “Türk” demeksizin menfaat dağıtarak herkesten oy alabileceğini sanıyor.

Bu yanılgıdan ayrı olarak bütün siyaseti, bedeli ne olursa olsun oy çoğunluğunu elde etmek olarak görmesi de aslında ilkesiz sağcılıkla aynı şekilde düşündüğünün delili.

CHP o kadar kendine dönük ki seçmenleri dışındaki vatandaşların kendisinden beklentilerinden bihaber.
CHP Atatürk ilke ve devrimlerinin farkında olan tek parti. Bu da “Nasıl bir siyaset?” sorusuna  Atatürk’ün nasıl bir milliyetçi ve akılcı cevap verdiğini bilmesi gereken bir parti olduğunu gösteriyor.

Peki CHP böyle mi davranıyor?

Yani “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir!” diyen Atatürk’ün tavrını mı sürdürüyor yoksa bu anlayışla Kürtlerden oy alamayacağını düşünerek “hafif PKKlılık” mı yapmayı uygun görüyor?  Maalesef ikincisini…

CHP akıl ve din, siyaset ve din, siyaset ve toplumsal düzen, uluslaşma ve hukuk birliği konularda elindeki ulusal argümanlara dayanarak milleti aydınlatmak yerine makarna dağıtıcısı sağ siyasetin kolaycılığına tevessül ediyor. Belki makarna dağıtmıyor ama makarna dağıtımının, menfaat dağıtımının bedeli konusunda  halkı yeterince aydınlatmıyor. Yolsuzluk dosyalarından bahsetmiyorum. Genel olarak menfaat dağıtarak siyaset yapmanın toplumda yarattığı maddi eşitsizlikler,   bunun yarattığı toplumsal kimlik bunalımları ve ayrışma, egemenlik ve hukuk birliği kaybı   konularında aydınlatıcı olmuyor. İnsanlara siyasi tercihlerin bir sonucu olduğunu göstermiyor.

Bir devlet memurunun kaç kişinin işsizliğine sebep olduğunu, dolayısıyla oy için kullanılan hesapsız kamu istihdamının, tarikatleri ve  etnik ırkçılığı memnun ederken nelere sebep olduğunu anlatmıyor.

Veya “Türk”  isminin unutturulmasının siyasal ve hukuksal muhtemel sonuçlarına, tehlikelerine yeterince dikkat çekmiyor.

Kısaca CHP “Sağa yanaşmam, ben Marksist, hümanist ve enternasyonalistim!” derken cahil halkın cahil sağ siyasetçilerce sömürülmesine, böylece dinciliğin egemen ve meşru yerleşik siyasal kamp olmasına;  etnik ırkçılığın da  bunun düşman kardeşi olarak siyaseti yönlendirmesine sebep oluyor.

Oysa CHP sağla ortak bazı değerleri laik ve akılcı şekilde savunarak sağın dincilik güdümüne girmesini engelleyebilir. “Sağa yanaşamayız!” diyen Kürtçü milletvekillerinin aklına uymayı solculuk saymaktan vazgeçmedikçe hep belli bir kliğin partisi olarak kalacak.

CHP sadece seçmen sayısıyla değil, Atatürk’ün laik, medeniyetçi milliyetçiliğinin de varisi olmaktan dolayı Türk Milletine karşı diğer partilerden daha fazla sorumluluğu olan bir parti.  Bu sorumluluk, cehaletin ve ihanetin iktidar olduğu bir dönemde  çok daha ağır bir şekilde CHPnin omuzlarına biniyor.



17 Ağustos 2014 Pazar

Solum Sağımı Bileydi


Mine G. Kırıkkanat’ı, Alev Alatlı’yı, Özdemir İnce’yi okumayı seviyorum. Neden seviyorum? Çünkü hayata benden çok önce ve medeni olarak önde başlamış bu insanların birikimi  beni hayran bırakıyor.

Alatlı biraz ayrı durmakla beraber bu üç seçkin Türk’ün Türk milliyetçiliğinden bahsederkenki tavırları ise tuhafıma gidiyor. Aslında söylediklerinde  haklılık payı yok değil ama…

Şurası kesin: 1969 MHP Kongresiyle beraber Türk milliyetçiliği geri dönülmez biçimde dinci ve yobaz bir mecraya girmiştir.

Sorun, bunun milliyetçiliğin tabiatına şamil olmamasıdır. Bir diğer sorun, Türkçe’ye, Türk milletine, Türk tarihine hayranlıkla bağlı seçkin solcularımızın, milliyetçilikteki bozulmayla milliyetçiliği mahkûm etmekteki ısrarları.

Evet  Türkiye’de milliyetçilik, siyasal  fırsatçılık ve halk dalkavukluğu yüzünden Arap hayranlığına, ümmetçiliğe kaymıştır. Amma  Türk milliyetçiliği ezelden bu halde gelmemiştir, gelişmemiştir.

Bugün Atsız’da bir Hitler gölgesi bulmaya çalışan, yazdıklarından tek satır bile okumadıkları gün gibi aşikâr solcularımızın, Atsız’ın uygar ve akılcı metoduyla,  kahramanlık idealini bilmemeleri normaldir. Veya uluslaşmada hukuk birliğinin önemini vurgulayan Sadri Maksudi’nin, öpüşerek ibne olunacağını sandıkları için kafa tokuşturan dinci  ülkücülerden biri  olmadığını  da bilmek istemezler.

Veya meselâ bir yandan Ermeni yalanlarına karşı cesurca Türk olmakla karşı koyan Mine Hanım’ın,  milliyetçileri Kürt düşmanı ırkçılar sayması beni gülümsetiyor. Çünkü hakikaten yanaklarının temasıyla  tahrik olacağını sanıp da kafa tokuşturan cahil  ülkücülerin, batının “bilimsel ırkçılığından” bihaber olduğunu bilmiyor. Biz Türkler genetiği sadece hayvan melezlemede veya ağaç aşılarken o da el yordamıyla kullanırız. Biz “üstünlüğün” izini fosillerde arayacak kadar ne çalışkanız ne de meraklı.

Bize yapıştırılmaya çalışılan “ırkçılık” görünen o ki bir dönem “millet” kelimesi yerine kullanılan ve kanın romantizmini ifade etmek için kullanılan “ırk” kelimesine duyulmuş sevgiden ibaret.

Sanırım hepimiz Türk olmakla övünüyor ama kimiz Türk’ün kıçını, kimimizde başını tutup sadece kendimizin doğru yeri tuttuğunu düşünüyoruz.



Solun İmanına Karşı Sağ Olabilmek Ne Kadar Zor!..

Asrın İnancı: Bir Komünizm Tarihi

Mine G. Kırıkkanat okuyorum şu sıralar. Az önce neden solcu olduğunu yazdığı bir küçük yazı okudum. Özeti: Haksızlığa karşı durmak…

Henüz  bu sebep dışında solcu olan birine rastlamadım. Bu romantizme büyük saygı duyuyorum. Haksızlıklara karşı tavizsiz durmanın  adının solculuk olması bana naif  geliyor.

Solcular genellikle dünyanın işleyişini sadece kendilerinin bildiklerine ve kendileri dışındaki herkesin de haksızlıktan beslenen cahil ve ahlâksız parazitler olduğuna inanırlar. Bu yüzdendir ki onlara göre solcu olmak insan olmaktır, sağcı olmak da katil, hırsız vs…

Batıyı pek tanımam ama bizim solculuğumuzda, bu kerameti kendinden menkul kibir, buram buram kenar mahalle kokar. Solculuğu en bayağı kenar mahalle lümpenliği ile popülerleştirmiş Ahmet Kaya’nın bunca sevilmesi, herhâlde bundandır.

Şarap tadımcısı seviyesinde  damak zevki sahibi İstanbullu seçkin solcularımız dahi solcu ayak takımının kabalığında bir proleter ahlâkı bulmak peşindedir. Ne yazık ki bir türlü “ kaynağını dinden almayan, saf ve akılcı, ilerici bir proleter ahlâkının”  var olmadığını kabul etmeye yanaşmazlar. Sınıf adına  konuşur ama burjuva gibi yaşarlar, daha da kötüsü kapitalistler gibi.

Çünkü hiç biri kendilerine dünya vatandaşlığı sağlayan devşirme garantili enternasyonal diplomaların sağladığı gelirden ve imtiyazdan vazgeçemez. Ama kendilerini proleter sanmaya devam ederler.

Gene de son zamanlarda  Türk Ulusu’nun ve ülkesinin içine düştüğü ihanet  yangınında Türk olmakta hâlâ bir değer bulanlarının olduğunu görmek şahsen benim ümitlerimi yeşertti. Kim ne derse desin bu hal bana “ yabancılaşmış aydını” nitelemekte kullanılan “gâvur”  sıfatının solun tamamını kapsamadığını görmekten memnunum. Bizde sağın egemen zihniyeti dinciliktir. Buna rağmen solcularımızın en azından bir kısmı, artık “Türk için  Türk’e göre” düşünen  bir sol kamp  ihtiyacını dile getiriyor.  Solculuğu, soysuz, vatansız bir kollektivizm sanan bir grup da zaten PKK’nın kremalı  hali olan HDP çatısı altında kendini tatmin ediyor.

Peki solun kibrine karşı “hümanist” bir sağ var mı? Maalesef yok.

Sağ  belki bir kısım milliyetçisi ile Türk  varlığın savunur gibi görünüyor ama o kadarını artık solcular da yapıyor.
Meselâ sağ, hukuk devletini,  metodolojik bireyi, temel hakları vs savunmuyor. Oysa bunlar kolektivizme karşı olan sağın alâmet-i farikaları.

Sol mülkiyeti hırsızlık olarak görüyor, ifade hürriyetini bazen işine geldiğinde parti aleyhine kısıtlamakta falan pek de beis görmüyor. Dahası Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın çekinmeden belirttiği gibi “şiddeti bir siyaset biçimi ve aracı” olarak görüyorlar.

Dolayısıyla sağın, kendini asıl göstermesi gereken temel haklar, hukuk devleti, metodolojik birey,  müdahalesiz/kayırmasız piyasa düzeni, ulusal egemenlik, ulusal devlet, dil ve hukuk birliği gibi “muhafaza edilmesi” gereken değerler alanı,  boş kalıyor.

Türkiye’de “sağ” denen kitle ne yazık ki bahsedilen değerleri muhafaza etmek yerine Arap etnik ırkçılığını ve taassubunu  muhafaza etmeye çalışıyor.

Sağ acıları da yolsuzlukları da  yen içinde saklamaya çalışarak  riyakârlığı dinleştiriyor. Hal böyle olunca da  sağın savunulabilir bir yanı kalmıyor. Basit bir düz mantıkla sağ için  “ Teorisi ne boka yarıyor ki pratiğinden ne umulsun?” noktasına geliniveriyor.

Sol, sürekli birbirini kayıran, her gün yeni kalemler açıp sivrilten,  “diğerlerinin” faşist, ırkçı ve menfaatçi domuzlar olduğundan zerrece şüphe duymayan bir iman dairesi olarak yaşamını sürdürüyor.

Kısacası Türkiye’de  mürekkepli dünyanın mutlak diktatörleri olan solcuların ahlâkî hegemonyasına karşın “lâik, ulusal ve medeni bir  sağcı” olmak iddiası, aslında  solcu olmaktan çok daha güç bir iş.

Üstad ne derse desin paylaşmak istiyorum ben:




12 Ağustos 2014 Salı

Geri Kalmışlık Tercihi Olarak Sağ


Ülkemizde sağın ideolojik anlamda var olmadığına inanıyorum

Ülkemizde “sağ” denen politik bakış, toplum ve devlet ilişkilerinin  yani toplumsal düzenin dine göre kurulması gerektiğine inanmak demektir. Özetle Türkiye’de sağcılık kısmen milliyetçi tonlu söylemlere rağmen açıkça dinciliktir.

Bunun geri kalmışlıkla ilgisi ne olabilir?

Şunu anlamalıyız ki bir toplumda nereye gidilmesi veya nerede durulması gerektiğine dairkurumsal tercihler yapılır.

“Kurum” kelimesini  Hayek’e dayanan bir anlamda kullanıyorum. Onu  yasama eliyle olduğu kadar kendiliğinden oluşmuş yönlendirici ve sınırlayıcı toplumsal yapılar olarak kullanıyorum.

Din bu  yapılardan biri. Dinden ne anlaşılması gerektiği de en nihayetinde bir tercih meselesi. Eski devirlerde din tercihleri kadar dinin anlaşılma biçimi de devlet  otoritesince yapılırken bugün modern siyasetteki demokratik yönelim için bu  durum tamamen mantıksız ve geridir.

“Gerilikten” ne anlamalıyız? “Geri” toplumsal düzenin var oluşuna artık imkân vermeyen, zamana içinde cevap vermek kabiliyetini yitirip ancak geçmiş için geçerli olduğu kaydedilen her şeydir.

Günümüzde biz de dahil olmak üzere Müslüman ülkelerde dinin algılanışı, kesinlikle ideal, özgürlükçü bir demokrasideki temel haklar, hürriyet ve adalet kavramlarıyla uyuşmuyor. İnsanları bir arada tutan bir rıza  meyvesi olan devleti, dünün din algısı ve yorumuyla sürdürmemiz mümkün olmadığı içindir ki dünkü hayali bir asr-ı saadeti, geçmişi birebir taklit ederek yaşayacağını sanan “sağ” geridir, gericidir.

Peki bu kendiliğinden mi olmaktadır?

Elbette hayır…

Öncelikle  bizimki gibi ülkelerde  siyaset oluşturucular topluma dinci bir toplumsal düzen tasavvurunu bir kurumsal öneri olarak sunar. Bu sadece siyasi bir teklif olarak kalmaz. Bu teklif, “sivil” çabalarla toplumda sevimli hale getirilip meşrulaştırılır.

Böylece siyasi oyuncular ideolojleştirilmiş dini, yasama organı eliyle yasal bir kurum  haline getirirken cemaat ve tarikatler de dinciliğin, toplumsal rıza içerisinde, kendiliğinden yerleşmesine aracılık ederler.

İdeolojileştirilmiş din,  dini bir toplumsal düzen olarak aynen uygulamak isteyenlerce bir tercih olarak her şeyi yönlendirir. Öyle ki akla dayanan hiçbir geliştirme önce ideolojileştirilmiş dine göre muhakeme edilmeden kabul edilemez.

Dinin “en doğru” hali de geçmişteki asr-ı saadette yaşandığına göre ihtiyacımız yenilik veya geliştirme değildir, bütün ihtiyacımız, bedeli ne olursa olsun geçmişi taklit etmektir. Geçmişin tam bir taklidi bugünkü anlayışımızla, ihtiyaçlarımızla bağdaşmayacağından, neticede gene de akla muhtaç olmamızdan ama  aklın sözde vahye göre yetersiz kaldığı iddiası bir iman esası olarak “sağ” tarafından kabul edildiğinden, sağ bir geri kalmışlık tercihi haline gelir.

Sağın sola karşıt ideolojik anlamı kavranmazsa yönelebileceği yegâne mecra din olarak görünüyor. Türkiye’de sağın en acil ihtiyacı düzgün bir ideolojik okumayla yerini belirlemesidir. Aksi takdirde Ortadoğu’yu kana bulayan dinci şiddetin  yardakçısı olmak dışında bir işe yarayamacaktır.



Üstaddan bir alıntı daha yapalım, blogun tadı, tuzu...
Nihat Genç - Tayyip Erdoğan'ın Büyük Başarısı | Alkışlarla Yaşıyorum

10 Ağustos 2014 Pazar

Sağ Neye Denir?


İlginç bir kıyaslama elbette batılı anlamda.
Belki çok tartışıldı, belki de gerektiği kadar tartışılmadı.

Belki gerektiği gibi tartışılmadı.

Çünkü sağın kendisini tartışma ihtiyacı yok. Sol da bu boşlukta sağı istediği gibi yargılıyor ve düşünce alanını kendiliğinden sahipleniyor.

Bundan dolayı kitap ve fikir dünyasında “ sağ”,  dinciliğe varan bir tutuculuğu/değişim düşmanlığını, aşırlığı, bireyciliği/bencilliği, şiddet tutkusunu, ötekileştirmeyi,  açgözlülüğü, çıkarcılığı,  kısaca bütün bu şeytani özellikleri içinde barındıran kapitalizmi temsil ediyor.

Hal böyle olunca insanî sayılan bütün değerler kendiliğinden sola kalıyor.  Solun ideolojisinin bu kötülüklerden uzak ve tam anlamıyla “mükemmel” bir iyilik temeli sayılması gerektiği kanaati de bir kanaatten öte bir iman meselesi haline geliyor. 

Solcular  Marksizmin bireyin özgürlüğünü savunduğunu söylüyor ama özgür bireyin, ne yapması gerektiğine karar kendisinin vermesi,  bencillik olarak görüyor.

Solcular, altruizmi övüyor ama bunu bireyin iradesine bırakmaya karşı çıkıyor. Başkasını düşünmeyi devletin zorlamasıyla gerçekleştirmenin ahlâkî tutarsızlığını görmezden geliyor.

Solcular ötekileştirmeyi ayıplıyor ama kendi içlerinde en ufak fikri ayrılığı başta r” revizyonizm” olmak üzere çeşitli hakaretlerle dışlamakta beis görmüyorlar.

Solcular “daha fazlasını istemeyi” aç gözlülük olarak damgalayabiliyor ama eserlerinden, iyi telifler almakta ve rahat yaşamakta bir sakınca görmüyorlar.

Peki “sağ” denen kitle özellikle Türkiye’de özünde nelere dayanıyor?

Bu kitle özünde solun bütün insani değerlerini paylaşıyor. Bencilliği, açgözlülüğü, menfaatçiliği savunan bir sağcı bulamazsınız. Buna karşılık bu kötü davranışların tamamına sağda rastlarsınız. Bu sağcılıktan kaynaklanmaz, insani denetim eksikliğinden, ilkellikten ve akıldışılıktan kaynaklanır.

Peki bu özelliklerin bilinçle ilgisi nedir? Bunların bilinçle ilgileri, bilincin ihtiyaç duyduğu ideolojik çerçeveyi, dinden edinmek yanlışından kaynaklanıyor.  Din, kaynağı, yani kitap itibariyle bize ideoloji benzeri, kapsayıcı bir cevap ve bilinç inşaası imkânı vermiyor. O sadece iyi bir insanın genel özelliklerini tanımlıyor. Din toplumun ne anlama geldiğini bize söylemiyor. Herhangi bir toplumsal düzen tasavvuru meydana getirmiyor. Bireye nereden ve nasıl bakmamız gerektiğini de söylemiyor.

Ve bundan dolayı dine bütün bunları söyletmek  çabası, yani onu “ideolojileştirmek” çabası, bir takım profesyonellerin işi haline geliyor. Bu yüzdendir ki İslâm’ı sosyalizme yaklaştırmak gayreti sözde anti emperyalist bir Arap milliyetçiliği olarak zuhur ediyor.

Dolayısıyla sağın “ne söylemesi gerektiği” konusu güme gidiyor.

O halde sağ ideolojik bir dincilik değilse nedir?

Sağ insanların birbirlerinden kopuk ve salt çıkarcı yaşayan canlılar olduğunu söylemez. “Sağ” solun ideolojisiyle zıttır. İyiliğin ve kötülüğün tanrısal bir toplum veya tarih tarafından meydana getirilmediğini, bunların irade sahibi bireylerin işi olduğunu söyler.

Sağ, paylaşım düşmanı bir çıkar manifestosu değildir.  Sağ  hiçbir zorlayıcıyla güdülmeksizin paylaşan bireylerin varlığını meşrulaştırır. Sağ, sahip olmayı ve tasarrufta bulunmayı kısaca mülkiyeti,  şeytani bir kötülük olarak görmez. Onun kötüye kullanımını ve haksız elde edilişini kınar.

Sağ, bireysel çıkarların uyum içinde karşılanabileceği özgür bir değişim ortamını yani piyasayı savunmaktır.

Sağ bireysel çıkarların doğal kötülüğüne inanmaz. Bu açıdan bireysel çıkarlarla toplumsal çıkarlar arasında bir çelişki görmez. Kaldı ki sağ, “toplumsal çıkar” kategorisini, insanların hürriyetleri aleyhine oluşturabilecek bir makam veya otorite algısına karşı durur.

Sağ, dini bireysel bir tercih olarak görür, bir ideoloji olarak kabul etmez.

Kısaca sağ solun, devlet veya toplum eliyle, kollektifleştirilmiş bir otoriteyle komuta ederek iyilik oluşturma romantizmine,  akılla karşı çıkmaktır. Bu yüzdendir ki solun mutlak fakirlik, toplam zenginlik, paylaşım ve dağıtım fikirlerinin romantizminin çekiciliğine karşı daha en başta dezavantajlıdır.

Bu açıdan sağın varlığı solun yok edilmesini  gerektirmez. Sağ ve sol daima toplumsal düzen konusunda birbirleriyle mücadele edecektir.  Ulusal egemenlik ve hukuk birliği konularında mutabık kalınıp silâhlı politika  benimsenmedikçe bu mücadele daha  kabul edilebilir bir politika oluşturmada yaratıcı imkânlar sunabilir.

Peki ülkemizde sağ neden ilkellikle kol koladır?

Çünkü ülkemizde “sağ” solun gerçekte neyi savunduğuyla ilgilenmek yerine daha en başta halk kitlelerine en hızlı ulaşabileceği alan olarak ideolojileştirilmiş dini sahiplenmeyi tercih etmiştir.

Bu yüzden  sağın akılla, hürriyetle ve adaletle  bağdaşan bir lâik düşünce çerçevesi edinmesi hayati önceliğimizdir. Bu durum basit bir siyasi yönelimden öte insan hayatının, ulusal  egemenliğimizin, toplumsal düzenimizin geleceğini belirleyecektir.

Her ne kadar üstad sağlam nefret etse de...


9 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir Orduyu Lağvetmek


Yapar mıydın , Allah aşkına?
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ndeki   “bütün orduların dağıtılması” bana hep bir zamanlar yaşanmış ve asla yaşanmayacak bir trajedi gibi gelirdi.

Oysa koskoca garnizona elini kolunu sallayarak giren bir hain, namusumuz bildiğimiz sembolümüze el uzatıp sağ kalarak oradan çıkabiliyordu.

Başbakan “Diyarbakır’ın hassasiyetleri belli” diyor. Yani “Diyarbakır’ın Türk bayrağından ve askerinden rahatsız olması, bizim için önemli…” diyor.

Yani? Onun başbakan olmasını, bir yetki kullanmasını, saygı görmesini, pasaport alıp ülkeyi temsil etmesini sağlayan değerlerin Diyarbakır’ı rahatsız ettiğini söylüyor.

E etkili ve en yetkili ağızdan gelen bu bilgi ne demektir?
Memleketin bir köşesindeki Türk askerinin, memleketin bayrağından rahatsız olanlar için terhis  edilmesi, etkisizleştirilmesi gerektiğidir. Bu alenen işgaldir, ihanettir, savaş ilânıdır.

Normalde herhangi bir ülkenin garnizonuna elinizi kolunuzu sallayarak giremezsiniz. Hele girip de ordunun, kendi namusundan aziz bildiği bayrağına el uzatamazsınız. Bunu yaparsanız  artık barışçı hukuk korumasından yararlanamaz, doğrudan düşman sayılarak ortadan kaldırılırsınız.

Peki Diyarbakır’da böyle mi olmuştur? Maalesef hayır. Türkiye, içteki etnik ırkçı  hainlerce sürekli savaşla tehdit ediliyor. Ve gene açıkçası Yeni Osmanlı olmakla övünen bir parti de eski Osmanlı’nın işbirlikçi, hain hükümetlerini taklit ediyor. O zaman düveli muazzamaya namusunu teslim etmeyi dindarlık sayan zevat bu gün, onun Kürt etnikçi taşeronlarının eşkıyalığına yalvarmayı namusuna yedirebiliyor.  Kendi evlâdını, çakalların ve tecavüzcü pisliklerin insafına terk ederek barış satın almaya çalışıyor.


Ve bir kere daha  ordularımız düşmana teslim olmuş vatansızlarca lağvediliyor.  Olan biten bu.
Her yazının sonuna bir orta şekerli Nihat Genç, hoş olmaz mı?

Ortadoğu Neye Benzer?


Başbakan “Ortadoğuyu bataklığa benzetmek ırkçılıktır!” dedi.


Yani Ortadoğu aslında ideal ve  huzurlu bir yer ayrıca burada insanlar ayrımcılık yapmaksızın, huzur içinde  bir “kimliksizlik hümanizmi cennetinde” yaşıyor.

Ortadoğu denen yeri belirleyen iki şey var: Birincisi uluslaşabilmiş toplumlarla uluslaşamamış toplumların kimlik çatışmaları…

Bunun yanında, dinin toplumsal hayat ve devletle ilişkilerinin derecesi.

Bataklık, şüphesiz ekosistem için gerekli bir oluşumdur.

Buna mukabil insan hayatı için uygun bir ortam değildir. Bataklık bina yapımına uygun sağlam bir zemin içermeyen bir yerdir. Ayrıca insan sağlığına zararlı pek çok canlıyı barındırır.

Dolayısıyla bize sağlam bir zemin veremeyen, içine girdiğimizde  bizi ölüme götürecek bir  yerdir.
 
Peki Ortadoğu bu açıdan bir bataklığa  benziyor mu, benzemiyor mu?

Oluşumları ne kadar yapay olsa da bellibir ulusal çoğunluğa göre oluşmuş, “Arap devletlerinin” bu ulusal yapısına karşın başta Kürt etnisitesi olmak üzere uluslaşamamış toplulukların  yapay isyanlarının yarattığı kaos, bölgedeki bütün ülkelerin sağlığını tehdit ediyor.

Dinin ideolojileştirilmesi, ayrı bir etnisite kaynağı olarak görülmesiyle; Müslümanlar bir de dine dayanarak bölünüyor. Dinle devlet ve toplum ilişkileri anormal şekilde iç içe geçiriliyor. Bunun sonunda ulusal devletlerin sağladığı hukuk birliği ve emniyet tekeli ortadan kalkıyor.

Yukarıdaki iki sebepten dolayı Ortadoğu, yaşamak için emniyetsiz, kaypak ve hastalıklı bir coğrafya haline geliyor.

Ortadoğu mevcut iktidar partisinin ideolojimsi bağnazlığı ve onun Arap kökenleri ile  Ortadoğu’da  yerleşik bir bataklık ortamı oluşturuyor. Bunun ayrımcılıkla ya da ırkçılıkla bir ilgisi yok. Bu, düşmanlıkların bilenmesiyle yaratılan toplumsal bölünmelerin güvensizliğinin ve  kirliliğinin yerleşmesi demek, hepsi bu.

 Bir de üstad ne diyor ona bakalım.


2 Ağustos 2014 Cumartesi

Sağ Seçmen Davranışında Akıldışılık



Halkın akılcı oy  vermek kaabiliyeti ve sorumluluğu artık yok sayılıyor.

İşin kötüsü artık halk da herhangi bir akılcı davranışı gereksiz buluyor.

Günümüzde Türkiye’de seçmenler hayvanî ihtiyaçların hükümet eliyle  giderildiği bir sistemi benimsemiş görünüyorlar. Ülkenin tipik ve kemikleşmiş sağ seçmeni için bütün hayat, yiyebilmek, giyinebilmek ve üreyebilmekten ibaret.

Nasıl bu kadar kesin konuşabiliyoruz? Çünkü merkez sağı işgal eden seçmenler, “Biz olmasak fareler gibi açlıktan ölürdünüz!”  gibi büyük bir terbiyesizlik eden vekilleri hâlâ can-ı gönülden destekleyebiliyor, bu bağışçı ve vesayetçi zihniyeti benimsemekte mahzur görmüyor.

Bu şu anlama geliyor: Ülkenin yarısını oluşturan  kemikleşmiş sağ seçmen kendisini ya beslenmesi gereken evcil hayvanlar olarak görüyor ki bunun hiç farkında değil ya da kendisi dışındaki herkesi zapt edilmesi gereken yabani canlılar olarak görüyor. Aslında bu iki güdü aynı anda  egemen sağ seçmenin zihninde beraber bulunuyor.

“Hayvan” benzetmesi  abartılı ve kırıcı görünebilir ama kendisini  sürekli güdülmesi gereken bir canlı olarak gören insanın durumunu anlatmak için daha uygun bir benzetme de  yok gibi görünüyor. Dikkat edilirse sağ seçmen özellikle lidere ve partiye bağımlı, kişisel karar vermek gücünden ve iradesinden yoksun bir yapıdadır. Kendisi yerine başkasının karar vermesi durumunu kabullenip bundan gocunmayan, hayatı hakkında başkasının karar vermesini inancının  gereği sayan sağ seçmen, aslında insanlığından vazgeçtiğini görmek istemez.

O halde seçimlerde sağ seçmen nasıl oy kullanıyor? Buraya kadarki tahlilden nasıl oy kullanmadığını anladık. O halde şunu söyleyebiliyoruz: Sağ seçmen akılcı değildir ama zekidir.

Bu zekâ, zevki, üremeyi, beslenmeyi, barınmayı fark ederek öğrenebilen hayvanların zekâsından farklı değildir.

Sağ seçmen, ekmek, barınma ve cinsellik bulabildiği, bunları güvence altına alabildiği her ortamı benimser. Karılarına türban taktırıp Alman kanunlarıyla yaşamakta, sosyal demokratlara oy vermekte beis görmeyen gurbetçi sağ seçmenin davranışı bunun tipik örneğidir. Çünkü sağ seçmen için var olmak sadece hayatta kalabilmek ve üreyebilmekten ibaret.
Neden böyle? Çünkü sağ seçmen, hayatın sebeplerine ve sonuçlarına dair düşünmek gereğini hissetmiyor. Çünkü sağ seçmen hayatın bireysel varoluşuna dair  akıl yürütmenin takdir edildiği bir toplumsal yapıdan gelmiyor.

Sağ seçmen denen kesim, kafasında, aklın ahlâka yönelen seçimlerinden yoksun şekilde salt hayatta kalmaya yönelik bir vahşi orman hayaliyle yaşıyor. Bu da sağ seçmenin menfaate dayalı seçimlerinde akılcılığı ve ahlâkı tamamen ortadan kaldırıyor.

Normalde ulusal bir devlette sağlanan hukuk birliği, herkese daha fazla güven verecekken ve gene normalde akıl sahibi bir seçmenin bunu tercih etmesi gerekse de sağ seçmenin ya din ya da etnisite üzerinden kör inançlarla güdülendiriliyor olması Türkiye’de  seçmen davranışının özünde  akılcı olmadığını açıkça gösteriyor.

Veya aklın gerektirdiği sebep sonuç ilişkilendirmesi, normalde, seçmenin dine dayalı bir rejimde özgür kalamayacağını göstermeliyken, bir şeriat rejimini kurabilmek için demokrasiyi istismar edenleri desteklemek sağ seçmenin karakteristiği oluyor.

Bu çarpık algılama dinle pekiştiriliyor. Din, sürekli kıyıcılığın, ötekileştirmenin meşrulaştırıcısı olarak bu kitleye telkin ediliyor. Sağ sözde ahlâkî değerleri korumak bahanesiyle aklı alabildiğine törpülüyor ve onun yerine Emevi kesin inancını yerleştiriyor.  Bu kesin inanç, insanların hayatlarının yarım akıllı her siyaset esnafınca  alabildiğine ve  sınırsızca sömürülebilmesine imkân veriyor. İşte Türk toplumunu yakın vadede bekleyen asıl tehlike de bu.