29 Ocak 2014 Çarşamba

TESPİTİM GELDİ: Türk Ordusu Kara Ordusudur.s

Malum Balyoz davasında ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetleri mensuplarının ağı hapis cezalarına çarptırılmışlardı.
Saygı ÖZTÜRK bir yazısında bu durumu şöyle "Hükümet “Askeri Vesayet”i kaldırmak adına, Türk Ordusu’nun temel direği olan disiplinini hedef aldı. “Askeri vesayeti kaldırdık” diyenler, darbe yapacak olanların niçin 38 karacıya karşı 134 denizcinin olduğunu izah edemiyorlar."... açıklıyordu.
Bu durum gerçekten anlaşılır gibi değildi.
Türkiye, üç çevresi denizlerle çevrili bile olsa bir kara ülkesidir.
Ve başkent Ankara ülkenin tam ortasındadır.
Deniz Kuvvetleri her zaman böyle bir darbede sadece destek unsur olarak kullanılabilir.
Ana unsur olarak kullanılması akla da mantığa da uygun değildir.
Ben böyle düşünürken cevap Haberiniz.com'dan geliverdi.
Ömer Sağlam'ın "Atatürk bir güneştir ve güneş balçıkla sıvanmaz" başlıklı yazısının notlarında birinci cümle "Ancak Atatürk'ü kendisine örnek alan bu ABD Genel Kurmay Başkanı'nın denizci olduğunu net olarak anladım." diye bitiyordu...
İngiltere gibi ABD ordusununda ana unsuru Kara Kuvvetleri değil, Deniz Kuvvetleri idi.

Anlaşılan o ki, insanoğlu alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor...
Elalemi de kendisi gibi sanıyor..
Oysa 2000 kusur yıllık Türk Ordusu kurulduğu günden beri bir Kara Ordusu hüviyetindedir.

Medeniyet Yapısının Tuğlası Ve Harcı: Yazar Ve Okuru

Bir kitap niçin yazılır?
Bu aslında bir ülkede insanların neden kitap okuduklarıyla ilgili.

Kitap okumanın yaygın bir alışkanlık olduğu ülkelerde yazar daha özgür.

Öncelikle geçim sıkıntısı çekme ihtimali daha az olduğu için.

 Ama sanırım okumaya ihtiyaç duyan insanların bilinçlerinde bir çığır açabilmek imkânı onları mutlu ediyor.

Çünkü okurlarını bugün başka bir yere götürürlerken aynı zamanda uluslarının hafızasında bir iz bırakıyorlar.

Okur beğenisi şüphesiz derin bir tatmin ama medenî bir toplumun tuğlalarından biri olmak ölümsüzlük demek.

Sanırım Charles Dickens'ı Londra ile özdeşleştiren bu.

Yazarın  yazarken aldığı zevki paylaşan okurlar, medeniyet yapısındaki tuğlaları bir birine tuttursun harçlardır.

Biz medeniyete ihtiyaç duyuyor muyuz? Sanırım asıl soru bu...

28 Ocak 2014 Salı

Sosyal medyanın gerçek kahramanları bloglar

Sosyal medya ne kadar sosyal?

Sosyallik neye deniyor bunu zaten anlayamıyorum da... "Medya işin neresinde, onu hiç bilemiyorum.

Medya bir kamuoyu aygıtı. Kanaatlerin etkileştiği bir tür fikir piyasası.

Peki sosyal medya bizde böyle mi işliyor? Maalesef hayır. İki açıdan sosyal medya açıkça işlevsiz.

Bizde sosyal medya bireysel ifadelerden, bireysel alanlardan ayrı, insanların sosyal olmaya mecbur edildiği, sanal kitleleşme ortamları.

Ayrıca özellikle blog yazarlığı, batıda profesyonel  anlamda ciddiye alınan bir iş. Oysa bizde blog yazarlığı, genellikle kanaatsizliğin, fikirsizliğin sığ sularında bir debelenme, oyalanma işi olarak kabul ediliyor.

Ben blogun, gösterişli sitelere inat,  bireysel ciddiyetin ve adanmışlığın mekânı olduğuna inanıyorum.

Bloglarda yazarlar, beğenilmek, izlenmek baskısından uzak, bağımsız yaratıcılıklarını    sergiliyorlar.

Bloglar, sosyal medyanın omurgası ve gerçek taşıyıcıları. 

Poyrazköy’deki Yalanlar Ve Ciğer Söken Katiller Sürüsünün Mukaddes Sırları

Poyrazköy’de, Zir Vadisi’nde,  ülkenin değişik yerlerinde silâhlar bulundu.

“Bulunduğu söylenen” silâhların “Amerikan eğitimli memurlarca tanındığı”  cep telefonu kayıtlarıyla ispatlandı

Peki ne oldu bulunan silâhlar? Hiç! Koskoca bir hiç!  Eğer bu silâhlar gerçekten “darbe” için kullanılacak olsaydı;  bir kıyametin kopması gerekirdi, oysa bu silâhların ne ezeli ne de akıbeti bilinebildi.

“ Asit kuyuları!” diye bar bar bağıranlar, çıkan hayvan kemiklerinden ne utandı ne de yanıldıklarını itiraf etti.

Sadece haber olsun diye “delil” hükmündeki her şeyin çarşaf çarşaf yayınlanmasına ses çıkarılmadı.

Gelin görün ki hiç kimse, günlerdir sınır kapılarında ardı ardına bulunan silâh  dolu tırları açıklayamadı. Açıklamayı  bir tarafa bırakınız, insanlara haysiyet cellatlığı yaptırılan basına “yayın yasağı” getirildi.

O halde azıcık merakı ve namusu olan sıradan insanların şunu sorması gerekmez mi?

“  Ortada  bulunan silâhlar var. Bu silâhların  bir kısmı, Türk  Ordusu’na  ait diye suç delili sayıldılar. Suriye’ye  hükmet eliyle yollandığı artık herkesçe bilinen silâhlar kimin silâhlarıdır? Herhangi bir ülkeye kayıtdışı silâh yollamak bir hükümetin meşru işi midir? Hükümet bulunan silâhların menşeini ve mukadderatını neden açıklamamıştır?”

Kelle kesen vahşilere, din kardeşliği adına silâh yollanması neyle izah edilebilir?

Bizim gibi vergisini veren, çağırıldığında koşa koşa yargıya hesap veren,  borcu için uykusuz kalan, askerliğini yapan vatandaşların, kendi ordusuna kumpas kurulmasına rıza göstermesi,  kendi ordusuna kumpas kuranların Suriye’deki vahşilere yardım etmesine sessiz kalması mümkün müdür?

 Bugün kendini iktidar olarak gören dinci parti, Suriye’yi, Afganistan’ı, Libya’yı, Mısır’ı işgal etmiş olan yabancılaşmış, dinci ilkelliğin temsilcisidir. Kendini iktidar olarak gören dinci parti,  vatanın kimin vatanı olduğunu bilmeyen bir yabancılaşmış, habis kitlenin sözcüsüdür.
 
Bu gün Suriye’deki fitneye yardım eden bu kitle, elbette vatanı vatan eden savunma iradesinin sırlarını ifşa etmekte beis görmüyor; düşmanların, hainlerin sırlarını korumayı ise kendisine vazife ediniyor.


Bir yetkili Türkiye’nin savunma sırları ifşa edilirken “Bağırsakların boşaltıldığından” bahsediyordu.  Türk’ün son savunma mevzilerinin sırlarını “bağırsaklarla” bir tutup da milis sisteminin ciğerlerinin söken bu zihniyetin, Suriye’deki ciğer söken kelle kesen hayvanlarla kendini “kardeş” kabul etmesi tesadüf değildir.


25 Ocak 2014 Cumartesi

Ana Akım Türk Milliyetçiliğinin Karakteristikleri





Bugün Türk milliyetçiliği denen fikri oluşum, yeknesak bir görünüm arz etmiyor.

Belki böyle bir görünüm arz etmesi de gerekmez ama  onun farlılıkları, maalesef yapıcı şekilde bir arada bulunamıyor . Bu gün milliyetçiliğin, içinde barındırdığı farklılıklar, ortak bir tarihi mirasa vefa dışında ciddi insanî, ahlâkî ve siyasî çelişkiler barındırıyor.

Bu farklılıklar Türkçülük ve Türk-İslâmcılık şeklinde tezahür ediyor.

Bugün  “milliyetçilik” dendiğinde akla gelen, belirleyici olan ve siyasete yön evren düşünce, “Türk-İslâmcılık”…

Türk İslâmcı siyaset tarzının  karakteristikleri dikkate alınmaksızın Türk  milliyetçiliğinin yönelimini   ve zaaflarını anlamak mümkün olmayacaktır.

 Türk İslâmcı, ana akım milliyetçilik felsefî anlamda sanıldığı gibi idealist değildir;   faydacı ve teleolojiktir. Her ne kadar durmaksızın “ülküden” bahsederse etsin belirli bir hedef gözetmek dışında “idea” ile en ufak bir ilgisi yoktur.

Bunun sebebi milliyetçiliğin siyasileşmesiyle birlikte “sonuca yönelik çalışmak” anlayışını benimsemiş olmasıdır. Bu anlamda teleolojik/kastîdir. Teleolojik anlayışıyla  siyasi milliyetçilik/MHP hayatın bütün unsurlarının siyasi liderin ve teşkilâtın kastına ve anlayışına göre yorumlanması  yönetimini benimsemiştir. Bundan dolayı fikri ve ahlâkı eylemin gerisine atmıştır. MHP eksenli Türk İslâmcı anlayış, bir  eylemin ahlâkî tutarlılığından ziyade “amaca yönelik olup olmadığına bakar.

Bu da aynı zamanda doğrudan doğruya faydacı bir anlayıştır. MHP için mühim olan, eylemin, amaca giden en kısa yol  gibi görünüp görünmemesidir.  MHP bu açıdan ciddi anlamda etiksiz ve ham bir faydacılık gütmektedir. MHP asla eylemlerin muhtemel sonuçları, genel ahlâk ilkeleriyle uyuşup uyuşmaması gibi bir yol gözetmemektedir. Tarafların kıyasıya çarpıştığı bir iç savaşta gereken partizanlık ve “eylemlilik” belki her şeyin önünde yer almıştır ama ’80 sonrası için aynı bakış açısının sürdürülmesi hem şartlar açısından imkânsız hem de etik bağlamda tutarsızdı.

B u açıdan bakıldığında hedef sahibi olmak dışında  ana akım Türk milliyetçiliği veya MHP milliyetçiliği, eylemlerinde herhangi bir ahlâkî, felsefî ideaya uygun hareket etmemektedir. Bu davranışı, tipik Marksist  eylem mantığına uymaktadır. Kısacası “Ülkücülük diye  tanınan ana akım milliyetçilik, hedefe yönelik, kastî/teleolojik  ve faydacı bir   diyalektik eylemcilikten başka bir şey değildir.”

Buna mukabil MHP amaçlarla araçların uyumunu düşünmek hususunda son derece tembel ve hatta isteksizdir. MHP/ana akım milliyetçilik, amaca ulaşmak isteyen ama amaca ulaştıracak araçların ahlâkî ve  faydacı tutarlılığını düşünmekten aciz bir siyasî harekettir.

Peki ana akım/siyasî milliyetçilik ideolojik anlamda nerededir?

Alışılmış bakış onu,  ideolojinin sağ tarafında koymaktır. Oysa ana akım MHP milliyetçiliği açıkça kollektivist ve sosyalist eğilimlidir ve hatta doğrudan  doğruya sosyalisttir.

Sosyalizm, üretim araçlarının  mülkiyetinin kollektifleştirilmesi nihaî amacına yönelik her türlü kollektivist eğilimin ve eylemin genel çerçevesidir. Bu açıdan ana akım milliyetçilerin “ sosyo ekonomik” bakışlarının, özel mülkiyet, piyasa, ve teşebbüs hürriyetinden yana olduğunu söylemek zordur.

Ana akım milliyetçilik “devlet güdümünde bir ekonominin”, ekonominin tabiatıyla çelişip çelişmediğini sorgulamaktan uzaktır.  Devletin idare ettiği bir  ekonomide ekonomiyi meydana getiren müşevviklerin sürüp süremeyeceğini, insanların hürriyetlerinin ve refahların temin edilip edilemeyeceğini düşünmek yerine ana akım milliyetçilik “ne pahasına olursa olsun” ekonomik komuta koltuğuna oturmayı hedeflemektedir.

Ayrıca ana akım milliyetçilik ideolojinin temeline bireyi değil, toplumu koymaktadır. Bunu yaparken de dinî  bir takım hurafelerden destek aramaktadır.

Bu açıdan MHP  ve ana akım milliyetçilik ideolojik anlamda yelpazede aslında Stalinizme varan bir solcu anlayışı sahiplenmektedir.

Ana akım milliyetçiliğin hukuk anlayışı da özünde kazuistik ve pozitivisttir.

Yani günlük hayatın her anıyla ilgili bir kanun yapılması, vatandaşların eylemlerinin meşruiyetinin temel haklar  bağlamında  değerlendirilmesi yerine  yasama organının  iradesinin ürünlerine göre değerlendirilmesi gerektiğine dair bir anlayışı savunmaktadır. Bu da “Hukukun, kanun yapıcının ürettiği bir şey olduğu” anlayışının yani hukukî pozitivizmin bir sonucudur.  Oysa bu gün kanun yapıcının hukuka uygun olmayan yasama faaliyetinde bulunabildiğini her gün görüyoruz.

Ana akım milliyetçiliğin  sosyo- politik yaklaşımı da maalesef lâiklikten uzaktır. Ana akım milliyetçiliğin bir “ülkü” olarak ifade ettiği “Türk-İslâm” düşüncesi, nihaî tahlilde “İslâm akaidine ve fıkhına dayalı bir toplumsal düzen kurmak” hedefinden başka bir şey değildir. Bunun da  anlamı  açıkça  şeriatçılıktır.

MHP, bugün adına “İslâm” denen anlayışın, Arap milletinin, kendi ataerkil, otoriter  toplumsal düzen anlayışının yorumundan başka bir şey olduğunu göremeyecek kadar bilgisizdir. Bu yüzden de yapmaya çalıştığı şeyin, aslında “Türk’ü Araplaştırmak” olduğunu dahi anlayamamaktadır.

Görüldüğü gibi ana akım milliyetçiliğin, medenî bir toplumla, hukuk devletiyle, temel haklar kabulüyle ve  milliyetin sahibi olan Türk ile uzaktan yakından ilgisi kalmamıştır.

Bundan dolayı kendini Türk milliyetçisi olarak  kabul edenlerin derhal fikrî çerçevelerinin gözden geçirmeleri aklî ve vicdanî bir borçtur. Bundan sonra tarafımızı seçerek, seçimimizin muhtemel sonuçları hakkında dürüstçe kafa yormalıyız.

Eğer “Bugün ne yapılmalı?” diye soruluyorsa; Türk için ve Türk’e göre düşünen herkesin, kendisini, şeriatçılığın ve kollektivizmin  her türünden derhal ayırması gerekmektedir.

Aklını türbanla, hadisle, risalelerle, tarikatçilikle bozmuş bir MHP’nin Türk egemenliğini, hürriyetini ve refahını savunması imkânsızdır.

Türk milliyetçileri kendilerini, ataerkil, kadın ayrımcısı, şeriatçı sözde milliyetçilerden insanî olarak da ayırmalıdır. Türk milliyetçileri, karılarına kek, börek pişirmek dışında bir mesuliyet yüklemeyen “erkek çobanlı” sürü milliyetçilerinin Arapçı ahlâkî riyakârlığıyla artık daha fazla bir arada bulunamaz, bulunmamalıdır.

Tavırları ve anlayışları  dinci, şeriatçı insanlar gerçek milliyetçilerin, onlara hâlâ tahammül etmesinden dolayı milliyetçiliği sömürebilmektedir. Bugün ne yazık ki  Türk milliyetçiliğinin entelektüel merkezi olması gereken Türk Ocağı da aynı tarikatçi/şeriatçı anlayışın tasallutu altındadır.

Türk milliyetçileri, hayatlarını dine göre düzenlediklerini sanan insanlarla her türlü ilişkiyi, derhal kesmelidir. Bu insanlarla ne herhangi bir siyasî ve içtimaî toplantı yapılmalı ne de ailevi ilişkiler kurulmalıdır. Çünkü onlar zaten başı açık kadınları, kadınlı erkekli toplantıları din ve ahlâk dışı bulan, kendileri dışındaki herkesi “eksik Müslümanlar” olarak addeden mutaassıplardır.

Türk milliyetçiliğinin  meşru ve makbul yolu, akılcılık, lâiklik, medeniyetçilik ve hürriyetçiliktir.  Bu unsurları gözetmeyen bir milliyetçilik ne Türklüğü muhafaza edebilir ne de bir çözüm üretebilir.













23 Ocak 2014 Perşembe

PKK İle Savaş Ve Toplumsal Şartları

PKK ile savaş halinde miyiz, değil miyiz?

Aslında bunun cevabını PKK her gün veriyor.

 Türkiye Cumhuriyeti’nden bir işgalci devlet, Türk Milleti’ni  yabancı bir ulus olarak görüyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk Milleti’nin varlığını ve egemenliğini tanımamak açık savaş ilânıdır. Zaten PKK ve yandaşları mevcut durumu sürekli “savaş” olarak niteliyor.

Şu anda tek taraflı yürütülen bir iç savaşı fiilen yaşıyoruz.
Neden “tek taraflı”?

Çünkü ülkemizdeki etnik terör unsurlarına müdahale yetkimizden tek taraflı vazgeçtik. Yani ülkemizde silah kullanma yetkisini, egemenliğini PKK’ya teslim ettik.

Ayrıca ülkedeki kamuoyu oluşturma yetkisini PKK’ya ve yandaşlarına teslim ettik.

Bir savaş yalnızca silâhlarla yürütülmez, propagandayla da yürütülür.

Savaş aynı zamanda tarafların vatandaşlarını düşmana karşı şartlandırmayla   yapılır. Egemen bir ulusun ülkesinde ulusun egemenliğine karşı silâh çeken bir tarafın propagandasını yapamazsınız. Düşmanın fikirleri, savaşan ülkede “fikirden” sayılmaz, bunların yayılmasına ve tartışılmasına izin verilmez.

Bu açıdan da ülke fiilen PKK’ya teslim edilmiştir. PKK’nın  Türk  millî egemenliği hakkındaki fikirlerinin silâhlı veya silâhsız savunulması gayri meşru, yasadışı ve insanlık dışıdır. Çünkü PKK bizimle aynı vatandaşlık hukukuna, hukuk birliğine, ulusal kimliğe, taabi olmamak için silâha sarılmış Kürt etnik ırkçılarının düşman  gücüdür. Bu güçle hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı işbirliği edemez. Hiçbir  Türk vatandaşı bu gayrimeşru gücün propagandasını yapamaz ve bu düşman gücün fikirlerinin yayılmasına izin veremez.

Şu anda içimizde yaşayıp da Türk askerinin elinin kolunun bağlanmasından memnuniyet duyan, PKK eşkıyasının silâhlı güç tehdidiyle hükümetin verdiği tavizleri birer ödül kabul eden, Türk Bayrağı’na saygısızlık eden hiç kimse Türk vatandaşı olamaz.

Şu anda PKK’nın militanlarından sempatizanlarına kadar bütün yandaşları haindir, düşmandır. Bu açıkça bilinmelidir. Türk vatandaşları, Kürtçü terör ve onun yandaşlarının toplumsal hayatta  belirleyici olmasına engel olmalıdır.

Türk vatandaşları PKK terörüne sempati besleyen hiç kimseyle insani ilişki kurmamalıdır. Çünkü PKK sempatizanları şu anda kendilerini  savaşta kabul etmektedirler. Eğer bugün büyük şehirleri  yakıp yıkan Kürt etnik teröristleri bulunamıyorsa bunun en büyük sebebi PKK’nın şehir yapılanmasının yarattığı büyük sempatizan ağıdır. Serap kızımızı yakan  PKK katilini evinde saklamış, onu ihbar etmemiş, onun yaptığını onaylayan hiç kimsenin bizimle komşu olamaya, bizimle alışveriş etmeğe, bizim ülkemizde yaşamaya hakkı yoktur! Ellerinde PKK çaputları ve Apo posterleriyle Kadıköy’ü işgal edenlerin bizim topraklarımızda bizim kurallarımızla işletilen bir demokraside yerleri ve işleri olamaz!

Onlar zaten şu anda kendi toplumsal  ilişkiler ağını kurmuşlardır. Bundan dolayı onları kendimizden bilmek artık lüks olmanın ötesinde ihanete en yakın davranış olacaktır.

Türkiye şu anda toplumun etnik ırkçılık propagandasıyla alabildiğine ayrıştırıldığı örtülü bir iç savaş yaşıyor.. Bu savaşta  açıkça Türk Milleti’nin ve Türk devletinin  karşısında olan hiç kimseyle hiçbir insanî ve ekonomik ilişki kurulmamalıdır. PKK’nın söylemlerine yakınlık gösteren hiç kimsenin bir tartışma ortamını baskılamasına izin verilmemelidir.

Günlük hayatta açıkça PKK yandaşlığı gösteren hiç kimseyle alışveriş edilmemelidir.

PKK’ya sempati besleyen hiç kimseyle komşuluk edilmemeli, o insanların  hiçbir ihtiyacına cevap verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki PKK’ya sempati beslemek açıkça Türk düşmanı bir etnik terör örgütünün düşmanlığını, ihanetini benimsemek demektir. Türk askerini, öğretmenlerini şehit eden, Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaret eden insanların toplumsal hayatımızda yer bulması söz konusu olamaz.


Belki elimize silâh alıp da çatışmaya gireceğimiz günler de gelecektir ama o güne kadar Kürt etnik ırkçılığının toplumumuzdan dışlanarak zayıflatılması bugünkü en büyük görevimizdir.

19 Ocak 2014 Pazar

TESPİTİM GELDİ: MİLLET VE TEMSİLİ

Türkiye'de sağ zihniyeti temsil eden kesimlerin milleti ve onun değerlerini kendilerinin temsil ettiğine dair müthiş özgüvenine hayranlık duymamak mümkün değil.
Bu MİLLET= DiNCİLİK diye formüle edebileceğimiz yaklaşım, kendi meşrebine uygun dini bakışın yüce Türk Milletinin tamamını temsil ettiğine adeta İMAN etmiş gibidir.
EMEVİCİ ARABİZASYONUNA giden yolun TÜRKLÜĞÜN MAKUS KADERİ olmadığını en önce TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN idrak etmesi lazımdır.
Cumhuriyetin bu insanları kendi gibi olmaya, köleleştirmeye, bir AHRET TOPLUMU olmaya zorlayan kerameti kendinden menkul Eşari anlayışınıYOBAZLIK ve İRTİCA kavramları ile tarif ederek giriştiği mücadelenin, asla Türk milletine ve onun her bir ferdinin meşrebince yaşadığı inancına karşı yürütülmüş bir mücadele olmadığı gerçeğini yüksek sesle haykırmak, adalet duygusuna sahip her ferdin adeta bir vazifesi hükmündedir.
DİNCİLİĞİN BİREYİ, HÜR İRADEYİ ESİR EDEREK İNSANLARI KÖLELEŞTİREN ANLAYIŞININ, GELİŞMENİN VE YÜKSELMENİN VE EBEDİYETE KADAR VAR OLMANIN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL OLDUĞUNU VE MİLLETİ TEMSİL ETMEDİĞİNİ SADECE ESİR ALDIĞINI, HER TÜRK MÜNEVVERİNİN GÖRMESİ GEREKLİDİR.
DAHASI BU ANLAYIŞ GERÇEK DİNİ GÖRMEMİZİ SAĞLAYACAK OLAN GÜNEŞİ KARARTACAK KADAR BÜYÜK BİR KARANLIĞI TEMSİL ETMEKTEDİR...

17 Ocak 2014 Cuma

"Allah Dostu" Riyakârlığı



“Allah dostu” ne demektir?

Allah dostu ifadesi sanırım günah işlememek hususunda  daha hassas olan, her işinde Allah’ın rızasını gözettiğine inanılan dindar kişiler için kullanılıyor.

Öncelikle Allah’ın, kendisini açıkça reddeden veya ona ortak koşanlar dışında herhangi birine düşman olacağını sanmıyorum. Kaldı ki onlara bile bu dünya da hidayete ermek imkânı ve ihtimalinden ve dahi  sonsuz merhametinden dolayı bir “düşmanlık” beslemesi bana uzak görünüyor.

O halde Allah dostu tabir edilen insanların özelliği ne olmalıdır?

Onlar muhtemelen Allah’ın bizi gözettiğinin daha fazla farkında olan, hayatlarının her anında Allah’ın sevgisinin ve merhametinin farkında olan insanlar olmalıdırlar.

Peki ama bunun farkında olan insanların özel  bir görünümleri, ayırt edici özellikleri mi olmalıdır? Yani Allah’ın sevgisini ve merhametini daha fazla idrak eden insanlar kendilerini kullara gösterir mi?

İşte bu noktada Allah dostu namlı pek çok insanın riyakârlığı ortaya çıkıyor. Gülümseyen bir çocuğun yüzündeki aydınlıkta Allah’ın sevgisini gören insanın bunu bir üstünlük ve itibar vasıtası  yapması hak mıdır?

Elbette değildir.

Bugün Allah dostu denen insanların istisnasız hepsi Allahla  diğer insanlardan daha yakın olmak iddiasındadır ki bu gerçek  peygamberlik iddiası gütmek demektir.

Bugün kendilerine Allah dostu denen insanların sıradan müminlerden farkları, daha fazla ibadet ettiklerini herkese göstermeleri ve bundan dolayı saygı görmeyi beklemeleri.

Sıradan Müslüman, gözünün önünde,  dinde aşırılığa giden herkesin dindar olduğunu sanıyor.  Bundan dolayı Allah dostu denen insanların üstünlüğü aslında, sıradan Müslümanların onlara atfettikleri üstünlükten başka bir şey değil.

Yani durmadan Arapça konuşup durmadan ibadet eden insanların, Allah’a bizden daha yakın olması gerektiğini düşünüyoruz. Burada da Allah’la amellerimiz aracılığıyla bir hesaplaşmaya gidildiğini sanıyoruz.  İbadetlerin  kesin bir sevap muhasebesi kaydının olduğunu, bunların bankaya yatırılan paralar gibi sevap defterlerine işlendiğini falan sanıyoruz. Hal böyle olunca sevap  bankasının en büyük yatırımcıları “Allah’ın dilinden en çok anladığını ” düşündüğümüz “ Allah dostları” oluyor.
Resim yazısı ekle

O “Allah dostlarından biri” takibe takılmış bir telefon konuşmasında, ülkenin en büyük şirketlerinden birinin ihalesiyle ilgili olarak  bir kayırma işi emrettiğinde “Onların da gönüllerine girelim!” diyor. İnsanların gönüllerine Allah’ın sevgisiyle girmek yerine kayırmayla giren bu insan da memlekette “Allah dostu”  sanılıyor.

Böylece sıradan Müslüman, Allah’ın arada bir dikkat ettiği, duasını ve imanını pek de umursamadığı  günahkâr bir insan konumuna indirgeniyor. Böylece sıradan Müslüman  için hayat, sorumluluğu “Allah dostlarına yüklenerek” yaşanabilecek basit bir hesap işine dönüyor. İşlerinde saf  bir niyet beslemeksizin, karşılıksız iyiliğe ancak kendi benzerlerini lâyık gören sıradan Müslüman, amellerini insanlara bilhassa “Allah dostlarına”  göstermeyi, Allah’a göstermekten daha mühim buluyor.

Sıradan Müslüman Allah dostu denen inşalara güvenerek ihlâstan habersiz işlediği ammelleri ile Allah’ı razı edebileceğini, “kandırabileceğini” sanıyor. Ona göre  niyeti ne olursa olsun “iyilik” namına yapılan her şey Allah’ı cennet muhasebesinde  borçlu kılıyor.

“Allah dostu”  safsatası devam ettiği müddetçe sıradan Müslümanların Allah’ı aldatmak ve Allah’la aldatmak  tutkusundan vazgeçmesi mümkün olamaz. Allah indinde kulların itibarının ne olduğunu  ondan başka hiç kimsenin bilemeyeceğine inanmadıkça da sıradan Müslüman’ın şirk ve riya bataklığından kurtulması mümkün olamaz.


13 Ocak 2014 Pazartesi

TESPİTİM GELDİ: HAKKINI VERMEK

1996 yılının Temmuz ayında Türkiye'nin ilk ve tek tarım ekonomisi alanında araştırmalar yapmak üzere kurulan araştırma enstitüsünde kurucu 7 kişiden biri olarak görevlendirilmiştim.
Kurucular ABD Tarım Bakanlığından Michael Kurtzig ve John Dunmore, bizim taraftan Veli Bostancı idi.
Kuruluş Tarımsal Araştırma Projesi kapsamında Dünya Bankası kredisi ile kuruluyordu...
Bu Amerikalılarla 5-6 ay birlikte çalıştık.
İngilizcem yetersiz idi.  Ancak vücut dili ile mükemmel bir uyum içinde bir çok çalışmaya imza attık. Bu arada İngilizce problemimizi çözmek için Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen 6 ay süreli yoğun kursa gitmek için başvurmuştuk.
Bizim enstitüden benimle beraber iki kişinin kabul yazısı geldiğinde, çok yakın dostluk kurduğumuz John Dunmore çok üzülmekle beraber, bizim için seviniyordu...
Bize dil kursunun mahiyetini sordu...
"Yoğunlaştırılmış dil kursu" dedik... "
Yani TOEFL hileleri öğretilen bir kurs değil, değil mi?" diye sordu..
Bizde "tabiki hayır" dedik...
Yüzü güldü, sevinmişti...
Bize dedi ki; "İNSANLIK TARİHİNE BAKIN" dedi, "BAŞARILI OLMUŞ MİLLETLERİN/DEVLETLERİN TAMAMI YAPMALARI GEREKENİ TAM ANLAMI İLE YAPTIKLARI İÇİN BAŞARILI OLMUŞLARDIR"dedi sustu. Kısa bir sessizlikten sonra "HİLEYE BAŞVURMUŞ OLANLAR İSE; YOK OLUP GİTMİŞLERDİR... BU KİŞİSEL BAŞARI İÇİN DAHİ BÖYLEDİR" dedi...
Haklıydı...
Çevrenize bakın somut örnekleri göreceksiniz...

Not: Veli Bostancı, hem İngiltere'de, hem de ABD iki mastırı olan, bence yeri üniversite olması gereken bugünlerde emekli olmuş bir Ziraat Mühendisidir... Ayrıca çok sayıda şiiri olan bir şairimizdir. Meraklısı internetten bulabilir.... Bu konuşmaları o tercüme etmişti.

Kim Kimi İkna Etmelidir?


Etnik ırkçılıkla  ilgili en önemli problem etnik ırkçılığın bir ikna metodunun olmayışıdır.

Etnik ırkçılık asla sizi kendine özgü bir bilgi  yönetmiyle ikna etmeye çalışmaz. Çünkü içten içe aslında bir bilgiye dayanmadığını bilmektedir.

Etnik ırkçılık  kitle psikolojiisinin en ilkel halidir. Kendini ancak belli bir kitle  ile tanımlayabilen  insanın “bilgi “adına söyleyebildiği tek şeydir.

Burada “etnik” terimini “dönüştürücü ve büyük kültür sahibi olmayan, geleneklerinde ve  kültüründe çeşitlilik barındırmayan, millet altı küçük topluluklar” anlamında kullandığımızı belirtmeliyiz.

Irk etnik topluluklarda aynılığın en somut  delillendiricisi olarak görülür. Bundan dolayıdır ki millî devletlere yönelik her etnik saldırı, meşruiyet gerekçesi olarak mutlaka ırka dayanır. Nitekim Kürt etnik ırkçılığının Süleyman Nazif ve Ziya Gökalp’i “ırkı Kürt olup da Türk’e hizmet eden” hainler olarak görmeleri bundandır. Etnik bilinç, ırksal veya soya dayalı aynılık dışında, “ iradi bir benzeşme”  kavramını algılayamaz.

Bundan dolayıdır ki etnik ırkçılık “ikna” metodunu da algılayamaz.

Şüphesiz milletlerin oluşumundaki siyasi birliklerde savaş önemli bir araç olmuştur. Fakat sağlanan birliğin devamında insanlarda yaratılan emniyet ve adalet duygusu ve bu duygunun beslediği “kanaatler” olmasaydı insanlar bir arada kalmaya ikna edilemezlerdi.

Peki bugün çoğu ağa olan Kürt etnik ırkçısı feodalizm artıklarının böyle bir oluşumu anlayabilmeleri, algılayabilmeleri mümkün müdür? Elbette değildir.

Bundan dolayı onlara ne kadar akılcı,  ikna edici izahlar, deliller sunarsak sunalım, onlar kendilerinin temel “politikası” olarak uzlaşmazlığı ve şiddeti tercih etmektedirler.

Antropolojik anlamda ırk  fikrini çoktan geride bırakmış bir millete mensup olmanın kolaylığını ve gururunu bu yüzden ellerini tersiyle iterek renkleri ve kokularıyla birbirlerini tanıyan canlılar olarak yaşayıp devlet  kurabileceklerini sanmaktadırlar.  Onlar bu açıdan bir arada ancak birbirlerini yiyerek mutlak güç üstünlüğü ile yaşayan hayvan sürülerinin yaşayışını benimsemişlerdir. Aslanlar nasıl antiloplarla doğuştan gelen bir beslenme ilişkisi yaşıyorlarsa etnik ırkçılar da ancak “güçlü olan aşiretin hükmettiği bir etnik sürü yaşantısını” anlayabilmektedir.,

Onlara, bahsettikleri  toplumsal unsurlarla bir  ulusun yaratılamayacağını, şu devirden sonra etnik  bir düşünüş ve kültürle büyük ve dönüştürücü  bir kültür, koruyucu, kural koyucu ve ikna edici büyük bir sosyolojik yapı yaratılamayacağını, ne kadar anlatmaya çalışırsanız çalışın, kabile düzeyindeki bir algılayıştan kopmaya yanaşmaksızın, bir ulus olabileceklerini düşünmeye devam edeceklerdir.

Türkiye’nin  hâl-i hazırda temel sorunu, kimliklenme sıkıntısı yaşayan  kenar mahalle yığınlarının, bir şekilde elde ettikleri iktidar makamında, milletleşme anlayışını kavrayabilecek  medenî ve insanî idrakin bulunmamasıdır. Hal böyle olunca bu cahil kitle,  etnik ırkçılığın,  gerek mensubiyet gerekse düşman algısı yönünden kavranması kolay ilkelliğinin, gerçek olduğuna, kendini inandırmış vaziyettedir.

“Bu iş silâhla çözülmüyor!” cehaletinin, bu vatanın demokrasiyle elde edildiğini sanmak aptallığından başka bir şey olmadığını bu yüzden etnik ırkçılara ve d kenar mahalleli dinci seçmen kitlesine işte bu yüzden anlatamazsınız. Maalesef kenar mahalle kafalı dinci seçmen kitlesi, vatanın ve egemenliğin tartışmasız tekliğinin yalnız ve ancak savaş ile değiştirilebileceğini anlayamamakta buna karşılık etnik ırkçılığın silâha dayalı inadının geçerli ve tek makul ifade tarzı olduğunu düşünebilmektedir.

Bütün bu delillerden sonra şunu anlamaktayız: Türkiye’de hükümet acz içinde değildir, ihanet içindedir. Türkiye’de dinci iktidar, milletin vatanıyla bölünmez bütünlüğünü ve egemenliğini kabul etmek yerine etnik ırkçılığın hayvanî ilkelliğine boyun eğmekte, Türk Milletini de buna zorlamaktadır.

İşte bundan dolayıdır ki Türk Milleti’ne boyun eğdirdiği düşünülen silâhlı ihanet unsurları bir an önce son ferdine kadar yok edilmelidir. Aksi takdirde cahil dinci seçmeni Türk Milleti’nin etnik ırkçılığın hayvanî inadı, ilkelliği ve vahşeti karşında yenildiğini düşünecek ve zaten kendisine ait  odluğuna inanmadığı Türk vatanını eşkıyaya peşkeş çekmekte beis görmeyecektir.



12 Ocak 2014 Pazar

TESPİTİM GELDİ: TECAVÜZ MAĞDURU ADALET KIZ

Yahu sen referandum yap, uğraş anayasayı değiştir, kontrolünde bir HSYK oluştur.
Sonra onu cemaate kaptır.
 Olacak şey değil..
Bahtsız Bedevinin durumundan beter oldu halleri, gerçi bedevi cinsel tercihini değiştirmiş kutup ayısının peşinden çölleri aşmış, kutuplara varmış...
Bunlarda aynı azimle niyetlerini bozmuşlar adaleti temsil eden kıza yeniden tecavüz edecekler...

TESPİTİM GELDİ: KABİLECİLİK

Mansur Yavaş'ı tanımam, etmem, kendisiyle bir kez bile karşılaşmadım. Tek bildiğim Beypazarı'nda yok olmaya yüz tutmuş Türk Kültürüne ekonomik cansuyu akıtarak yeniden dirilmesini sağlayan belediyecilik başarısı... Ben kelimenin taşıdığı ağır anlam yükü yüzünden kendimi hiçbir zaman ülkücü olarak tanımlamadım, sadece Türk Milliyetçisiyim ya da Türkçüyüm dediğim için ülkücü olup olm...amasıyla da ilgili değilim...
Bu yükü asla taşıyamacak tiynetteki insanların ortalıkla "ben ülkücüyüm" diye dolaşmasını da anlayabilmiş değilim...
Ayrıca benim için bir kişinin milliyetçiliğinin bir tek tanımı vardır... Türk'ün bekasına hizmet etmek...
O da yaptığın işin hakkını vermekle münkündür. Bu hakkını veriş de yaptığınız işe binlerce senelik tarihten süzülen bir şuurun izdüşümlerinin nakşedilmesini sağlamakla olur...
Gittiğiniz yer neresi olursa olsun, kabın şeklini almadan, şeklinizi kaba vermeniz bir ahlak meselesidir...
O yüzden insanların dün birlikte oldukları, güzel sözler söyledikleri içlerinden çıkmış birisine bugün yokedilesi bir MÜRTED muamelesi yapmaları beni mutsuz ediyor...
Yarın kendilerinin aynı muameleye tabi tutulmayacaklarının garantisi varmış gibi yüksek perdeden atıp tutmaları ise, bende hiç ama hiç bir şekilde hoş duygular uyandırmıyor.
Bu durum sadece milliyetçiliklerinin yerini totemleşmiş bir particiliğin ve liderin gönlünü hoş etme kaygısının aldığı görüntüsünü veriyor...
Bütün bu manzara PARTİLEŞMENİN gayesinin Türk Milliyetçiliğinin hakim düşünce olarak Türk milletinin her ferdinin yüreğinde yer etmesini sağlama idealinin aracı olmaktan çıktığını ve bir çeşit kabile şuuruna dönüştüğünü gösteriyor...
BEN BİR TEK FERDİNİ BİLE DIŞARIDA BIRAKAN BİR ANLAYIŞIN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ OLARAK TANIMLANAMAYACAĞI İDDİASINDAYIM...

10 Ocak 2014 Cuma

Devletleşme Milletleşme Ve Egemenliğin Doğallığı Üzerine

Türkiye’nin gündemi yolsuzlukla sulandırılırken Kürt etnik ırkçılığının egemenlik  talebi  gizlenmeye çalışılıyor.

Mises “kadir-i Mutlak Devlet” adlı kitabında  “milleti”  dil beraberliği olarak yanımlar ve  dil gruplarının egemenlik tercihlerini onların kararına bırakır. Sorun, egemen milletlerin egemenliğinin dilsel azınlıkların kararına bırakılıp bırakılamayacağıdır.

Egemen çoğunluğun egemenliği nereden kaynaklanır? Egemenlik kavramı meşru mudur?

Liberal okul  egemenlik kavramına  mesafeli bakar.

Burada egemenliğin sebebine bakmak yerine sonuçlarına bakmak yanlışına düşer. Egemenliğin, kayıtsız şartsız bir zorbalıkla sonuçlanacağına dair bir önyargıyı “özgürlükçülük”  adına benimser.

Peki ama egemenlik gerçekten kayıtsız şartsız bir zorbalık getirir mi?

Egemenlik buna yol açabilir ama egemenliğin ortadan kaldırılması, kuralın uygulanması için gereken zor kullanma aygıtını ortadan kaldırdığı için adaletin sağlanması imkânını kesinlikle ortadan kaldırır.

O halde egemenlik kavramının kaynağı nedir?

Egemenlik kavramının kaynağı devletleşme ihtiyacıdır.  Devletleşme, etnik, dinî veya başka  cemaatleşme şekillerinin, birbirleriyle yaşadıkları anlaşmazlıkların, tarafsız, aşkın ve daha önemlisi uygulayıcılığı mutlak ve tartışmasız  bir adalet sağlayıcı tarafından giderilmesi ihtiyacının eseridir.

Burada devletleşmenin, cemaatlerin/ toplulukların veya kabilelerin kendi içlerindeki  kurallara göre  dünya ile etkileşimlerinde sınırlı kalmalarıyla ilgisi birinci derecede önemlidir. Bu şu anlama gelir: İnsan toplulukları için “büyümek ve genişlemek” kabileleşmekten daha önemli ve yararlıdır.

Kabile halinde kalmak  artan nüfusun maddî ihtiyaçlaırnın giderilmesini imkânsız hale getirir. Ayrıca  kabile ancak diğer kabilelerden tamamen kopuksa belki kendi kurallarıyla yaşaması mümkün olabilir. Diğer kabilelerle /topluluklarla etkileşime girilmesi halinde ise  topluluğun kurallarının artık  ortaya çıkan yeni sorunların çözümünde etkisiz kalması durumu ortaya çıkar ki bu kaçınılmazdır.

Kabile veya toplulukta kurallar atalar kültüne, şahıs otoritesine veya dini inanca dayanır.   Kabile/cemaat üyelerinin başka  topluluklarla etkileşmesi sorunların ortaya çıkmasına yol açar. Zamanla kabile/cemaat üyeleri, sahip odlukları kuralların ve şahıs otoritesinin cevaplayıcılığından memnuniyetsizlik duymaya başlar. Bu durumda bazı kabile/ cemaat üyeleri başka  topluluklara özenmeye başlar. Böylece kabile içinde bağlılık zayıflar.

İnsanlar, kuralların herkes için aynı olduğu, işbölümüne ve işbirliğine  bu kurallar altında daha rahat dahil olabildikleri beraberlikleri gördüklerinde artık beraberliğin ölçüsünün etnik aynılık/benzerlik, dini beraberlik gibi sebepler olması onlara yetersiz ve hatta saçma gelir.

Kabile de insanlara düşmanlara karşı bir güvenlik sunarken kabile/cemaat içinde otoriteye karşı hayatın emniyeti konusu tamamen keyfi bir iradeye bırakılmıştır.

Oysa “devletleşme” insanlara önceki aidiyetleri ne olursa olsun herkes için ve her zaman geçerli kurallar altında  yaşayabilmek imkânı sunar.

Bu durumun gereği ise kural hâkimiyeti altında beraber olmak isteyenlerin, eski beraberliklerinin ölçülerini ve asabiyesini geride bırakmaları ve yeni düzenin kurallarını “herkes gibi” ve “herkes kadar” kabul etmeleridir. Yani meselâ hem Zulu kabilesinin  kabile liderinin otoritesini kabul edip hem de İngiliz toplumunun refah kaynaklarına ulaşamazsınız.

Peki ama bu durum bir tür “eşitlikçi demokrasi ile mi meydana gelir? İşin içinde kuralları uygulamak için zor kullanma tekeline sahip birileri olacaksa bu kim olacaktır. Bir kabileler koalisyonu mu buna karar verir?

Bunun nasıl meydana geldiği hem tam olarak bilinemez hem de açıkça önemsizdir. Her ne şekilde oluşursa oluşsun şurası kesindir ki bir baskın ve kalabalık grup mutlaka kural uygulayıcılığı tekelini eline alır ve kendi “büyük kültürünü” kendiliğinden hâkim hale getirir. Zulu genci Londra’ya geldiğinde  kendisiyle beraber sadece teninin rengini getirir. Gerisi beyaz adamın sağladığı ve uyulması zorunlu kural beraberliğidir. O beraberlik içinde kuralları anlamak için zorunlu olan dil, o kuralları anlayabilmek için kuralların içinde oluştuğu kültür ve medeniyet vardır. Böylece Zulu genci sırada beklemenin, sözü kesmemenin, ısrarcı olmamanın herkes için geçerli olduğu, bu kurallara ve elbette hukuk oluşturucunun kanunlarına uyulmasının işbirliğini ve iş bölümünü temin ettiği ve gene böylece ihtiyaçların ve emniyetin kendi kabilesinden daha  iyi karşılanabildiği bir toplumun parçası haline gelir ve bir “İngiliz” olur!

Burada devletleşmenin kökenine ve oluşumuna bakarken kendiliğinden aslında milletleşmenin oluşumuna da bakmış olduk

Bu durumda milletleşme, egemenlik kavramının oluşumuyla, kendiliğinden meydana gelen bir sosyolojik yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zulu genci, bir kere Londra’da hayatını kazanmaya çevre edinmeye, aşık olmaya, eğlenmeye başladığında artık ondan beklenen, ona bunu veren toplumu benimsemesi ve o toplumun, vatanı ve kurallarıyla bölünmez bütünlüğüne dahil olmasıdır. Zulu genci, belki kabilesinin kıyafetlerini ve şarkılarını Hyde Park’ta sergileyebilir ama mesela Hackney’de, Dalston’da, Schorditch’te, bir “Zulu özerk bölgesi” kurmak gibi bir  şey isteyemez. Veya İngiltere’de neden sadece İngilizce konuşulması gerektiğini anlayamadığını soramaz.

Egemenlik, kural  koyuculuk ve uygulayıcılık tekelinden başka bir şey değildir. Bunu tek başına yapmak yetkisine sahip bir toplumu gerektirdiği kadar kural hâkimiyetini de gerektirir.  Kurala dayanmayan  zor kullanıcılık, egemenlik değildir ancak  eşkıyalıktır.

Bundan dolayıdır ki meselâ Kuzey Irak yığışmasındaki zor kullanıcılık, devletleşme ve  milletleşmeyle karakterize edilebilecek bir egemenlikten ziyade bir eşkıya baskıdır.

 Egemenlik olmaksızın hukuk devletinin, kanun hâkimiyetinin işletilebilmesi mümkün değildir. Milletleşme egemenlik kurumunun işletilebilmesinin sosyolojik gereğidir. Bundan dolayıdır ki ulusal devletlerin bütünlükleri   hayatîdir. Milletleşme, devletleşme ve egemenlik ilişkisi anlaşılmadıkça  liberal demokratik bir hukuk devletinden bahsetmek mümkün olamaz. Liberaller öncelikle bunu anlamalıdır.





9 Ocak 2014 Perşembe

Tespitim Geldi: Türk Dizileri

2012 yılının Ekim ayında bir sempozyum için Sırbistan'a gitmiştim.
Bir akşam üzeri otelin çardağında bir masada oturuyoruz.
Tam karşımda genç bir doktora öğrenci olan Makedonyalı bir hanımefendi, onun yanında Bulgaristan'lı Nobel ödülüne de aday gösterilmiş bir biyolog olan Profesör hanımefendi, onun yanında ise Bulgaristan Bilimler Akademisi'nden bir doçent hanımefendi, sağ yanımda Yunanistan'dan emekli Profesör Helenimo ve eşi, onların da yanında Kosovalı Türkiye'de doktorat olan Kenan adlı bir Arnavut bilim adamı, birde Karadağlı niteliğini hatırlayamadığım bir hanımefendi...
Söz dönüp dönüp Türkiye'ye geliyor.
Çok büyük bir ülke olduğumuzdan, denizimizin ve tabiatımızın güzelliğinden ve en nihayetinde Türk insanının ne kadar harika ve misafirper olduğuna kadar tam bir Türkiye geyiği...
Dillerindeki Türkçe kelimelerin ne kadar çok olduğunu örnekleriyle anlatıyorlar...
Biraz gururlanarak biraz da şaşkınlıkla konuşmaları dinliyorum...
Makedonyalı hanım sözü Türk dizilerine getirdi. Anlatırken gözleri parlıyordu...
Bulgar profesör Reşad Nuri Güntekin'in ne kadar büyük bir yazar olduğundan heyecan içinde söz etti..
Helenimo tipik bir Türk dizi fanatiği...
Kenan her diziden haberdar.
Belki bir saat dizilerden bahsettiler...
Televizyon seyretmeyi bir süredir bırakmış birisi olarak, bilim dünyasından Balkan insanlarının Türk dizilerinde kendilerini bulmalarına şaşırdım...
Bu konuda bir kelime bile edemiyecek kadar cahil oluşum benim bile dikkatimi çekti...
Odama gittiğimde televizyonu açtım..
Sürpriz..
Altyazılı olarak Ezel dizisi ve Ramiz Dayılı bir sahne...
Demem o ki, bu iletişim çağında farkında olmadan etki sahamız gelişiyor...
Balkanlara gidecekseniz, internetten bir iki dizi seyredin de söz söyleyecek bir iki şeyiniz olsun....

8 Ocak 2014 Çarşamba

Cemaat- Nakşî Çatışmasında MHP Milliyetçiliğinin Aczi

Osmanlı Ülküsü ne ola ki? Şeriat devleti mi?
Türk milliyetçilerinin siyasal görüşleri mevcut iktidar cemaat  çatışmasında,  bir kez daha ve bu sefer çok daha çetin bir sınava girmiştir.

Herkes  kendine, bu savaşta nerede durması gerektiğini sormaktadır. Çünkü siyasal tavrın içindeki dinî yaklaşım, çatışmanın taraflarını ister istemez muhatap kılmaktadır.

Şurasını kesin olarak biliyoruz ki “ülkücüler” özellikle hapishane şartlarında  bugünkü savaşın  iki tarafınca da ayartılmaya çalışılmıştır. İşin kötüsü bundan bir ölçüde başarıya ulaşılmıştır.

Hapse milliyetçi girip nurcu veya Nakşî  olarak çıkan pek çok ülkücü var.  Bunun sonucunda bugün  “fikirlerimizin iktidarda” olduğunu savunabilecek pek çok ülkücü de var.

Sahi nedir  “bizim fikirlerimiz”? İçinde ancak Kürşat’a -o da birbirinden kötü illüstrasyonlarda- yer verip de bütün Türk tiplemelerini sakallı, tespihli, sarıklı Araplaştırlmış bir savaşçı  olarak resmeden bir tasavvurdan mı ibarettir fikirlerimiz? “Ahlâk” dendiğinde kadını kendine ayrılmış haremliğe tıkıp da siyaseti,  fikri, erkek eliyle yürüten bir kabadayılar zihniyeti midir bizim fikrimiz?

  Bugün adına Türk milliyetçiliği denen fikir hareketi, yarı deli bir Kürt imamına “Bediüzzaman” güzellemeleri yazıp da Türk milliyetçilerine yabancılaşmış, çürümüş hurafeleri “ahlâk ve fazilet” kaynağı olarak göstermekten başka bir şey değil maalesef…

Bir çoklarına insafsızca gelecek bu tespitten sonra şunları açıkça sormak istiyorum:

MHP içinde Said-i Kürdi hurafelerini, Nakşi- Kadirî sultasını açıkça kim eleştirmiştir?

Kim, İslâm adına ülkücü gençlere öğretilen şeriatçı sayıklamaları, açıkça reddetmiştir?

 Tük milliyetçiliğinin lâik, medeniyetçi, akılcı  kurucularının kitapları yerine, sözde “ulemanın” kitaplarını okutan MHP değil midir?
Kimse kusura bakmasın...

Türk milliyetçiliğinin abide kişiliği Atsız’ı “kuru Türkçü”, “şaman”, “dinsiz” olarak görerek yasaklayan MHP değil midir?
Hayatında Türk milliyetçiliğiyle ilgisinin  ne olduğu meçhul Arvasi gibi bir insanın içimize Arapçı bir şeriat fitnesini “ahlâk ve fazilet” adıyla sokmasına  sebep olan MHP değil midir?

Dinciliğiyle maruf NFK’dan milliyetçilere akıl süzmeye çalışan MHP değil midir?

Şüphesiz MHP kuruluş yıllarında, kurucularından birinin ifadesiyle “ Türkiye’nin dört bir yanında kendini milliyetçi sanan gençlerin” ortaya çıkmasını sağlamıştır ve bu hizmeti de kısa sürede ifsat edilmiştir.

Gelinen noktada MHP’nin aczi kendi sözde fikrî tercihinin sonucudur. Evet MHP acz içindedir. Çünkü yarısı Nurcu yarısı Nakşî olan  teşkilatının bu kavgada edeceği tek bir söz yoktur. Bu noktada hâlâ tasavvuf adıyla içimizde tarikatçiliği ayakta tutan Namık Kemal Zeybek gibi isimler ne Türk’e ne Arap’a göre bir tavır geliştirebilmektedir. Akıllarındaki kadından korkan, kadın eli sıkmayan, haremci/selâmcı, sakallı, dinci fanatik savaşçı hayali “Müslüman Türk” imajıyla zihinlerimizi uyuşturmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar.

İslâmcılık Türk milliyetçiliğini zehirlemiştir. Bundan dolayı Türk milliyetçilerinin siyasal kolu tam bir hipnoz veya narkoz halindedir.  Çünkü bugüne kadar gerek fikri gerekse menfaat açısından borçlandıkları dinci  cemaatlerin savaşında diyetlerini suskunlukla ödemek mecburiyetinde kalmışlardır. Türk milliyetçileri bugün ciddi bir ahlâkî vebalin altında ezilmektedir.

Yanındaki hacı emmilerin Türk'ten haberi var mıydı Muhsin Reis?
Çözüm nedir? Çözüm, Türk aklına ve idrakine uymayan Emevî safsatalarına daha fazla din muamelesi etmeden,  hareketlerimizde aklı, mantığı ve bilimi esas almaktır.

Çözüm, gerek partinin gerekse milliyetçilerin siyasal İslamcılıkla bütün insanî, aklî ve  örgütsel ilişkilerini kesmesidir.

Çözüm, dincileri  artık milliyetçilik içinde barındırmamaktır.

Çözüm Türkleşmek, titremek ve kendimize dönmektir.




4 Ocak 2014 Cumartesi

TESPİTİM GELDİ: KAYBEDEN T.C.

Bugün geldiğimiz noktada ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği büyük oranda kağıt üzerindedir.
Silahlı kuvvetler kışlalarının dışına çıkamamakta, zaruri sebeplerle çıkanlar kendilerini titizlikle kamufle etmektedir.
Polis, sadece seyretmekte, hırsızlık, cinayet gibi adli olaylar dışında varlığını göstermekten kaçınmaktadır.
Devletin otoritesini ve hakimiyet haklarını korumakla görevli Valiler yetkilerini kullanmamakta ya görmezden gelmekte ya da açılım politikalarını destekleyen faaliyetleri yürütmekte...
Bölgede kamu kuruluşlarının yöneticileri büyük oranda Kürtçü temayüllerini gizlemeyen kişilerden oluşmaktadır.
Bölgenin kadim Türkleri ya Kürtleşerek kaybolmuş, yada göç etmiş/göç etmek üzeredir.
Devlet memurları ve öğretmenler dışında Türkle karşılaşmak imkansız gibidir.
Bir Türk yatırımcı bu vilayetlere gelip bir işyeri (örneğin bir Eczane) açamaz hale gelmiştir. 
Korucular gelecekte kendi can güvenliğini tehdit edeceğini bildiği için görünürde olmasa bile büyük oranda saf değiştirmiş durumdadır.
Uzun yıllar tarafsız kalmayı tercih eden ana kitle ve aşiretler galip tarafın yanında görünmekten artık çekinmemektedir.
PKK'nın devlet organizasyonu olan KCK zafer sarhoşluğu içindedir.
Bütün bunları hizmet sektörünün gazetecisi Gültekin Avcı'dan iktibasla Prof. Dr. Ümit Özdağ detaylarıyla yazdı. Avcı bir süredir bu konularda ciddi yazılarıyla girilen tünelin ucunun karanlık olduğunu gören gözlere göstermektedir...
Belliki devlet erki bu bölgeleri savaşmadan ya da en az zaiyatla terk etmeyi göze almış.
Devir teslim törenini bekler gibiyiz.
AMA BİR UMUDUMUZ VAR..
HENÜZ SON SÖZÜNÜ SÖYLEMEMİŞ OLAN: DERİN MİLLET...
SON SÖZÜ O SÖYLEYECEK...
NEREDE Mİ?
TABİKİ SANDIKTA...

2 Ocak 2014 Perşembe

Muhafazakâr Demokrasi Tramvayının Son Durağında Yok Edici Türban Fetişizmi

Örtünmeyle ilgili görebildiğim kadar Nur Suresi 31. Ayet dışında hiçbir delil bulunamıyor. Orada da “başörtüsü” olup olmadığı tartışılan bir kelime etrafında fırtınalar koparılıyor.

İslâm’ın gerçekten kadının örtünmesini emredip emretmediği açıkça anlaşılamıyor.

İslâm’ın kadının örtünmesini emrettiğini söyleyenler, bunu birilerinin İslâm’dan anladıklarına göre  yorumluyor. Kaldı ki ilgili ayetin indiği devirde Arap toplumu için ifade ettiği mana düşünülmüyor.

Ve bu gün türbandan burkaya kadar aşırılığın ölçüsüz örnekleri, İslâm’ın tartışılmaz bir emri olarak karşımıza çıkıyor.

Kadının örtünmesinden murat nedir?

Kadının cinsel cazibesinin, toplumda fitneye yol açmasının engellenmesidir, herhalde?

Kadının cinsel cazibesi tek başına etkin bir unsur değildir. “Kadının cinsel cazibesi”,  erkeğin cinsellik algısının ifadesidir; kadın vücudunun doğal çekiciliğinin ya da baştan çıkarıcılığının  değil… Çünkü “cazibe”,  cazip bulanın değer yargısıdır. Kadın vücudunun kendileri için bir anlam ifade etmediği bir toplumda, böyle bir cazibeden şüphesiz bahsedemezdik.

Kadının vücudunun cazibesinde doğal bir yön yok mudur? Şüphesiz  kadının erkek cinsine güzel görünmesi doğaldır. Sorun bu cazibenin yorumlanmasındadır.

Kadının erkek için güzel görünmesi kimi toplumlarda “iyi” kimi toplumlarda “kötü” kabul edilmiştir.

Burada sorulması mümkün sorulardan biri şudur: “Tanrı Adem ile Havva’yı yarattığında, Havva’nın Adem’e güzel görünmesini murat etmiş midir, etmemiş midir? Eğer Havva Adem’e güzel gösterilmişse ve bu da yaratılışımızın kökenindeki bir unsursa, yaratıcı bir unsursa, kadının erkeğe güzel görünmesi bizatihi “kötü” olamaz, olmamalıdır.

İnsanların sıcaktan çıplak dolaştıkları Afrika  ovalarında çekilmiş fotoğraflarda çıplak göğüslü kadınların erkek vücudundan daha farklı görünmemesinin sebebi de sanırım budur.

O halde iş kadının erkeğe güzel görünüp görünmemesinden ziyade, kadına bakıştadır.

Kadınla ilgili yaratılan günah korkusuna baktığımızda; bunun kesinlikle bedevî Arapların kadını mallaştıran,  erkek egemen, fallik- otoriter toplumsal yapısından kaynaklandığını görürüz.

O halde örtünmenin kadının güzelliğini gizlemenin ötesinde bir anlamı olmalıdır ki o anlam “kadını görünmez” kılmaktır.

Kaldı ki bu gün türban reklamları mayo reklamlarından farksızdır. Sıfır beden slav güzelleri, kapalı kadınları, kendileri gibi güzel görünmeye davet etmektedir. Birbirinden renkli ve cazip türbanlar,  belin kıvrımlarını ortaya çıkaran pardösüler, ayakların güzelliğini sergileyen alımlı sandaletler kadınları kendilerine çekmektedir. Kadının sözde görünebilecek yerlerini alabildiğine çekici kılmak, kadının cazibesini engellemek için örtünmek amacıyla taban tabana zıttır.

Örtünmenin amacı, kadının güzelliğini gizlemek, onu “çirkinleştirerek”  arzulanmaz hale getirmekse görünen o ki mevcut örtünme şeklimizin  bununla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Kadını çirkinleştirerek arzulanmaz hale getirmek sapkınlığı, İran devriminin ilk zamanlarında kadınların yüzlerine kezzap atmak şeklinde kendini göstermiştir. Bu gün türbanlı kadınlarımızın arzu ettiği şeriat düzeni , bundan başka bir şey değildir.

Ama sorun burada da bitmemektedir. Kadınların baştan aşağı örtüldüğü Afganistan’da kadınlar gene de rahat değildir. Çünkü ne kadar gizlenirlerse gizlensinler burkaların altındakilerin, kadın oldukları bilinmektedir. Öyleyse  kadın mümkün olduğunca ortada görünmemelidir şeriat aşırılığına göre. Bunun anlamı,  “kadının varlığının, kötülüğün bizatihi sebebi” olduğudur. O halde kadın, “kadın” olarak ortada görünmemelidir.

Türkiye’de “modern” sanılan örtünme biçimlerinin nihaî hedefi bu yüzden kadını ortadan kaldırmaktır. Örtüleriyle Müslüman oldukların sanan kadınlarımız, neye hizmet ettiklerinin farkında değillerdir. Çoğu, alışılmış normlar içinde saçları açıkken gayet sıradan kadınlar olan türbanlı kadınlar, bu yüzden, örtündükten sonra normalden daha çekici hale gelmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Görülmesi caiz olan yerleri alabildiğine güzelleştirirken aslında kınadıkları kadın tabiatının gereğini yerine getirdiklerini fark edemiyorlar bile. Modern batı ülkelerinde yaptıklarının “fetişizm” olarak adlandırıldığından bile bihaber yaşayıp gidiyorlar.  Vücudun belli yerlerine diğerlerinden daha fazla adeta  saplantı düzeyinde önem ve değer vermek ve bundan uyarılmak anlamındaki fetişizm,“ kadının görünmesi caiz olan yerlerinin” sergilenmesindeki aşırılıkta, tam anlamıyla  ortaya çıkıyor.

Çünkü kadın ne kadar örtünürse örtünsün güzel olmaktan uzak kalamıyor. Çünkü kadın başka türlü bir varoluşun mümkün olmadığını zaten biliyor.

İşte kadını yok etme tutkusuyla yanıp tutuşan şeriatçı  erkek sapkınlığının bizi getirdiği “muhafazakâr demokrasi” tramvayının son durağındaki, kenar mahalle  şer’i fetişizminin son hali bu!