|
Acaba? İyi düşündünüz mü? |
Doğunun mevcut şartlarında artık
Kürt kökenli yurttaşlarımızın kafasında Türk devleti bölgede sadece işgalci
konumunda olan bir devlettir. Devletin “gönül almak” için dağıtığı her türlü
sadaka veya rüşvet bu insanlar arasında “Dünya Bankasınca” verilmiş bir lütuf
olarak görülmekte. Adını yazamayan köylüler dahi, aşıların, çeşitli sosyal
yardımların Dünya Bankası tarafından gönderildiği, dolayısıyla hiç kimsenin
Türkiye Cumhuriyeti’ne herhangi bir borcunun olmadığını düşünmektedir. Elbette
böyle olmadığını bilen yurttaşlarımız da var. Ne yazık ki dinci iktidarın Türk
devletinin sürekli aşağılayıp onu kendi kötü amaçları için sömürmesi yüzünden,
bölgede Türk egemenliği zayıflamıştır.
Adına “Barış süreci” denen
safsatada inşalara “iki uluslu bir devlet” yaratılabileceği ümidi aşılanıyor.
Bazıları, bu hülyanın sosyolojik
anlamsızlığını idrak etmeye yanaşmıyor. Çünkü Kürt unsurun bir ulus olmadığı,
bundan sonra da olamayacağı gerçeğini kimse görmek istemiyor. Gene bazıları
kendini devlet sanan Kürt özer bölgesi yığışmasının, aslında Barzani çetesi
olduğunu kabul etmek istemiyor.
Bunu sebebi şu: Eğer Kürtler
Türkler gibi medeniyet yaratmış, devlet düzeni kurmuş bir ulus olsalardı;
Anadolu’da egemenlik için aramızda ciddi çatışma yaşanırdı. Kürt toplumsal
yapısı egemenlik yarışına girişip hukuk birliği oluşturacak devlet kurmak
yetkinliğine erişememiştir. Dolayısıyla Türk Kürt ilişkilerinde “iki eşit ulusun
diplomasiye dayalı ilişkisi” falan söz konusu olmamıştır.
Egemenliğin kılıçla ve sık sık el
değiştirdiği dönemlerde, ne düzenli bir Kürt ordusundan ne de bürokrasisinden
bahsetmek mümkündür ki bu durum hâlâ sürmektedir. Kürt toplumsal yapısının
sürmekte olan aşiret egemen, kan bağını kutsayan yapısıyla, rızaya dayanan bir
hukuk birliğinin kurulması mümkün değildir.
Dolayısıyla Kürt etnik
ırkçılarının savundukları gibi Kürtler, adına “devlet” dedikleri bir kabile
çetesi meydana getirdiklerinde; ellerine ne bir egemenlik tarihi ne de hukuk
devleti geçecektir. Ellerine geçecek şey,
sadece en fazla çocuğa sahip silâhlı aşiretin, mera-otlak egemenliği
olacaktır.
Bu nokta şu açıdan hayati önemi
haizdir:
Hâlâ Türk Milleti’nin vatan aşkı
ve milletleşme şuurundan dolayı sürdürülen toplumsal ilişkiler, “iki ayrı
ulusun” var olduğu kabulü resmileştiği takdirde en iyi ihtimalle toplumsal
ayrışmaya en kötü ihtimalle de iç savaşa dönüşecektir.
Bunun da sebebi şudur:
Bir vatanda iki ayrı ulustan
bahsedildiğinde bu ayrılmak isteğinin toplumsal beyanı demektir. Bu “ kendi
evimde seni istemiyorum!” demenin siyasi şeklidir. Nitekim “Kaynaklardan %20…” “İşgalci
Türk Ordusu” söylemleri, karakol inşaatlarına silahla karşı çıkmak, asker
kaçırmak, Türk’ün vatanında kendine sahiplik iddia etmenin göstergeleridir.
Bu söylemlerin ve davranış
tarzının meşru kabul edilmesi kaçınılmaz biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru
egemenliğini resmen yok saymak olacaktır ki bu bölünmeden başka bir şey
değildir.
Mevcut söylem ve şartlar
sürdürüldüğü takdirde Türk
uluslaşmasının içindeki bir unsur olan Kürtlerin bu özelliklerini daha fazla
sürdürmeleri mümkün olmayacaktır. Ulus olmadan ulusluk ve egemenlik iddiasıyla
ortaya çıkan Kürt etnik ırkçıları Türk toplumunun büyük hüsnü kabulüyle içinde
barındırdığı bu yapıyı artık daha fazla kabule yanaşamayacaktır. Bu bir doku
yabancılaşmasıdır ki önüne mutlaka geçilmelidir.
Peki Türkler ve Kürtler nasıl bir
arada yaşayabilir?
Her şeyden önce apayrı iki
unsurun birbiriyle yaşamasından bahsetmediğimizi hatırlatmalıyız. Türkler ve
Kürtler, Türkler ve Fransızlar, Türkler
ve İngilizler gibi iki uzlaşmaz derece ayrı toplum değildirler. Bunun sebebi de
Türk uluslaşmasının, büyük, kavrayıcı, benzeştirici büyük bir kültüre
dayanmasıdır. Türk ulusu köylüsünün “dili dilme
dini dinime” anlayışı, şehirlisininse “hukuk birliğine dayalı egemenlik
anlayışı” ile Kürt toplumsal yapısını, kendinden bir yapı haline getirdiğini
düşünmüştür.
Dolayısıyla Türk-Kürt beraberliği
Kürtlerin “ulus bilincine, tarihine” rağmen oluşmuş değildir. Bu ilişki de
doğal bir eşitsizlik söz konusudur. O
eşitsizlik de Türk ve Kürt kültürlerinin
doğal oluşumlarından ve tarihsel sürece dayalı gelişmişlik farklarından
kaynaklanmaktadır. Türk kültürü, tarihi derinliği Kürt etnik adınınkiyle
kıyaslanmayacak kadar fazla olan, yaratıcı ve benzeştirici bir kültürdür. Bunu dünyanın dört bir yanına
dağılmış Türk topluluklarının kültürel çeşitliliğinden anlamamız mümkündür.
Türk-Kürt ilişkisinde Türklerin
tarih bilinci, farklı toplumsal yapıları kendisinden edebilmek yeteneği,
devlet ve ordu kurabilmek gücü ve
yeteneği, hukuk birliği sağlamaktaki tarihi tecrübeleri belirleyici olmuştur.
Bu açılardan Kürt denen toplumsal yapısının Türk kültürüne veya devlet yapısına
herhangi bir katkısı yoktur. Türk Kürt ilişkisinin belirleyici ve sürdürücü
mekanizması, bu yüzden, Türk uluslaşmasıdır. Nitekim Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde benzer bir toplumsal kabul
ve uluslaşma mekanizması tesis edilemediği içindir ki Kürtler, Irak’ta, Suriye’de
ve İran’da kendilerinden hazzedilmeyen ikinci sınıf bir topluluk olarak görülmüşlerdir ve
görülmektedirler. Türkiye’de bütün kışkırtmalara rağmen toplumsal düzeyde dahi
böyle bir ayrım hele aşağılama hâl3a görülmüyorsa bunun sebebi Türk Ulusu’nun
dünyaya ve diğer uluslara bakışındaki insancı bakışı ve uluslaşma bilincidir.
O halde Türk-Kürt beraberliği
resmi bir iki uluslu devlet kabulüyle sağlanamaz. Bu beraberlik ancak ve yalnız
Kürt toplumsal yapısının Türk uluslaşması ve hukuk birliği içinde kalması ile
mümkün olabilecektir. Şu unutulmamalıdır, hiçbir toplumsal ayrışma eşit
bölüşüm, boşanma vs gibi gerçekleşmez. İki toplumun birbiriyle ilişkisi ne
kadar sıklaşmışsa ayrışma o kadar zorlu ve sancılı olacaktır.
Türk _Kürt beraberliğinde Türk ulusu içinde ayrılmaz bir unsur olarak
görülen Kürt kardeşlerimizin ifade hürriyetlerine ilişkin kısıtlamalar varsa
kaldırılarak onların, Türk hukuk
birliğine inançları güçlendirilebilir. Burada sınır, bu hakkın, bu hakkı
sağlayan ve koruyan Türk ulusla egemenliğine ve hukuk birliğine karşı düşmanca
kullanılamayacağının kesin şekilde kabul edilmesidir. Aksi davranışların resmileştirilmesi toplumsal
ayrışma ve en nihayetinde savaş dışında bir netice doğurmayacaktır.