31 Temmuz 2014 Perşembe

Türk Hukukuna Karşı Cemaatler Koalisyonu


Son günlerde sokaklarda, Selahattin Demirtaş’ı destekleyen bir grup “aydın” insan görüyorum .

Bu insanlar Selahattin Demirtaş’ta ezilmiş halkların yükselen genç ve dinamik temsilcisini görüyorlar, anladığım kadarıyla. Zaten Demirtaş da sürekli “Bu topraklarda halkların çok acı çektiğinden” bahsedip duruyor.

Yani aslında bu topraklarda “halklar” denen topluluklar varmış da bir de onları ezen başka bir halk varmış gibi bir hava yaratılıyor ve bu da   yarı aydınlarımızın hümanizmini gıdıklıyor.

Seçim propagandaları, demokrasi, insan hakları,  hukuk devleti vs. sürekli vurgulanıyor. Bu çağdaş değerlerin egemen kılınması gerektiği söylenip bunların yerleşmesine türk egemenliğinin engel olduğu söyleniyor.

Sokaklarda demokrasi adına  bebek katillerinin propagandası yapılabiliyor, Türk adını ağza almanın faşizm ve ırkçılık olduğu her ortamda söylenebiliyor ve hâlâ Türkiye’de  faşist, ırkçı bir Türk egemenliğinin olduğu düşünülebiliyor. Üstelik de bunu, ülkeyi   fiilen şeriat rejimiyle yönetip Türk bilincine sahip asker ve sivil bürokratlara karşı devletin bütün gücüyle saldırıp da hâlâ mağdur olduğunu söyleyen bir parti yapıyor.

Bunları yaparken arkasına halk desteğini aldığını görüyoruz.

Peki ama Türk Ulusu böyle bir partiyi neden ve nasıl destekleyebiliyor?

Cevabı aslında basit: Türk Ulusu, bugün insanlara mücadele azmi ve kararlılığı kazandıran, onlarda hukuk idealine bağlanmak arzusu uyandıran şeyin ne olduğunu, kısacası özgürlüğün maliyetini unutmuş durumda.

Şayet Demirtaş vb bebek katili yardakçılarının söyledikleri gibi bir  halklar kırımı söz konusu olsaydı ve bu tutum bir resmi bir tutum olarak sürdürülseydi, ortada “halkaların kardeşliği” denen sovyetik Stalinist  safsatayı savunacak herhangi bir yarım akıllı yarı aydın kalmamış olurdu.

Atatürk bir toplumun barış içinde yaşayabilmesinin ancak  ve yalnız, hukuk önünde eşitlik idealine sarsılmaz bir bağlılıkla gerçekleştirilebileceğini biliyordu. Bu da ancak toplumdaki cemaatleşmeye dayalı  bütün kabilesel, mezhepsel gerilimlerin  üstünde bir hukuk uygulayıcılığıyla olacağını biliyordu.

Sorun şuydu: Bunu kim uygulayacaktı?

Atatürk Türk uluslaşmasının tarihini gayet iyi bilen bir insandı. O sadece Ziya Gökalp’i değil, Sadri Maksudi ARSAL  gibi bir dehayı da tanıyordu. Dolayısıyla tarihimizdeki uluslaşma-devletleşme ilişkisinin fazlasıyla farkındaydı. O, bu yüzdendir ki “Türk” derken Arap, Rum, Ermeni, Sırp, Kürt gibi kabile bilinçli topluluklardan bahsetmiyordu. O bu tip kabileleri bir hukuk çatısı altında birleştirip kendi hukuk  ve emniyet sağlayıcı kimliği içinde birleştirebilecek bir büyük ulustan bahsediyordu.

Kendilerine “halklar” denen Kürt, Ermeni, Rum kabile topluluklarının bunu anlayabilmeleri mümkün müydü?  Ulusal bütünlüklerini tavizsiz savunan ve kabile mensubiyetlerini ulusal mensubiyetin üstünde tutmayı ihanet sayan ülkelerde  bu mümkün kılındı.

Oysa Atatürk’ün bütün ulusal bakışına rağmen Türkiye’de cemaatleşmenin uluslaşmaya karşı direnci kırılamadı. Cemaat yapıları kabileler veya mezhepler olarak varlıklarını ulusal bütünlüğe karşı korudular. Türkiye’de siyaset esnafı maalesef  oy kazancını, cemaatlerin mensubiyetlerini kaşıyarak elde etmek yolunu seçti ve uluslaşmayı sürekli baltaladı. Demokrasimiz de bu yüzden toplumun eğri kalanından kendini yalıtarak hukuk devletini sömürebileceğini keşfeden cemaatlerin güç veya dehşet dengesi haline getirildi.

Cemaat yapıları bundan şikâyetçi değildi. Çünkü onlar zaten kendi kokularını ve dokularını tanıyarak bir arada bulunabilen ve beraber olmak için de bundan gayrısına ihtiyaç duymayan toplumsal yapılardı.

Dolayısıyla kapitalizm benzeri yarı pazar ekonomisiyle Türk toplumsal yapısı, bireysel bir atomizasyona sürüklenmedi ama  cemaatlerin bölünmez  moleküler yapısına indirgendi. Cemaatler, Kürt aşiretleriyle, Nakşi- Kadiri tarikatleriyle Nur vb cemaatleriyle hukuk ve ulus tanımayan  bireylerin birbirine yapıştırıldığı, içine  nüfuz edilemez, hukuk ve medeniyet dışı yapılar haline geldi.

Bugün başımıza gelen şey, uluslaşmanın sağladığı hukuk birliği ve demokrasi idealini kullanıp da ülkeyi ulus dışı bir kabileler konfederasyonu haline getirmek isteyen cemaatlerin Türk düşmanlığı üzerine kurulu koalisyonu. Bu koalisyon belki bugün yasal görünüyor ama ülkenin meşruiyetini ve hukuk düzenini yaratan Türk uluslaşmasını reddettiği için aslında özünde gayri meşru. PKK veya cemaatler bu yüzden aslında tam anlamıyla  varoluşsal olarak düşman yapılanmalar. Bunların varlığına izin verilerek Türk Ulusu’nun  yaşayabilmesi mümkün değildir.  Hukuk birliğine karşı dini veya etnik  bir sebeple karşı çıkıldığında Türk Ulusu’nun  egemenliği için savaşması gerekeceği de asla unutulmamalı.


20 Temmuz 2014 Pazar

Fikrimizin Öldürücü Asalağı Ruh/Beden Dikotomosi


Başımıza bela olan saçmalık...
Aydınlık’ın 19 Temmuz 2014 tarihli sayısındaYıldırım KOÇ’un “Sınıf Gözlüğü” adlı köşesinde çok ilginç bir yazı vardı: “Fethullahçıların Sendikacılık Anlayışı”.

Yıldırım KOÇ, Hak-İş’in kuruluş beyannamesi üzerinden bir inceleme yapıyor. Benim dikkatimi çeken 24. Madde oldu. Ne diyor 24. Madde? “Sendika emek ile sermayeyi ruh ve ceset gibi bir bütün kabul eder. Ruhu, yan, emeği asl, cesedi yani sermayeyi ona bağlı değerlendirir. Fakat bu yaklaşımda emeği putlaştırmayı kabul etmez.

Tanıdık geldi mi? Buradaki “ ruh-ceset” dikotomisi MHP’yi dincileştiren aklı evvellerin   icadı olan Türk İslâm Ülküsü/Sentezinin omurgasıdır.

Her ne kadar Arvasi  “ceset” yerine “beden” dese de  mantık aynıdır.

Bu mantık hayatı bir bütün olarak görmek yerine onu günah/sevap çelişkisiyle, gören ve yaşayan paranoyak siyasal İslâmcılığın mantığı.

Siyasal İslâmcılar,   kudreti Allah’a özgüleyen,  saygıya yalnızca onu lâyık gören, onunla kulu arasında hiçbir siyasal ve ruhani iktidara/otoriteye izin vermeyen saf Müslümanlar değil. Siyasal İslâmcılar, dünyanın her yerinde, şahadet kelimesinin ardına gizlenerek şirk mantığıyla yaşıyorlar. Hayatı bu mantığa göre düzenlemek için şirki kurumsallaştırıyorlar. Bunu da halife, şeyh, imam vs. seçerek yapıyorlar.

Ruhu “canlı” ve bedeni “ölü” olarak görmek, bu dünyayı ölü, ceset, kokuşmuş olarak görmenin sonucu. Bu bakış ki intihar ederek bir an önce bu dünyadan gidip cennete kavuşmak isteyen bombacının mantığı.

Hak-İş’in ve MHP’ nin aynı sapkın dikotomiyle beslenmesi tesadüf olabilir mi? Düşünün ki bu mantıkla Türk kimliği,  din olmaksızın “cesetliğe” indirgeniyordu. Yani MHP binlerce yıllık büyük bir kültürü, hayat tarzını, dünya görüşünü  yok sayıyor, Türk adını basit bir hayvan ırkının adı olarak görebiliyordu.

Bu düşünce peygamber öldükten sonra İslâm’ı cahiliye dönemi Arap örfüne döndüren Emevi ihtirasının ve ilkelliğinin sapkınlığıdır.

Bugün katliamlar yapan, işkenceci ve ilkel bütün dinci terör örgütlerinin dayandığı bu  sapkın düşünce  Türk  fikir hayatından ve siyasetinden temizlenmelidir. Türk milliyetçiliği, dünya hayatını iğrenç gören, ölümü kutsayan bu ölüm sevicilikle yolunu derhal ayırmalıdır. Türk İslam sentezi/ülküsü denen şey derhal terk edilmelidir. Çünkü bu düşüncenin, insanı günahı ve sevabıyla, ruhuyla ve bedeniyle bir arada ve bütün olarak gören insancıl Türk bakışıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Türk bilinci bu sapkınlıktan temizlenmezse  toplumumuz, anlamını bilmeden Arapça mırıldanan zombilerden ibaret  bir yığından başka bir şey  olamayacak.


13 Temmuz 2014 Pazar

Gerçeklik Bitti Mi Gerçekten Sevgili Baudrillard?

Batılı düşünürlerin bazıları gerçekliği sorguluyorlar. Özellikle Baudrillard… “Simülasyon ve Simülakrlar”’ını” okumuştum. Aklımda ne kaldığını pek söyleyemeyeceğim. Şu anda "Şeytana Satılan Ruh" adlı başka bir kitabını okuyorum ama bu kitabı önsözde söylendiği kadar  “zor ama zevkle okunan” bir kitap gibi gelmedi bana. 
Baudrillard gerçekliğin bittiğini söylüyor.

Bunu söylerken “neye dayandığını” soruyorum ve karşımda bir takım güncel tespitler buluyorum.

Baudrillard “gerçekliğin” yokluğuna hükmederken aslında kendisinin bir gerçeklik oluşturduğunu fark edemiyor galiba. “Gerçeklik yok oldu!” derken “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış bir şeyden” bahsettiğini anlayamıyor gibi.
Neden böyle? Çünkü “ A, Adır!” dediğiniz anda  sınırlı, yanlışlanabilir veya yanlışlanamaz ama mutlaka  gerçeğe yönelik bir eylemde bulunmuş olursunuz.

Yanlışlanamazlık, sırtını, gerçeğin “kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış” olmak özelliğine yaslar, yani gerçekliği sömürür.

Baudrillard bir takım güncel tespitlere dayanılarak buradan hareketle gerçekliğin yok edildiğini, gerçekliğin aslında var olmadığını vs öne sürüyor. Bunu yaparken de yanlışlanıp yanlışlanmamak endişesini taşımıyor, aklına geldiği gibi yazıyor.

Sorun şu ki derdini çeker göründüğü kötülük dahi bir gerçekliği gerektiriyor.

Hayatlarında her istediklerini anında  elde edebilen, sadece düşünebildikleri için ve anlaşılmaz şeyler zırvalasalar dahi fikir mülkiyetine  dayanarak geçinebilen insanların gerçeklik hakkındaki bu  fikirleri özünde “saçmalık”. Çünkü bir şey söyleyip sonra onun “doğru” olduğunu iddia etmek için yazılan bir kitap “Gerçeğe en çok ben yaklaşıyorum!” iddiasını güdüyor.

Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü Baudrillard bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Peki bunu zırvalık olsun diye mi anlatıyor? Hayır tam aksine bir tutarlılık ve anlaşılır olmak iddiasıyla kitap yazıyor. Yani en nihayetinde gerçekliğe muhtaç oluyor. Eğer gerçekliğin ortada olmadığını iddia ediyorsa  gerçekliğin olmaması durumunun kaçınılmaz ve tartışılmaz bir biriciklik hali olduğunu söylemiş oluyor.

Eğer söylediklerinin mantıkla anlaşılamayacağını söylüyorsa  bizim onu nasıl anlamamız gerektiğini belirtmiyor. İnsanın mantık dışında bir anlama biçimine sahip olup olmadığını bize söylemiyor. Şayet mantık dışında ir idrak kabiliyetimiz varsa  kitabının buna hizmet etmediği aşikâr.

Şayet şeyler  arasındaki ilişkilerin mutlak tutarlılığına göre  akıl yürütmeye çalışıyorsak bize “gerçekliğin”  olmadığını bu tutarlılıkla göstermek zorunda. Aksi takdirde kendisinin “iman edilen bir peygamber” olduğunu söylemek zorunda…

Günümüzde medyanın gerçeklik algımıza yönelik saldırılarından bahsettiği yerler bir ölçüde  kabul edilebilir belki ama gerçekliğin tamamen “tek kutuplu dünya hayali” eliyle yok edildiği saptaması bütün güncel örneklerine rağmen saçma.

Bana öyle geliyor ki bütün  dolambaçlı ve süslü retorik aslında Marx’tan  mülhem ve ona özenen bir yeni sosyalist  ve  sahte bir  felsefenin laf ebeliğinden başka bir şey değil.

Baudrillard, üzgünüm ama ne doğunun fakirliğini ve ilkelliğini ne de dinciliğin vahşetini bilen ama sırça köşkünde, küfrettiği modern teknolojiyi kullanıp sanırım maaşının çok üstünde bir telifle  yaşayabilen bir seçkinci olarak yaşayıp ölmüş.

Günlük hayatı içinde, dinciliğin gittikçe artan baskısına, toplumsal ayrışmaya, nefrete, ülkesinin bölünmesine şahit olan biri olarak Baudrillard’ın kalitesiz Fransız televizyon yapımlarından duyduğu öfkeyi eleştirebilmek hakkımın olduğunu düşünüyorum.

Ve söylediklerinin kınadığı televizyondaki tuvalet kâğıdı reklamlarından daha uzun bir etkiye sahip olup olmayacağını da bilemiyorum.

Gerçeklik bitti mi bilmiyorum ama ön okumamdan edindiğim izlenim şu: Baudrillard bitti ve hayat devam ediyor.


11 Temmuz 2014 Cuma

Normalleşen Faşizm

Biz yaptığımızda faşizm olmaz.

Faşizm ne?

Faşizm lâtin kökenli bir takım diktatörlerin keyfi yönetimlerinden mi ibaret?

Bu yalnızca bir siyasal yönetim biçimi mi?

Ya da kendi ulusunu sevmek duygusuna karşı yöneltilmiş bir enternasyonalist/Marksist  suçlama mı?

Üçü ve en çok da üçüncüsü aslında ama dinciliğin iktidarında hepimiz bir anda “faşist” oluverdik. Nasıl faşist oluverdik peki?

Bir dinci parti bizim insan hakları ve demokrasi söylemlerimizi istismar ederek başa geçti. Sandık ki bu söyleme bağlı kalacak. İktidar sarhoşluğu, kanunla, hukukla sınırlı kalınması gerekliliğini iktidar partisine unutturdu.

Bu sınırlama unutulunca, iktidar partisi kendisini, “Allah’ın gölgesi” falan gibi kutsal ve dokunulmaz bir tür temsilci sanmaya başladı. Buna da can-ı gönülden inandı. Kendisi inandığı gibi seçmenlerini de inandırdı. Aslında dinci seçmen hiçbir sorumluluk taşımadan sadece bir oy vererek Tanrılaşmış iktidara ortak olabileceğini düşündü ve bu algısı da iktidar partisince  alabildiğine gıdıklandı, pohpohlandı.

Böylece iktidar partisi ve seçmeni her şeyin normalini bilen “insanlar” haline getirilirken iktidar partisine karşı olanlar da kendiliğinden insanlık dışı bir topluluk haline getirildi.

İktidar partisi seçmeni, ideolojik veya ilkeli düşünenleri, belli doğrulara bağlı kaldıkları için “tutucu”, faşist veya ırkçı diye damgalamaya başladı böylece. Çünkü iktidar partisi seçmeninin kendi doğrusu veya ilkesi yoktu. O, baştaki büyüklerinin tasarruflarına oyuyla destek vermekle mükellefti; bundan başka da hiçbir sorumluluğu yoktu.

Oysa   iktidar seçmeni, desteklediği rejimin  kendi başına “seçkinci” ve faşist olduğunu fark edemiyordu. “Normalin” iktidarların keyfine veya menfaatine göre belirlendiği yerlerde, ancak faşizmin hüküm süreceğini anlayamayacak kadar bilgisizdi. Neden seçkinciydi? Çünkü   kendi bakanları, kendi şartlarından kat be kat lüks bir hayat yaşarken onlara hesap soramıyorlardı.

Böylece ülkede iktidar partisini eleştirmenin neredeyse insanlık suçu haline getirildiği bir korku ortamı yaratıldı. Öyle ya kadın erkek otobüslerinin ayrıldığı, bütün okulların imam-hatipleştirildiği, içkinin yasaklandığı “normal” bir ülke varken buna karşı çıkmak nasıl mümkün olabilirdi.

İktidar partisi “normalleşme” sloganıyla ülkeyi bütün farklı ve yapıcı eleştiri imkânından yoksun bıraktı.

Faşizm, normalin iktidarın keyfine göre belirlenmesinden başka bir şey değildi ama türbanınızla, takkenizle, Arapçanızla ona  ortaksanız kimin umurundaydı ki?



8 Temmuz 2014 Salı

Çözüm Süreci Ne?

Bu tabir artık bilinçdışımıza kazındı. Ona karşı olanlar bile olduğu gibi kullanıyorlar.
Süreç denen şey o kadar doğal bir hale getirildi ki ne olduğu bile unutuldu. Süreç , hükümetin ülkeyi, etnik terörle birlikte yönetmek hayalini yasalaştırma süreci.

Etnik terörün varlığı kabul ediliyor. Etnik terör iki açıdan da Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanı. Etnik olması sebebiyleTürk Ulusu'na ve yöntemi itibariyle de meşru Türk egemenliğine ve demokrasiye düşman.

Dolayısıyla meşru bir Türk hükümetinin,varlığını borçlu olduğu Türk Milleti'nin herhangi bir düşmanıyla herhangi bir ortaklığa girişmesi ancak vatana ihanettir.
Süreç mevcut haliyle devam ederse ancak Türkiye'nin Iraklaşmasına yol açacaktır. Süreç Türklüğün ve cumhuriyetin yok edilme projesidir. Artık bu anlaşılmalıdır

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Dünyanın Hayran Kaldığı Üniversite

LYS maratonu sona erdi. Öğrencileri, bir yıllık hazırlık sürecinin ardından, sınavdan sonraki en zorlu aşama olan üniversite tercihleri bekliyor.
Geleceklerini tamamen etkileyecek bu tercih sürecinin genç bir insan için ne kadar heyecan verici ve aynı zamanda stresli olduğunu kendi üniversitemi seçtiğim dönemi hatırlayınca fark ettim.
Derken, merak edip üniversitelerin şimdiki puanlarına baktım ve eğitim-öğretim kalitelerini, imkanlarını inceledim, bir öğrencinin geleceğine ve öğrencilik hayatına neler katabileceğini düşündüm. Tıpkı öğrencilik yıllarıma geri dönmek gibiydi. Çok iyi karar verilmesi gereken bir süreç.
Araştırdığım üniversiteler arasında en dikkatimi çekenlerden biri Yakın Doğu Üniversitesi oldu.
Bu yıl 25. yılını kutluyor ve çeyrek asırda olağanüstü bir gelişme göstermişler, hayran kaldım! “Kıbrıs’ın parlak yıldızı” demiş hakkında insanlar, haksız görünmüyorlar, bence Akdeniz’in bir kültür merkezi haline gelmiş. Türkiye dahil, 97 ülkeden 22 bin öğrenci Yakın Doğu Üniversitesi’nde, dünya standartlarının üzerinde, uluslararası bir öğrenim görüyor.
Beni epey heyecanlandırdı.
Yakın Doğu Üniversitesi 2014-2015 akademik yılı için tüm bölümlerinde Tam Burs kontenjanı açmış. Ayrıca 12 bölümüne ÖSYM’nin yerleştirmesi olmadan YGS puanı ile öğrenci kabul ediyor. Herhangi bir puan türünden 140 barajını aşmak, Yakın Doğu Üniversitesi’ne başvurmak için yeterli.
Seçenekleri Tam Burs ile bitmiyor, %75 Burs, %50 Burs, %25 Burs, Sporcu Bursu ve kardeş indirim gibi öğrencilerine çok çeşitli burs imkanları sunuyor.
Bir de Ekonomik Paket seçenekleri var. Ekonomik Paket; Mühendislik, Mimarlık, İktisadi ve İdari Bilimler, İletişim, Güzel Sanatlar ve Sahne Sanatları fakülteleri ile Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nu, tercih edecek adaylar için sunulan, yalnızca öğrenim giderlerini değil, yurt, 3 öğün yemek, elektrik, su, ısınma ve temizlik gibi masraflarını da kapsayan bir paket. Yıllık ücreti 4 bin 400 Euro.
Üniversite 15 fakülte ve 5 yüksekokula sahip. Büyük bir kampüsün içerisinde aynı zamanda hastane, kütüphane, laboratuvarlar, atölyeler, bilgisayar merkezleri, kültür merkezleri, olimpik yüzme havuzu, sosyal ve sportif tesisleri var. Burada öğrenim gören şanslı gençleri canlı ve renkli bir üniversite hayatının beklediği kesin. Ve sıkı durun... Kampüsün içinde  tarihi 1 asrı geçen, birbirinden güzel klasik modellerden oluşan ve Kıbrıs’ta tek olan Klasik ve Spor Otomobil Müzesi var.
Bu araştırmalarımla resmen tekrar üniversite okumak istedim. Böyle imkanlarla, böylesine renkli bir kampüste öğrenci olmak inanılmaz olurdu!
Bahar Şenlikleri’nin nasıl geçtiğini araştırdığımda karşıma çıkan bilgiye inanamayacaksınız!
Yakın Doğu Üniversitesi’nin Bahar Şenlikler’i tüm diğer üniversitelerden farklı olarak kamp alanı olan bir bölgede, öğrencilerin şenlikler boyunca çadırlarıyla konaklayabileceği şekilde  bir müzik festivali havasında gerçekleşiyor. Üstelik sahne alanlar, sadece Bahar Şenlikleri’nde görmeye alıştığımız isimlerden değil. Bu sene üniversite, 70‘lerden günümüze efsane olmuş ünlü hard rock grubu Deep Purple’ı getirmiş! Yalnızca Deep Purple mı? Dünyaca ünlü illüzyonist Peter Marvey ve “Kuğu Gölü” balesi ile hayranlık uyandıran Moskova Klasik Rus Balesi de şenliklerde sahne almış.
Yakın Doğu Üniversitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin başkenti Lefkoşa’da yer alıyor. Adı, dünyanın en prestijli üniversiteleriyle birlikte anılıyor. Onlarca ülkede, binlerce mezunla temsil ediliyor. Geleceğe rekabet gücü yüksek ve donanımlı bireyler kazandırmak en büyük amaçları.
Ben Yakın Doğu Üniversitesi’nden çok etkilendim. Öğrendiğim şeyler tekrar üniversite okumak istememe neden oldu. Başarıları ülke sınırlarını aşmış ve gelişmeye hızla devam eden, çağdaş bir üniversite. Tercih yapacak üniversite adayları, bu şansı kaçırmayın derim.
http://www.neu.edu.tr/
https://twitter.com/YakinDoguUni
https://www.facebook.com/YakinDoguUniversitesiFanPage

Bir boomads advertorial içeriğidir.

BAAS'ı Yıkınca Huzur Bulduk Mu?


Yıllarca BAAS zulmünden bahsettik. Liberal demokrasi dururken  Arap ülkelerini ilkelliğe ve  diktatörlüğe mahkûm eden bir anlayış olarak gördük onu.

Bunda da  bir  ölçüde haklıydık; en azından görünüşte. Çünkü  meselâ Irak’ta Saddam rejimi Arap kavmiyetçiliğiyle Türkleri alabildiğine eziyordu. Suriye’de Hafız Esat Sovyet güdümünde bir çıbanbaşıydı. Kaddafi Libya’yı kendi keyfince yöneten bir “kaçıktı”.

Üçünün de ortak özelliği sosyalist olmalarıydı. Sosyolojiyi ve tarihi bir yana bırakarak baktığımızda o ülkelerde diktatörlüklerin, sosyalizmin bir sonucu olduğunu düşünmek normaldi.

Ama tarihi ve sosyolojiyi ihmal edebilmemiz ne kadar mümkündü?

Bunun cevabını Amerika’nın Irak işgali, Libya darbesi ve Suriye İç Savaşı’nda  aldık.

Peki ama cevap  neydi?

Şahsen ben cevabı biraz da Amerikan yapımı “Yeşil Bölge” filminde almıştım. Ama bunun yanısıra Nihat Genç’in tahlilleri de bir o kadar çarpıcı şekilde yıllardır gözümüzün önündeydi.

Arap sosyalizmi  keyfi veya tesadüfi bir seçim miydi? Devlet  düzeninin yıkıldığı ülkelerin mevcut hallerine bakıldığında   böyle olduğunu söylemek zor.

Arap sosyalizmi, anlaşıldığı kadarıyla Arap feodalizminin yarattığı parçalı yönetimi ve bu parçalanmanın  millî servetle ilgili sömürüyü engellemiş.

Suudi Arabistan dışında görüne o ki petrol üzerinde  tekel kurabilecek bir başka Arap aşireti yok. Hal böyle olunca petrol gelirlerini tekeline alarak ülkenin geri kalanını fakirliğe mahkûm edecek bir aşiretin varlığı tahammül dışıdır.

Libya’da diktatör olarak nitelenen Kaddafi petrolden sağlanan  geliri halkına dağıtıyordu. Ekonomik ilişkilerde ciddi bir  kurumsal otorite vardı. Oysa bugün Libya petrollerinin kimin eliyle kime pazarlandığı meçhul. Aynı şey Irak petrolleri için söz konusu. Kürtler Irak devletleşmesiyle elde edilmiş petrol gelirini kendi tekellerine almak istiyorlar. O petrollerin ne elde edilmesinde ne de refah sağlayıcı etkisinde hiçbir payları olmamasına rağmen sırf o bölgeyi silahla işgal edebildikleri için  bütün bir Irak’ın refahının üzerine yatabileceklerini düşünüyorlar.

Ama bütün bunların yanı sıra ortaya siyasal bir sonuç da çıkıyor. Sosyalist Arap rejimlerinde  ulusal bir temel ve lâik bir hukuk sistemi yerleşmek üzereyken bu ülkeler  etnik temelde ayrıştırıldı..  Görünen oydu ki Arap ülkelerinin çoğu demokrasiyi sağlıklı biçimde yürütecek bir ulusal devlet olgunluğuna sahip değildi. Arap toplumsal yapısı,  aşiret bağlılığından öteye gidemeyen, dini ancak siyasi bir hiyerarşi olarak yaşayabilen  cidden ilkel topluluklar yığınından başka bir şey değilmiş. BAAS rejimleri bu ilkel toplulukları ciddi bir devlet  güvencesine kavuşturan ve bu topluluklara bir ulusal bilinç kazandırabilecek yegâne seçenekmiş.

Ayrıca beşeri hukukun sağladığı “ kanun önünde eşitlik” imkânından ve ihtimalinden de uzaklaştılar. Şimdi bu ülkeler dinci ve etnik vahşetin arasındaki savaşların elinde acı çekiyor.


Konunun bizimle ilgisi ne? Bizdeki ilgisi şu: Köksüz, soysuz ve satılık liberaller, liberalizmi, etnik ve dinci vahşete vasıta ederek ülkenin Iraklaşması, Libyalaşması veya Suriyeleşmesi yolunu açmaya çalışıyorlar. Siyasi bilinçten, vicdandan ve normatif ahlâktan yoksun dinciler de  hiçbir şekilde anlamadıkları liberal demokrasinin ilkelerini liberal taşeronların şahitliğiyle  sömürüyorlar. Ülkemiz  satılık liberaller ve asalak dinciler eliyle bölünüyor. BAAS yıkılmış görünüyor ama onun yıkıntılarından, biraz da bizim liberallerin yardımıyla yepyeni  ve çok daha yıkıcı dinci bir vahşet rejimi yükseliyor.

4 Temmuz 2014 Cuma

AKP Seçmeninin İdraksizliğinin Ülkeye Maliyeti

AKP seçmeninin ruh hali ve  düşünme şekli aslında başlı başına bir inceleme konusu olmalı.

Neden?

Çünkü açık gerçeklere karşı AKPli seçmenin cevapları, tepkileri gerçekten çok düşündürücü.

Bir yandan sınırımızın dibinde   süren ve yavaş yavaş şehirlerimize sıçramak üzere olan dinci terör, diğer yanda devletimizin milletiyle bölünmez bütünlüğüne  karşı otuz yıldır savaşan etnik terör örgütünün büyüyen tehdidi hayatımızda gittikçe daha fazla yer işgal ediyor.

Peki AKP seçmeni için bu açık ve objektif tehditler ve tehlikeler ne anlama geliyor?

Açıkçası AKP seçmeninin bunları algılayabildiğini düşünmüyorum. Daha da ileri gidersem; AKP seçmeninin herhangi bir şeyi algılayabilecek  insani bir zekâya sahip olduğunu düşünmüyorum. Neden böyle düşünmüyorum?

Çünkü insan, kimden yana ve kime karşı olduğuna dair  ahlâkî ve akılcı bir tercih yapan tek canlıdır. Bu tercih keyfî bir tercih değildir. İnsanın dost-düşman algısı siyasi bir zorlamanın sonucu değildir. Bu tercih öncelikle insanın varoluşuna uygun hareket etmeyenleri kınamak açısından ahlâkîdir.

Toplumsal düzen ve siyaset ilişkisi açısından da toplumlaşmak, uluslaşmak, devletleşmek süreçlerinde kendi değerlerine ve normlarına sahip bağımsız bir beraberlik oluşturmak davranışı, bu davranışı benimseyenler ve benimsemeyenlere karşı bir  tercih geliştirmek mecburiyetini doğurur. Dolayısıyla “düşman” algısı, savaş seven devletlerin uydurduğu bir şey değildir.  
“Düşman”,  uluslaşma sürecindeki toplumların bağımsız davranmak ve devlet erkine karşı olan birey veya topluluklar demektir.

Şimdi takkeyi önümüze koyup düşünmek zamanıdır. AKP seçmeni bunları müdrik bir insan mıdır?  Maalesef öyle değil. Çünkü AKP seçmeni kimin dost kimin düşman olduğuna dair herhangi bir kimlik sahibi değil!  Siyasiler sürekli ona bir “Müslüman” kimliği biçmeye çalışsa da AKP seçmeni dünyada insan olmanın gerektirdiği  varoluşsal ve dolayısıyla ahlâkî tercihlerden elinden geldiğince kaçıp bir yandan da insanların üretimlerinden, yaratımlarından yararlanmak isteyen, hazır yiyici ve bir ölçüde parazit davranışını benimsemiş bir “insan yığını”.

Neden  AKP seçmenini bir “yığın” olarak görüyorum?

Çünkü yığınlar tektür ve edilgen birimlerden oluşurlar. Tuz tanelerinin başlarına gelecekler konusunda ne bir fikirleri ne de tesirleri olabilir.  Bu da tuz tanelerinde bir varoluş bilincinin olmamasından kaynaklanır.

AKP seçmeni denen insan tipi de insanca  davranmaktan korkan ama insan haklarından yararlanmak isteyen bir etkisiz  bireyler yığını olarak memleketin kaderini yönetmektedir. AKP seçmeni bu kadar etkisizken nasıl yönetmektedir? AKP seçmeni taraftarlığını hiçbir ahlâkî sorgulamaya taabi tutmaksızın  “kendi yaptığı puta tapmaktadır”. Siyasein emrine aklını ve vicdanını teslim eden bu kitle neye dokunduğunu bile bilmeden  bir domino etkisi yaratıp Türk ülkesini yıkıyor.

AKP seçmeni insanlığın bedelini ödemeksizin insanların sırtından geçinmeye çalışıyor.

AKP Türk insanını, beyni, midesinde ve kasıklarında kimliksiz bir parazit canlı  tipi haline getirdi. AKP seçmeni, Arapça konuştuktan sonra midesine  her şeyi sokuşturabilen ve alabildiğine  sevişmek için her fetvayı araştıran insan altı bir canlı  tipi olmayı “bedava insan” olmanın yolu zannediyor.

Bu ahlâk ve akıldışı kitle  ancak akılcı ve ulusal bir anayasal kısıtlama ile engellenebilir ve engellenmelidir. Çünkü demokrasi insan olmaktan vazgeçenlerin insanları seçim yoluyla sömürmesi değildir ve olmamalıdır.