Bu insanlar Selahattin Demirtaş’ta
ezilmiş halkların yükselen genç ve dinamik temsilcisini görüyorlar, anladığım
kadarıyla. Zaten Demirtaş da sürekli “Bu topraklarda halkların çok acı
çektiğinden” bahsedip duruyor.
Yani aslında bu topraklarda “halklar”
denen topluluklar varmış da bir de onları ezen başka bir halk varmış gibi bir
hava yaratılıyor ve bu da yarı
aydınlarımızın hümanizmini gıdıklıyor.
Seçim propagandaları, demokrasi,
insan hakları, hukuk devleti vs. sürekli
vurgulanıyor. Bu çağdaş değerlerin egemen kılınması gerektiği söylenip bunların
yerleşmesine türk egemenliğinin engel olduğu söyleniyor.
Sokaklarda demokrasi adına bebek katillerinin propagandası
yapılabiliyor, Türk adını ağza almanın faşizm ve ırkçılık olduğu her ortamda
söylenebiliyor ve hâlâ Türkiye’de
faşist, ırkçı bir Türk egemenliğinin olduğu düşünülebiliyor. Üstelik de
bunu, ülkeyi fiilen şeriat rejimiyle
yönetip Türk bilincine sahip asker ve sivil bürokratlara karşı devletin bütün
gücüyle saldırıp da hâlâ mağdur olduğunu söyleyen bir parti yapıyor.
Bunları yaparken arkasına halk
desteğini aldığını görüyoruz.
Peki ama Türk Ulusu böyle bir
partiyi neden ve nasıl destekleyebiliyor?
Cevabı aslında basit: Türk Ulusu,
bugün insanlara mücadele azmi ve kararlılığı kazandıran, onlarda hukuk idealine
bağlanmak arzusu uyandıran şeyin ne olduğunu, kısacası özgürlüğün maliyetini
unutmuş durumda.
Şayet Demirtaş vb bebek katili
yardakçılarının söyledikleri gibi bir
halklar kırımı söz konusu olsaydı ve bu tutum bir resmi bir tutum olarak
sürdürülseydi, ortada “halkaların kardeşliği” denen sovyetik Stalinist safsatayı savunacak herhangi bir yarım akıllı
yarı aydın kalmamış olurdu.
Atatürk bir toplumun barış içinde
yaşayabilmesinin ancak ve yalnız, hukuk
önünde eşitlik idealine sarsılmaz bir bağlılıkla gerçekleştirilebileceğini
biliyordu. Bu da ancak toplumdaki cemaatleşmeye dayalı bütün kabilesel, mezhepsel gerilimlerin üstünde bir hukuk uygulayıcılığıyla olacağını
biliyordu.
Sorun şuydu: Bunu kim
uygulayacaktı?
Atatürk Türk uluslaşmasının
tarihini gayet iyi bilen bir insandı. O sadece Ziya Gökalp’i değil, Sadri Maksudi
ARSAL gibi bir dehayı da tanıyordu.
Dolayısıyla tarihimizdeki uluslaşma-devletleşme ilişkisinin fazlasıyla
farkındaydı. O, bu yüzdendir ki “Türk” derken Arap, Rum, Ermeni, Sırp, Kürt
gibi kabile bilinçli topluluklardan bahsetmiyordu. O bu tip kabileleri bir
hukuk çatısı altında birleştirip kendi hukuk
ve emniyet sağlayıcı kimliği içinde birleştirebilecek bir büyük ulustan
bahsediyordu.
Kendilerine “halklar” denen Kürt,
Ermeni, Rum kabile topluluklarının bunu anlayabilmeleri mümkün müydü? Ulusal bütünlüklerini tavizsiz savunan ve
kabile mensubiyetlerini ulusal mensubiyetin üstünde tutmayı ihanet sayan
ülkelerde bu mümkün kılındı.
Oysa Atatürk’ün bütün ulusal
bakışına rağmen Türkiye’de cemaatleşmenin uluslaşmaya karşı direnci kırılamadı.
Cemaat yapıları kabileler veya mezhepler olarak varlıklarını ulusal bütünlüğe
karşı korudular. Türkiye’de siyaset esnafı maalesef oy kazancını, cemaatlerin mensubiyetlerini
kaşıyarak elde etmek yolunu seçti ve uluslaşmayı sürekli baltaladı. Demokrasimiz
de bu yüzden toplumun eğri kalanından kendini yalıtarak hukuk devletini
sömürebileceğini keşfeden cemaatlerin güç veya dehşet dengesi haline getirildi.
Cemaat yapıları bundan şikâyetçi
değildi. Çünkü onlar zaten kendi kokularını ve dokularını tanıyarak bir arada
bulunabilen ve beraber olmak için de bundan gayrısına ihtiyaç duymayan
toplumsal yapılardı.
Dolayısıyla kapitalizm benzeri
yarı pazar ekonomisiyle Türk toplumsal yapısı, bireysel bir atomizasyona
sürüklenmedi ama cemaatlerin
bölünmez moleküler yapısına indirgendi.
Cemaatler, Kürt aşiretleriyle, Nakşi- Kadiri tarikatleriyle Nur vb
cemaatleriyle hukuk ve ulus tanımayan
bireylerin birbirine yapıştırıldığı, içine nüfuz edilemez, hukuk ve medeniyet dışı
yapılar haline geldi.
Bugün başımıza gelen şey,
uluslaşmanın sağladığı hukuk birliği ve demokrasi idealini kullanıp da ülkeyi
ulus dışı bir kabileler konfederasyonu haline getirmek isteyen cemaatlerin Türk
düşmanlığı üzerine kurulu koalisyonu. Bu koalisyon belki bugün yasal görünüyor
ama ülkenin meşruiyetini ve hukuk düzenini yaratan Türk uluslaşmasını
reddettiği için aslında özünde gayri meşru. PKK veya cemaatler bu yüzden
aslında tam anlamıyla varoluşsal olarak
düşman yapılanmalar. Bunların varlığına izin verilerek Türk Ulusu’nun yaşayabilmesi mümkün değildir. Hukuk birliğine karşı dini veya etnik bir sebeple karşı çıkıldığında Türk Ulusu’nun egemenliği için savaşması gerekeceği de asla
unutulmamalı.