Köylülük görebildiğim kadarıyla
“milliyetçi camianın” yumuşak karnı.
Köylülük hakkında en ufak bir eleştiri derhal gayet “Müslümanca” bir “nakil
işgüzarlığıyla” susturulmağa çalışılıyor.
Bu da bize köylülüğün, özellikle
günümüzde hakkıyla incelenmediği dahası ancak eski kayıtların romantizmiyle
algılandığını gösteriyor.
İşin aslı bugün esas problemimiz
“kenar mahalleleşme” veya
“gecekondululuk”tur.O halde neden köylülük üzerinde bu kadar duruyoruz?
Son sözü en başta söylemek
pahasına söylememiz gerekiyor ki: Köylülük
kenar mahalleleşmenin kaynağıdır. Günümüz şehir hayatının, dünyayı
algılama biçimimizin, bilgiye bakışımızın, uluslaşmamızın önündeki en büyük engelin kaynağıdır. Çünkü kenar
mahallenin kapalı toplum yapısı köyden
köken alır.
Özellikle kendisini “milliyetçi”
olarak görenlerde yaygın olarak ortaya
çıkan köy romantizmi, bize köylülüğün toplumsal, siyasal ve dinsel yönlerden
ayrıntılı biçimde incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Peki ama neden? Çünkü ,
uluslaşmamızın açıkça tehdit edildiği bir dönemde, “milliyetçilerin”, yaygın cehalet ve taassuplarının
kökenini umursamamak üstelik de bu
kökenle övünmek gibi bir tutumları var
da ondan.
Köylülük tartışmalarına
milliyetçilerin köy sosyolojisiyle ilgili tarihi metinlerini aktararak cevap
vermek ne anlama gelir? Önce buna bakmamız lâzım?
Bir konuyu tarihi metinlerle
cevaplamaya kalkmak anakronizmin ta kendisidir. Çünkü köylülükle ilgili
yazıların yayınlandıkları tarihlerde toplumumuzun zaten kahir ekseriyeti
köylerde ikamet etmektedir. Dolayısıyla
üzerine demokrasinin, egemenliğin, hukukun inşa edileceği toplumsal
malzeme köyde bulunmaktadır.
Buna karşılık ülkenin cahil
ekseriyeti de köyde barınmaktadır. Dolayısıyla “toplumun geneline” hitap edecek
bir şeyler söylendiğinde bu çoğunluğun da idrak edebileceği şeyler
söylenmelidir. Dolayısıyla da eski Türkçülerin köye romantik bakışları hem onu
kültürün kaynağı olarak görmelerinden hem de köylüyü “millet yolunda bir
iyiliğe” sevk edebilmek gayretindendir! Bu da ancak köylü egosunun, “şehirli
bir üstünlük” duygusuyla uluslaşmaya katılmasıyla mümkün olabilirdi!
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki
bütün köycü yönelimin esası veya amacı, köyleri birer “küçük şehir” birer küçük
medeniyet merkezi haline getirmektir!
Türkiye köy toplumu üzerine güzellemeler yazan arkadaşlarımıza meselâ Sovyet
dönemi köylerini gezmelerini hararetle
tavsiye ederdim. Tataristan’da bir köyde, kitabevinin, gençlik merkezinin bulunduğunu görselerdi sanırım,
ezberden veya “kopyala yapıştır usulü” bir akademik dehayla naklettikleri Akçura’nın hayalinde, nasıl bir
köy olduğunu daha iyi anlayabilirlerdi.
Köy bir “kapalı toplumsal” yapıdır.
Kapalı toplumsal yapı, kabaca cemaat/topluluk ile kendisini belli
eder. Görünüşte, inanışta, yaşayışta
birebir aynılaşmak “amacını” güden, adeta tek bir akılla düşünerek kendini
“güvenceye” aldığını düşünen insanların beraberliğidir.
Peki bu yapı tesadüfen mi
oluşmuştur? Elbette hayır.
İşbölümünün azlığı ( ki eskiden
ilkokullarda öğrendiğimiz köy tanımı içinde, nüfusla beraber anılan ikinci
faktör buydu) , nüfus azlığı, ulaşım güçlükleri, enerji kaynağına uzaklık( bu
artık o kadar büyük bir zorluk değil) gibi faktörler köy toplumunu zaten doğal
olarak “yalıtılmış” bir hale sokmaktadır. Buna mukabil dikkat edilirse “teknolojik
gerilik” bir faktör olarak sayılmamıştır. Çünkü köylü artık kendisinde olmasa
bile kiralık bir teknoloji ile işini görebilmektedir. Bunun yanı sıra LCD
televizyonlar, uydu çanakları, Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine dahi
girmiştir.
İşbölümünün azlığı köyde
yapılacak fazla bir iş olmadığına işaret
eder. Tarım veya hayvancılık dışında,
haddecilik, soğuk demircilik, marangozluk,
radyo televizyon tamirciliği, ayakkabıcılık gibi en temel zanaatler dahi
köyde icra edilemez. Çünkü bunları ayakta tutacak hammaddeler ve sermaye malları ne köyde üretilebilir ne
de kolay kolay köye getirilebilir.
Bu durum köyü kendi içinde kapalı
bir hale getirir.
Kapalı bir toplumda topluluk
üyelerinin uyması gereken kurallar şehirden son derece farklıdır.
Bu kurallar, köy yaşantısının
gerektirdiği ölçüde “somut” ve toplumsal
tekdüzeliği yüzünden de sayıca azdır. Bu kuralların denetimi de
geleneklerin en tutucu şekilde yaşanması ve benzeşmeyi sürdürmekle
gerçekleştirilir.
Dolayısıyla köy toplumunun
aklında, beklentileri, amaçları,
menfaatleri, gelir düzeyleri, etnik
kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların bir arada
yaşayabilmelerini sağlayabilecek bir kurallar dizgesi kavramı yoktur! Bu,
doğrudan doğruya köyle ilgili yapısal bir durumdur.
Bu aslında, “toplulukla” “toplum”
arasındaki farkın ta kendisidir.
Bu aslında kabileleşmeyle uluslaşma arasındaki farkın ta
kendisidir!
Gökalp’in Türk köylüsünün
irfanını aktarırken kullandığı “dili dilime dini dinime” ölçüsü bu açıdan kapalı bir toplum üyesinin
“ulus”/”millet” gibi bir yapıdan ne anladığının göstergesidir. Bugün biliyoruz
ki bir ulus içinde farklı dinlerden üyeler bulunabileceği gibi büyük bir dil
ailesinin birbirini anlamakta zorluk çeken üyeleri dahi bir milletin/ulusun mensubu olabilirler.
Ulus/millet yukarıda
özelliklerini saydığımız, beklentileri,
amaçları, menfaatleri, gelir düzeyleri,
etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların
belli bir hukuk birliği, emniyet ve adalet tekeli çatısı altında rızaya dayalı olarak meydana getirdikleri
birliğin adıdır.
Demek ki millet ve milliyet
kavramlarının fikri kaynağı köy değildir
ve olamaz da. Dolayısıyla milliyetçiliğe köyden bir sebep veya meşruiyet
devşirmeye çalışmak en başta sosyolojik olarak yanlıştır.
Ulus/millet gibi devlet veya
hukuk birliği yaratabilen “toplumlaşmaya” yönelik bir toplumsal yapı, köylülük
bilinciyle “oluşturulamaz”!
Hal böyle olunca milleti, ancak
din ve dil ile ölçen bir bilincin
“milliyetçiliği” ile milleti, toplumlaşmış
bir yapının siyasi, hukuki ve kültürel
belirmesi olarak ele alan
bilincin milliyetçiliği, şüphesiz farklı olacaktır.
Bugünkü sıkıntımız, Gökalp’in
mensubiyet bilincinin varlığına sosyolojik bir delil olarak gösterdiği bir
tanımı, milliyetçiliğin yegâne vazgeçilmez tanımı sanmaktır.
Bundan dolayı da “ne yapılması
gerektiğini” köylüye sormayı bir tür
köylü sevgisi sanmak, özüne dönmek saymak,
milliyetçiliğin siyasi kampını günden güne ilkelleştirmektedir.
Köylülüğü Türkçü’lerin yazıları ile
savunmaya çalışmanın hatalı yönü, bu yazıları içeriğine dikkat etmeden
aktarmaktır. Bundan sonraki hata da “köye yönelmeyi”, “köylüleşmeye çalışmak” olarak anlamaktır.
Oysa köye yönelmek köyün
imkânsızlıkları içinde dahi işbölümünü gerçekleştirebilmek, bireyselleşmeyi
kurabilmek ve kapalı toplumsal yapının gelişmeyi engelleyici katı yapısını
aşabilmek amacını taşımaktaydı. Köy enstitüleri, köy kökenli insanlardan şehir idrakine sahip insanlar yetiştirme
projesidir; yoksa şehir yaşantısını
köylülüğe teslim edip de bütün şehirleri , tezek kokulu metropoller yapmak
değil…
Bugün köylere giden
siyasetçilerimiz köylüye dinin hakikatlerinden bahsetmek yerine köylünün ilkel
din algısını, “ilmihal Müslümanlığını”
teşvik ederek oy toplamağa
çalışıyorsa bu durumda köylülüğün
geriliğini dürüstçe ve korkmadan ortaya koymak bir toplumsal sağlık
meselesidir.
Elbette köylülerimiz Türk
modernleşmesini eteğinden tutarak geriletmemiştir. Ama köye yönelik aşırı
fırsatçı ve dalkavukça politik ilgi Türk siyasetini inanılmaz geri bırakmıştır.
Türk milliyetçileri de maalesef bu “halk dalkavukluğunu” köylü sevgisi diye
aklîleştirerek Türkçülüğün
sulandırılmasına ve en nihayetinde ümmetçi bir melez milliyetçiliğe
dönmesine sebep olmuşlardır.
Çözüm köylüleşmek değildir. Çözüm
köyü yükseltmektir. Bu da köye uyarak olmaz, köyü eldeki imkânlarla
şehirlilikle entegre etmekle olur. Yani?
Köylere daha fazla “mele”/molla değil öğretmen
yollayarak…
Öğretmenlere laik ve ulusal bir devlet bilinci
aşılayarak…
Köylerin ulaşım imkânlarını
artırarak…
Pozitif bir teşvik verilmese
dahi tarımsal ve hayvansal üretim
maliyetlerini düşürecek tedbirler alarak…
Milliyetçiliğin içindeki
köylülük, içinde bir ulusun büyüklüğünü
ve gelişmişliğini barındıran bir saflık değildir. Bu anlaşılmadıkça
“milliyetçilik” Orta Anadolu taşra
dindarlığının üç hilâl takıntısından
başka bir şey olamayacaktır.