23 Aralık 2014 Salı

Artık Köyden İnelim Şehre


Köylülük görebildiğim kadarıyla “milliyetçi camianın”  yumuşak karnı. Köylülük hakkında en ufak bir eleştiri derhal gayet “Müslümanca” bir “nakil işgüzarlığıyla” susturulmağa çalışılıyor.

Bu da bize köylülüğün, özellikle günümüzde hakkıyla incelenmediği dahası ancak eski kayıtların romantizmiyle algılandığını gösteriyor.

İşin aslı bugün esas problemimiz “kenar mahalleleşme” veya  “gecekondululuk”tur.O halde neden köylülük üzerinde bu kadar duruyoruz?

Son sözü en başta söylemek pahasına söylememiz gerekiyor ki: Köylülük  kenar mahalleleşmenin kaynağıdır. Günümüz şehir hayatının, dünyayı algılama biçimimizin, bilgiye bakışımızın, uluslaşmamızın önündeki  en büyük engelin kaynağıdır. Çünkü kenar mahallenin kapalı toplum yapısı  köyden köken alır.

Özellikle kendisini “milliyetçi” olarak görenlerde yaygın olarak  ortaya çıkan köy romantizmi, bize köylülüğün toplumsal, siyasal ve dinsel yönlerden ayrıntılı biçimde incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Peki ama neden? Çünkü , uluslaşmamızın açıkça tehdit edildiği bir dönemde,  “milliyetçilerin”,  yaygın cehalet ve taassuplarının kökenini  umursamamak üstelik de bu kökenle övünmek gibi bir  tutumları var da ondan.

Köylülük tartışmalarına milliyetçilerin köy sosyolojisiyle ilgili tarihi metinlerini aktararak cevap vermek ne anlama gelir? Önce buna bakmamız lâzım?

Bir konuyu tarihi metinlerle cevaplamaya kalkmak anakronizmin ta kendisidir. Çünkü köylülükle ilgili yazıların yayınlandıkları tarihlerde toplumumuzun zaten kahir ekseriyeti köylerde ikamet etmektedir. Dolayısıyla  üzerine demokrasinin, egemenliğin, hukukun inşa edileceği toplumsal malzeme köyde bulunmaktadır.

Buna karşılık ülkenin cahil ekseriyeti de köyde barınmaktadır. Dolayısıyla “toplumun geneline” hitap edecek bir şeyler söylendiğinde bu çoğunluğun da idrak edebileceği şeyler söylenmelidir. Dolayısıyla da eski Türkçülerin köye romantik bakışları hem onu kültürün kaynağı olarak görmelerinden hem de köylüyü “millet yolunda bir iyiliğe” sevk edebilmek gayretindendir! Bu da ancak köylü egosunun, “şehirli bir üstünlük” duygusuyla uluslaşmaya katılmasıyla mümkün olabilirdi!

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bütün köycü yönelimin esası veya amacı, köyleri birer “küçük şehir” birer küçük medeniyet merkezi haline getirmektir!

Türkiye köy toplumu üzerine  güzellemeler yazan arkadaşlarımıza meselâ Sovyet dönemi  köylerini gezmelerini hararetle tavsiye ederdim. Tataristan’da bir köyde, kitabevinin, gençlik  merkezinin bulunduğunu görselerdi sanırım, ezberden veya “kopyala yapıştır usulü” bir akademik dehayla  naklettikleri Akçura’nın hayalinde, nasıl bir köy olduğunu daha iyi anlayabilirlerdi.

Köy  bir “kapalı toplumsal” yapıdır.

Kapalı toplumsal yapı, kabaca cemaat/topluluk ile kendisini belli eder.  Görünüşte, inanışta, yaşayışta birebir aynılaşmak “amacını” güden, adeta tek bir akılla düşünerek kendini “güvenceye” aldığını düşünen insanların beraberliğidir.

Peki bu yapı tesadüfen mi oluşmuştur? Elbette hayır.

İşbölümünün azlığı ( ki eskiden ilkokullarda öğrendiğimiz köy tanımı içinde, nüfusla beraber anılan ikinci faktör buydu) , nüfus azlığı, ulaşım güçlükleri, enerji kaynağına uzaklık( bu artık o kadar büyük bir zorluk değil) gibi faktörler köy toplumunu zaten doğal olarak “yalıtılmış” bir hale sokmaktadır. Buna mukabil dikkat edilirse “teknolojik gerilik” bir faktör olarak sayılmamıştır. Çünkü köylü artık kendisinde olmasa bile kiralık bir teknoloji ile işini görebilmektedir. Bunun yanı sıra LCD televizyonlar, uydu çanakları, Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine dahi girmiştir.

İşbölümünün azlığı köyde yapılacak fazla bir  iş olmadığına işaret eder. Tarım  veya hayvancılık dışında, haddecilik, soğuk demircilik, marangozluk,  radyo televizyon tamirciliği, ayakkabıcılık gibi en temel zanaatler dahi köyde icra edilemez. Çünkü bunları ayakta tutacak hammaddeler  ve sermaye malları ne köyde üretilebilir ne de kolay kolay köye getirilebilir.

Bu durum köyü kendi içinde kapalı bir hale getirir.

Kapalı bir toplumda topluluk üyelerinin uyması gereken kurallar şehirden son derece farklıdır.

Bu kurallar, köy yaşantısının gerektirdiği ölçüde “somut” ve toplumsal  tekdüzeliği yüzünden de sayıca azdır. Bu kuralların denetimi de geleneklerin en tutucu şekilde yaşanması ve benzeşmeyi sürdürmekle gerçekleştirilir.

Dolayısıyla köy toplumunun aklında, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların bir arada yaşayabilmelerini sağlayabilecek bir kurallar dizgesi kavramı yoktur! Bu, doğrudan doğruya köyle ilgili yapısal bir durumdur.

Bu aslında,  “toplulukla”  “toplum”  arasındaki farkın ta kendisidir.

Bu aslında  kabileleşmeyle uluslaşma arasındaki farkın ta kendisidir!

Gökalp’in Türk köylüsünün irfanını aktarırken kullandığı “dili dilime dini dinime”  ölçüsü bu açıdan kapalı bir toplum üyesinin “ulus”/”millet” gibi bir yapıdan ne anladığının göstergesidir. Bugün biliyoruz ki bir ulus içinde farklı dinlerden üyeler bulunabileceği gibi büyük bir dil ailesinin birbirini anlamakta zorluk çeken üyeleri dahi  bir milletin/ulusun mensubu olabilirler.

Ulus/millet yukarıda özelliklerini saydığımız, beklentileri, amaçları, menfaatleri,  gelir düzeyleri, etnik kökenleri, toplumsal tabakaları arasında farklılıklar olan insanların belli bir hukuk birliği, emniyet ve adalet tekeli çatısı altında  rızaya dayalı olarak meydana getirdikleri birliğin adıdır.

Demek ki millet ve milliyet kavramlarının  fikri kaynağı köy değildir ve olamaz da. Dolayısıyla milliyetçiliğe köyden bir sebep veya meşruiyet devşirmeye çalışmak en başta sosyolojik olarak yanlıştır.

Ulus/millet gibi devlet veya hukuk birliği yaratabilen “toplumlaşmaya” yönelik bir toplumsal yapı, köylülük bilinciyle  “oluşturulamaz”!

Hal böyle olunca milleti, ancak din ve dil  ile ölçen bir bilincin “milliyetçiliği” ile  milleti, toplumlaşmış bir yapının siyasi, hukuki ve kültürel  belirmesi olarak ele alan  bilincin milliyetçiliği, şüphesiz farklı olacaktır.

Bugünkü sıkıntımız, Gökalp’in mensubiyet bilincinin varlığına sosyolojik bir delil olarak gösterdiği bir tanımı, milliyetçiliğin yegâne vazgeçilmez tanımı sanmaktır.

Bundan dolayı da “ne yapılması gerektiğini” köylüye sormayı  bir tür köylü sevgisi sanmak, özüne dönmek saymak,  milliyetçiliğin siyasi kampını günden güne ilkelleştirmektedir.

Köylülüğü Türkçü’lerin yazıları ile savunmaya çalışmanın hatalı yönü, bu yazıları içeriğine dikkat etmeden aktarmaktır. Bundan sonraki hata da “köye yönelmeyi”,  “köylüleşmeye çalışmak” olarak anlamaktır.

Oysa köye yönelmek köyün imkânsızlıkları içinde dahi işbölümünü gerçekleştirebilmek, bireyselleşmeyi kurabilmek ve kapalı toplumsal yapının gelişmeyi engelleyici katı yapısını aşabilmek amacını taşımaktaydı. Köy enstitüleri, köy kökenli insanlardan  şehir idrakine sahip insanlar yetiştirme projesidir; yoksa  şehir yaşantısını köylülüğe teslim edip de bütün şehirleri , tezek kokulu metropoller yapmak değil…

Bugün köylere giden siyasetçilerimiz köylüye dinin hakikatlerinden bahsetmek yerine köylünün ilkel din algısını, “ilmihal Müslümanlığını”  teşvik ederek  oy toplamağa çalışıyorsa  bu durumda köylülüğün geriliğini dürüstçe ve korkmadan ortaya koymak bir toplumsal sağlık meselesidir.

Elbette köylülerimiz Türk modernleşmesini eteğinden tutarak geriletmemiştir. Ama köye yönelik aşırı fırsatçı ve dalkavukça politik ilgi Türk siyasetini inanılmaz geri bırakmıştır. Türk milliyetçileri de maalesef bu “halk dalkavukluğunu” köylü sevgisi diye aklîleştirerek Türkçülüğün  sulandırılmasına ve en nihayetinde ümmetçi bir melez milliyetçiliğe dönmesine sebep olmuşlardır.

Çözüm köylüleşmek değildir. Çözüm köyü yükseltmektir. Bu da köye uyarak olmaz, köyü eldeki imkânlarla şehirlilikle  entegre etmekle olur. Yani?

 Köylere daha fazla “mele”/molla değil öğretmen yollayarak…

 Öğretmenlere laik ve ulusal bir devlet bilinci aşılayarak…

Köylerin ulaşım imkânlarını artırarak…
Pozitif bir teşvik verilmese dahi  tarımsal ve hayvansal üretim maliyetlerini düşürecek tedbirler alarak…

Milliyetçiliğin içindeki köylülük, içinde   bir ulusun büyüklüğünü ve gelişmişliğini barındıran bir saflık değildir. Bu anlaşılmadıkça “milliyetçilik”  Orta Anadolu taşra dindarlığının üç hilâl  takıntısından başka bir şey olamayacaktır.











20 Aralık 2014 Cumartesi

Köyünün Yağmurlarında Yıkanan Erkek Türk Milliyetçisi


Türk milliyetçileri her aykırı görünen fikir beyanında, birbirine ağız dolusu hakaret etmeye meyilli. Mensuplarının çoğu maalesef yaşının gerektirdiği olgunluktan yoksun bir camia.

Bunun sebeplerinden biri sanırım siyasallaşmanın getirdiği yaygınlaşma tutkusuyla ortaya çıkan  köylüleşme.

Bu  köylüleşme ile birlikte milliyetçilik, erkeklerin icra ettiği bir köy odası etkinliği haline gelmiş.

Böylece köylülüğün getirdiği iki problem, milliyetçi camiayı inanılmaz derecede geri bırakmış.

Bu problemlerden biri “erkeklik” rolünde köylülüğün etkinleşmesi…

Diğeri de bütün fikri faaliyetlerde köylü  “siyasetçiliğinin”  egemen olması.

Problemlerin ilki bizi, gerekli medeni ilişkileri kurmakta zorlanan, ancak benzerleri arasında rahat edebilen bir erkek tipine yöneltmiştir.

Köylü erkek tipimiz, “kadına egemen”,  ailenin tek reisi, her şeyi bilen, herkesi güden, zor kullanmaya eğilimli, savaşkan, tahammülü az bir  erkek idealine göre  oluşturulmuş. Aslında bu tip, psikolojik anlamda incelendiğinde, hayata uyumunda problem taşıyan, yetişkinliğe girememiş, en fazlası ergen bir erkek karakteri ortaya çıkar.

Bu tip erkek sürekli pohpohlanmak ister. Kendisine itaat edilmesini ister. Hayatı tamamen kendi bildiğince düzenlemek ister. Tipik bir milliyetçi erkek, adını koymak istemse de “El ne der?” korkusunda ifadesini bulan şeriatçı, köylü ilmihal dindarlığı ile hareket eder.

Bundan dolayı milliyetçilerin kahir ekseriyeti toplantılara, sosyal ortamlara karılarını götürmez. Hayatındaki önemli ve hatta önemsiz hemen hiçbir kararda karısının fikrini almak gereği duymaz. Çünkü köyünden getirdiği ilmihal Müslümanlığına göre  kadın “aklen ve dinen eksiktir.”

Bu yüzden milliyetçi camiada kadınlar, en fazla kadın kollarında veya “ hanımlar icra heyeti” gibi hilkat garibesi yerlerde kendilerini oyalamalıdır.

Milliyetçiliğin köylü erkek tipi, siyaseti de felsefî bir alt yapıyla anlamak yerine bir oy avcılığı olarak görür. Ama meselâ iktidar olduğunda neyi nasıl düzeltmesi gerektiğine dair hiçbir fikri yoktur. Çünkü milliyetçi erkeğin kendi köyü dışında bir dünyası veya ufku yoktur! Bu yüzendir ki ancak iki bin yılda bir gelebilecek bir iktidar fırsatını yakalayabilmiş MHP’nin, Türk siyasetindeki  genel kadrolaşma işiyle iyilik dağıtmak dışında hiçbir faaliyeti maalesef olmamıştır.

Dolayısıyla erkeklerle yürütülen köy kökenli milliyetçi siyasetin içinde, sinemanın, tiyatronun, edebiyatın, resmin vs bütün yeri, bu siyasete  verdiği fayda kadardır. Onun içindir ki bu gün bir türlü milliyetçi siyasetten bağımsız bir sanat etkinliği düzenlemek işi milliyetçilerin aklına bile gelmemekte. Onun içindir ki meselâ Emine Işınsu dışında tek bir kadın yazarı yoktur milliyetçi camianın.  Sevinç Çokum bugün hâlâ bir şeyler yazmakta mıdır o da meçhuldür.

İşin kötü tarafı, bu köylü erkeği egemenliği, milliyetçiler arasında kadınlarca da benimsenmiştir. Bunun da sebebi, neredeyse genlerimize işlemiş olan ilmihal Müslümanlığıdır. Dini ilmihal dışında anlamaktan ürken köylü kafası, şehre geldiğinde yalnızca daha şiddetli bir değişimin şokuyla daha hızlı bozulmuştur. Yoksa köylülüğün kapalı toplum zihniyeti hâlâ yerli yerinde durmaktadır:  “Şeriata/ ilmihale bağlı Müslüman erkeğin güttüğü toplum!”

Bu durum, milliyetçileri,  toplumun geri kalanından ciddi biçimde yalıtmaktadır. Milliyetçiler, büyük ölçüde, kendilerinden çekinilen, kaba saba, görgüsüz, tahammülsüz, düşüncesiz, duyarsız, ilkel insanlar olarak kabul edilmektedir.

Çünkü köylü erkeğinin Durkheim okumuş Gökalp’i, Rus İhtilali’ini yaşamış  Akçura’yı, Togan’ı, Ağaoğlu’nu, “Dilde, işte, fikirde birlik!” diyen Gaspıralı’yı  anlaması mümkün değildir.  Bütün bunların ötesinde, anasının ak sütü gibi helal telif ücretine, misafirlerini yanında bakmaktan ar eden Atsız’ın şehirli nezaketini kavramasını beklemek aptallıktır.

Kaldı ki o, zaten bu isimleri tanımaya dahi ihtiyaç duymamaktadır. Peki bu isimlerin özelliği nedir? Bu isimler biz  bir köylü toplumu olarak kendi dar dünyamızda debelenirken dünyanın gidişatını bizzat yaşamış, şehirli fikir adamlarıdır!

Bugün Türk milliyetçileri bu ilkel  bilinç ve ergen psikolojisiyle en başta birbirlerine düşmanlık geliştirmekteler.  Gün geçmiyor ki birinin geçmişteki bir hatası yüzüne vurularak itibarsızlaştırılmasın. Bu itibarsızlaştırma, karalama ve dışlama psikolojisi milliyetçi camianın başat güdüsü!

Çünkü ancak kokusunu ve dokusunu tanıdığını, sürüsünden belleyen köylü kafasında, soyut düşüncenin müştereklerinde birleşmek, kişisel zaafların ötesinde bir  fikir inşaa edebilmek kabiliyeti gibi şeylere yer yok!


Bana öyle geliyor ki Türk milliyetçileri, önce yaşlarının gerektiği olgunluğa ve tahsillerinin gerektirdiği entelektüel nezakete kavuşmadıkça Türk Milleti’nin sorunlarına çözüm getirmek bir yana kendi toplumlarında ayrık otu muamelesi görmekten kurtulamayacaklar.

19 Aralık 2014 Cuma

Türban Bugün Giyim Ya Yarın?




Türban Üzerinden Şer’i Giyim Tarzına Bir Reddiye

“Türban” ya da “baş örtüsü” adına ne derseniz deyin bir giyim tarzı,  günümüzde  Türk toplumunu ciddi anlamda ayrıştıran  bir simge olarak karşımızda.

Türbanın en büyük gerekçesi “inandığı gibi yaşamak” olarak gösteriliyor. Peki türbanlı kadınlar neye inanıyor? Anlayabildiğimiz kadarıyla “Başörtüsünün, Allah’ın emri” olduğuna. Buna nasıl inanıyorlar? Sadece Nur Suresi 31. Ayetteki “başörtülerinizi” diye çevrilen kelimeden dolayı…

Bu inancın mantığı da tartışılmalı. Sorun şu: Bir inanç nasıl oluyor da toplumu bu derecede ikiye bölebiliyor?

Eğer  dinî inancı açısından karışık bir toplumda yaşasaydık belki kendilerine “Müslüman” diyenler  toplumun geri kalanından ayrılabilmek için bu tip bir gerekçeye sığınabilirlerdi.

Oysa bu ayrışma tam da kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda meydana geliyor. Ve işin kötüsü türban, kendilerine “Müslüman” derken toplumun geri kalanını zımnen kâfir olarak görenlerin simgesi haline geliyor.

Türbanın Allah’ın emri olduğuna, türban takanlar gerçekten ilgili sureyi ve ayeti okuyarak mı inanıyorlar yoksa herkesin inandığı gibi inanmayı kolay buldukları için mi buna inanıyorlar? Bu her bir vicdan sahibi türbanlı kadının kendi vicdanına sorması gereken bir soru.

Yalnız cevap ne olursa olsun, türban sözde inancının toplumda meydana getirdiği çatlağın, gerilim ve soğukluğun, türbanlı kadınları ,böyle bir inancın doğruluğuyla veya haklılığıyla ilgili olarak, düşünmeye yöneltmesini de gene vicdanen bekliyorum.

Gelelim durmadan tekrarlanan “ dinin günlük hayatta görünür kılınması” savunmasına.

Dinin günlük hayatta görünür kılınmasına dair bildiğimiz hiçbir “emir” yok.

“Edille-i şeriye” denen “dinin/şeriatın DELİLLERİ/KANITLARI”  ancak ve yalnız herhangi bir kişinin Müslüman kimliğinin anlaşılması için kabul edilen asgari deliller veya işaretlerden ibarettir. Bunlar, Müslümanların kendi din kardeşlerini tanımalarında kullanılacak asgari müştereklerdir.

Buna mukabil bunlar, ibraz edilmek veya gösterilmek mecburiyetinde olmayan işaretlerdir. Bir delil ancak bir uzlaşmazlıkta gerçeğin anlaşılmasında ortaya konan bir gerçek parçasıdır. Asla sürekli ibraz edilmesi gereken ayırıcı bir  işaret veya gösterici değildir!

Kadına da erkeğe de eşit olarak gelmiş olan din, asla bir cins için farklı bir ahlâk anlayışı vs  va’z etmemiştir.  Okumak , öldürmemek, zina etmemek, yalan söylememek, çalmamak gibi emirler ve yasaklar asla  cinsiyet farkı gözetilmeden duyurulmuştur.

Dolayısıyla bir Müslüman’ın kadın olsun erek olsun nasıl görünmesi gerektiğine dair herhangi bir ayırıcı emir de yoktur.

Bu anlayış tamamen Tevrat’tan kaynaklanan, Tevrat özentisi bir yorumlama tutkusunun, Talmudî İslâm’ın anlayışıdır. Nedir Talmudî islam? Talmudî İslam, Yaşar Nuri’nin “İsrailiyat” olarak sınıfladığı, tefsiri, yorumu, hadisi,  ruhban aklının eserlerini, dinin özünün, dinin kitabının önüne koymak ve bu hurafe kalabalığına da “din” diyerek bununla övünmek hastalığıdır.

Dinin esasının Arap yaşayışında olduğunu sanarak dinden bunu anlayanların, Kur’an’ı  tercümelerindeki mantığı anlamak kolaydır. “Hikmet”i esas aldıklarını düşünerek tercümeyi, Arap yaşantısının, Arap örfünün Türkçeye aktarılması olarak görmüşler.  Böylece aslına bize antik  Yahudi sofuluğunu, kuzenleri olan Araplar üzerinden tercüme ederek bizi “Türkçe konuşan Araplar” yaparak Müslüman edebileceklerini düşünmüşler.

İslâm’ın sürekli batıl inançları reddettiği ve hak olanı getirdiği söylenir. Ama nedense “İslâm adına konuşanların” yeni batıl inançlar üretip üretmediği hiç sorgulanmaz. Türban, zayıf bir yorumun tek bir kelimesinin , doğrudan “iman” dairesine sokulmasıyla  büyütülmüş çok tehlikeli bir fitnedir.

“Amel imandan” bir cüz değildir fıkıh ilkesi gereğince namaz kılmayanın imanının,  kullarca sorgulanamayacağını söyleyenler, türbanı “imanın” gereği haline getirmişlerdir.

İslâm’da imanın şartları bellidir ve bunların hiç biri gösterilecek, ifade edilecek,  diğer insanlarla kıyaslanacak ve hele fitne sebebi olabilecek şeyler değildir.

İslâm’da iman, kişinin vicdanına bırakılmışken nasıl olur da  herhangi bir “tavsiye”, imanın ölçüsü haline getirilebilir? Veya bir Müslüman’ın imanını sorgulamak hele bunu göstermeye onu mecbur etmek kimin haddinedir?

 Müslüman, dini belli etmek, göstermek mecburiyetinde değildir! Bundan dolayıdır ki Yahudilerinkine benzer bir giyim tarzı İslâm’da emredilmemiştir. Ama başta “din adamı” denen din profesyonelleri sözde daha gelişmiş bir din haline getirmek için İslâm’ı, Yahudilikteki gibi ayrıntıya boğmak tutkusuna kapılmışlar. Türban işte bu sözde iyi niyetli işgüzarlığın din sömürücülerinin elindeki oyuncağından başka bir şey değil.

Hiçbir türbanlı kadın, maalesef kendisine, açıldığı takdirde taciz görüp görmeyeceğini, içinde yaşadığı akılcı sayılabilecek toplumda, artık namusun, bir örtüyle ölçülüp ölçülmediğini sormuyor. Pek çok türbanlı veya örtülü kadınToplumun geri kalanında herhangi bir tedirginlik yaratıp yaratmadığını, bir fitneye sebebiyet verip vermediğini düşünmeden, sadece körce bir inancı uygulamak hürriyetine sığınarak yaşamak istiyor.

Bilgi bilimsel olarak yanlışlığıyla ayrıca doğurduğu  çok ciddi ve kötü sonuçlar açısından ahlâkîliği ve meşruluğu son derece tartışmalı olan  türban ve diğer “şer’i” örtünme biçimlerinin, inanç ve ifade hürriyeti olarak kabul edilemeyeceği, artık ortada.

Bütün  bilimsel, akılcı ve objektif akıl yürütmelere sadece inancın dokunulmazlığını  istismar ederek karşı çıkmak dışında, hiçbir gerekçesi olmayan şeri örtünme biçimleri, belki gayri Müslüm toplumlarda sıkı bir denetimle serbest kalabiliyor ama bu biçimlerin Müslüman toplumlardaki etkisi sadece fitne ve öfke ile beliren bir ayrışma yani “fesat” oluyor.


Şer’i örtünme biçimleri, iyi niyetli istisnaların masumiyetini sömürmek dışında bir yöntem bilmiyor. Bu yüzdendir ki çoğunluğu Müslüman olan vatandaşların  tek  çağdaş ve akılcı bir hukuk devletinde , Türkiye Cumhuriyeti’nde şer’i  giyim şekillerinin her türlüsünün yasaklanması, millî egemenliğin ve ulusal bütünlüğün korunması açısından elzem görünüyor.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Bizim sol elimiz

Neşe tahtanın üzerine sol avucuna sıkıştırdığı kıvırcıklara dikkatsiz bıçak darbeleri indiriyordu, sessizce... Çorba için tavaya koyduğu, tereyağ erimeye başlamış ve mis gibi  kokuyordu. Sol eline baktı yeni görmüş gibi,diğerine göre ince ve eğriydi,bir şeyi tutması yakalaması hep güç olmuştu bu elle. Sakat el dedi, el bir şey değildi de bu topallık zor işti, Topal Neşe diye tekrar etti bir kaç kez içinden. Ince bir sızı ile irkildi işaret parmağından kan akıyordu ve tereyağ kokusu iyiden keskinleşmişti.
Beyaz havluyu çekti parmağına bastırdı ve kan kokusu tereyağın mis kokusu ile harman oldu.

Şimdi yaz günlerinden birinde ve yaz olduğunu fark etmeyecek bir yaşta, büyük konağın çifte merdivenlerinin hemen altında yabani beyaz gülün kollarına batan dallarına aldırmadan bekliyordu. Fakirdi ailesi, pek temiz olmazdı elbiseleri hep aynı modelde ve önünde iki cep. Az sonra Şafak, zorunlu öğle uykusuna son verip yanına gelecekti. Konaktakiler, bu arkadaşlıktan pek memnun değildi biliyordu ama Şafak kimseyi dinlemezdi ki... Bir gün anneannesine, evet elbisesi pis ama içi temiz Neşe'nin demişti, ne çok sevinmişti Neşe. Mümkün olsa o azametli anneanneye açıp içini göstermek istedi o an.
Ah ne çok severdi Şafağ'ı onun yanında hiç eksik hissetmemişti. Sol eline baktı, Şafak bu elin bütün ellerden güzel olduğunu söylediğin de çok sevinmişti.
Başta kabul etmemişti ama öyle şeyler söyledi ki Şafak artık kendi de beğeniyordu, sağ eli kadar işe yaramıyordu güçsüzdü ama güzel olduğunu fark etmek iyi idi.

Şafak, sessizce indi merdivenlerden, gözleri birbirine değdiğinde en ücra köşeye kadar ışıldadı. Koşarak bahçenin en uzağındaki nar ağaçlarının yanına bir solukta çöktüler.
Şafak cebinden kendi içine katlanan çelik çakıyı çıkardı, az sonra kan kardeşi olacaklardı. Bıçağın, sırtını bir kaç kez taşa vurdu sivri ucundan tutup açtı, sol avucunu öne doğru uzattı. Neşe bakamadı başını çevirdi. Şafak, keskin bıçağı, gergin deri üzerine hafifçe sürdü tereyağ keser gibi...
Neşe de aynı şeyi yapmak için döndü ama yara çok derindi, elleri ile bastırdı etekleri ile sardı ama kanı durduramıyorlardı.
Şafak yerinden kalkamıyordu, Neşe, konağa Fidan Abla'dan yardım istemek için koştu.
Fidan Abla, Şafağ'ı çok sever ve her zaman onu kollardı. Neşe bir solucan sessizliği ile konağa sızdı.
Bu olayı büyüklerden birileri duyarsa bir daha birlikte oynamalarına izin verilmezdi bu kesindi.
Az sonra, Fidan Abla bir kaşıkta kızdırılmış, tereyağı ve bolca pamukla göründü. 
Şafak iki elini sıkıca göğsünde bağlamış ve başını dizlerine yaklaştırmış duruyordu. Fidan Abla, çok kızgındı, öte yandan, İki çocuk da sırrı saklaması için mızmızlanıp, yalvarıyorlardı.
Neşe kan ve Tereyağ kokusu ile esrik bir ağlama tutturmuş, acı çekiyordu ve neresinin ağrıdığını bilemediği bir acı...
Şafak sol avucunu, Fidan Abla'nın kızgın gözlerine açtı. O, önce pamukla sildi kan kırmızısı küçük eli sonra kızgın tereyağı ile doldurdu,kanın yavaş yavaş aktığı yarığı üzerine pamuk bastırdı, beyaz ince bir patiska parçası ile sardı ve sıkı bir düğüm attı.
Bahçe yaralanmalarının klasiği buydu ani ve keskin acıdan sonra her şey biterdi.
Kan durmuştu, Bıçak Fidan Abla'ya teslim edildi.
 Fidan biraz bağırıp çağırdıktan sonra onlardan söz aldı, bir daha yapmayacaklardı, söz verdiler ve o da sırrı bu koşulda saklayacaktı. Fidan mutfağa doğru yollanırken,
Ikisi de sol ellerini havaya kaldırdı, hafifçe çarptılar birbirine ve gözlerden çıkan ışıltılar tüm dünyayı aydınlattı.



5 Aralık 2014 Cuma

Safsatayı Safsatayla Çözmek Ya Da Kürt Sorunu


“Kürt sorunu” denen yapay sorunda  iki şey, sürekli birlikte telâffuz ediliyor ve bir “çözümmüş” gibi sunuluyor.

“Azınlık” ve “federasyon” terimleri,  Kürt etnik ırkçılığının sığındığı iki terim olarak bizi epey meşgul etti, meşgul etmeye de devam ediyor.

Bu iki terimden “azınlık”, daha ziyade  etnikçiliği sömüren batılı devletlerin, soruna bakışına temel teşkil ediyor. Oryantalistler,  tasarımlamak istedikleri ülkelerin  toplumlarını demografik olarak tanımlayıp  sayıca az  olan herkesi “azınlık” olarak nitelemeyi,  politikaları için en kolay yol olarak görüyorlar.

Bu bakış geçersiz. Çünkü bir toplum içindeki her “topluluk” azınlık sayılamaz. Bu ne demek?

Bu  nüfus azlıklarının toplumla ilişkisine bakmak demek.  Bir azlık grubu çoğunlukla “uzlaşmaz derecede” farklılık taşıyorsa ona kültürel olarak bir  “azınlık” diyebiliriz. Ama iş burada bitmez. Azınlık, “ Bir başka egemen ulusun millî bakiyesi” olarak yaşayan ve hakları uluslararası anlaşmalarla tanınmış azlık grubudur.

Azınlıkların kültürel varlığı egemen ulusun koruması altındadır.  Bu da toplumun genelinden kültürel  farklılığın sergilenmesi anlamına gelir.

Buna göre Kürt topluluğu Türk toplumunun neresindedir? Kürt toplumuna bir “azınlık” demek mümkün müdür?

Kürt topluluğu kültürel olarak Türk toplumundan “uzlaşmaz derecede farklı” mıdır?

Son iki sorunun cevabı “Hayır”dır. Kürtler, Türk toplumu içinde azınlık değildir. Çünkü en başta “din”  müştereği, Kürt topluluğunun Lozan’a göre  ve toplumsal kabuller açısından “azınlık” sayılmasına manidir.  İkinci olarak  Kürt ve Türk toplumsal yapıları arasında uzlaşmaz farklılıklar olmadığını, bu iki yapının sürekli dönüşümünden anlayabiliriz. Türkiye’de bahsedilen abartılmış Kürt nüfusunun büyük bölümü “Kürtleşmiş” Türklerden oluşmaktadır ki “Kürtleşmek” demek “dönüşebilmek imkânını” içinde barındırmak demektir. Bunun yanında Türkçe’nin Kürtler arasında yaygın kullanımı Kürt topluluğunun “azınlık” sayılabilecek kadar ayrışmasını engellenmiştir. O halde Kürtleri nasıl tanımlamamız gerekir?
Kürtler, Suriye, Irak ve İran’da Arap ve Fars uluslarından kesin çizgilerle ayrılmış olan, o ülkelerin “azlık” gruplarıdır.

Oysa Türkiye’de Kürtler , “Türk uluslaşmasının, geç dönemlerinin toplumsal unsurlarıdır”. Bu tanımın dayanağı, Kürtlerin, Türk toplumunda, diğer Ortadoğu toplumlarında benimsenmedikleri kadar benimsenmeleri ve “ toplumsal bütünün ayrılmaz bir parçası” olarak kabul edilmesidir.

Bu durum, Kürtlerin, herhangi bir ayırıcı alâmet  taşımadan ulusal egemenliğin doğrudan sahibi sayılmaları yani “Türk sayılmaları” anlamına gelir. Kürtler için bu durum  yalnızca Türk Ulusu’na  has bir kabullenmedir. Bu kabullenme, Türk uluslaşmasının kendine has psikolojisinin teşkil eder.(Bugün Kürtçüler bu psikolojinin insaniliğini zedelemeye çalışarak ciddi ve gerçek bir nefret suçu işlemektedir).

Sorunun federasyon  yönü de  ancak kendine özgü çözümlerine bakılarak anlaşılabilir.

Federasyon oluşumunda, toplumsal farklılaşmadan ziyade   siyasi ilişkilerin tarihi rol oynuyor gibi görünmektedir.

Avrupa’da federasyonlar büyük ölçüde tarihi derebeylik egemenlik bölgelerine göre  oluşmuştur. Derebeyliklerin, erken dönemde uluslaşmanın siyasi oluşumunda eritildiği yerlerde federasyonun  siyasi dayanağı kalmamıştır.

SSCB’de de da tarihsel egemenlik bölgelerine göre bir federasyon oluşturulmuştu. Bugün Rusya Federasyonu’nda Ruslaştırılamayan, tarihi olarak da yaşadıkları bölgelerde egemen olmuş Türk topluluklarıyla siyasal ilişki federasyon temelinde kurulmuştur.

Türkiye’de veya Ortadoğu’nun herhangi bir yerinde tarihin herhangi bir döneminde tüm Kürtleri bir arada yaşatmış  bir Kürt egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla  tanımlanabilir bir Kürt bölgesi sınırı çizmek de mümkün değildir.

Türkiye’de Kürtlerin tarihi olarak egemen oldukları bir bölge olmadığı gibi onların, toplumun geri kalanından ayrı yaşadığı bir bölge de yoktur. Onlar ne ulusal egemenlikten dışlanarak bir bölgede yaşamaya zorlanmıştır ne de seyahat özgürlüğünü denetleyebilecekleri bir egemenlik bölgesine sahip olmuşlardır.

Toplumdan dışlanmadıkları, Türk uluslaşmasına dahil edildikleri için ayrıca  bedeli kanla ödenmiş bir egemenlik bölgesine de sahip olmadıklarından dolayı Kürtler için meşru bir federasyon talebi söz konusu olamaz.

Dolayısıyla “Kürt sorunu” denen yapay sorun gerek toplumsal gerekse siyasal açıdan safsata ve safsatalarla çözülmeye çalışılıyor.



24 Kasım 2014 Pazartesi

Türk Milliyetçiliğinde Saptırılmış Empati Sorunu


Hangi islam  dünyası bu? Ermenileri destekleyen Lübnan falan mı?
Empati kabaca bir duygudaşlık , eşduyum olarak tanımlanıyor.

Bu bilinçli olarak gerçekleştirilen bir davranış. Dolayısıyla belli tercihler yapabilecek kadar gelişmiş bir duygusal zekâ gerektiriyor.

Burada önemli bir nokta da değer yargılarının ortaklaşabilmesi veya zarar verici etkilerinin  ortadan kaldırılabileceği bir ortamın geçici de olsa sağlanabilmesinin şart olması? Meselâ savaş esnasında bir ateşkes veya  belli yoksunlukları  zorunlu olarak paylaşmak gibi uç durumlar… Veya  zarar verme potansiyelinin olmadığı bir ortamın sağlanması gibi.

İlk durum, savaş gibi istenmeyen bir durumda zekâmızın zorunlu olarak farklı işlemesi ve duygu durumunun alışılmış durumun dışına çıkmasıyla olabilir. Savaşın olağanüstü şartları, algılarımızı açarak karşımızdakini daha açık seçik görmemizi sağlayabilir.

İkinci halde ise bir egemenlik durumu söz konusudur. Egemenlik durumu, tarafların zarar verme  potansiyellerinin  bir egemenin zorlayıcılığında ortada kaldırılması demektir ki bu aynı  zamanda “hukuk devletidir.” Bu durum diktatörlüklerde de sağlanabilir görünmesine rağmen diktatörün keyfi zor kullanıcılığı her şeyi anlamsızlaştırır.

İnsan  en kolay, kendisine benzeyenlerle empati kurar. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Birinin bize ne kadar benzer olduğuna inanırsak onunla empati kurmaya o kadar gönüllü oluruz.

Buradaki temel sorun “benzerliğe inanmaktır.”

Dinler akıl ötesi inanç mekanizmalarıyla  “ümmetin” benzerliği konusunda bir inanç geliştirmek isterler. Böylece insanların birbirlerinin farklılıklarına gönüllü olarak kör kalacaklarına ve barışı   kuracaklarına inanılır. Oysa gerçek hiç de böyle değildir, asla olmamıştır ve olmayacaktır.

Çünkü din insanlara, tarihlerini, kültürlerini, sevgilerini aşacak kadar büyük bir bilinç aşılayamamıştır. Böyle bir bilinci aşılayabilmesi de mümkün değildir. Çünkü insanlar hayatlarını, hayatlarını doğrudan doğruya var eden insanlarla beraber yaşarlar. Hayalleri, idealleri, kültürleri ve inanışları o insanlarla beraber gelişir.
Bu açıdan meselâ bütün hayatları çöllerde develerle geçen, cenneti çöl dışında tahayyül eden, düşmanını arkadan vurmayı yiğitlik sanan, kendisi dışında hiç kimseye muhabbet besleyemeyen Araplarla hayatları at üstünde geçmiş, devlet kurup töre yapan, savaştan korkmayan ve hayatla mücadeleyi bir bilinç olarak geliştirmiş Türklerin sırf aynı Tanrı’ya taptıkları için aynılaşması ve birbirlerine empati beslemek için gönüllü olmalarını beklemek yanlıştır.

Zaten bu yüzdendir ki dincilik, dini, “mevalinin” Araplaştırılması  için kullanır. Böylece  öz değerlerine yabancı, Arap gibi düşünen, Arap riyakârlığını ve taassubunu dindarlık sanan bir insan türü yetiştirmek ister.

Bu açıdan dincilik bir virüs olarak kendini benimseyen herkesi başkalaştırır, dönüştürür en nihayetinde yabancılaştırır ve “Araplaştırır”.

Dincilik sadece bir siyasal metot veya söylem değildir. Dincilik dinin hayatın her alanına egemen olmasını savunmaktır ki bu durum Arap örfünü benimsemeden, Arap kültürünü içselleştirmeden gerçekleştirilemez. Onun içindir ki dinle siyaset yapan herkes , Arap gibi davranan bir gençliğin “ahlâkını” idealize eder.

Bu açıdan ve daha özel bir bakışla MHP, 1969’dan bu yana  giderek yoğunlaşan bir biçimde dincileşen bir siyaseti benimsemiştir. Bu siyasetin içinde Türk artık ancak namus belası olarak  kerhen bulunan bir motiftir.

MHP ve ilgili kuruluşlarının bilincinde “Türk gibi davranmak” yoktur. Dikkat edilirse zaman zaman parti yöneticilerinin, dinci partilerle aynı söylemleri kullandıkları görülür.

Bu ne demektir? Bu, bir  siyasal partinin halk dalkavukluğu yapmak için giriştiği dincilik  taklitçiliğinin, zaman içerisinde ona egemen bir bilinç haline gelmesi demektir.

Halihazırda MHP “milliyetçiliğindeki”  “millet” ile ümmetçilerin ümmeti tarif etmekte kullandıkları “millet” birebir aynıdır.  “Türk Müslüman olduktan sonra Türktür!” gibi safsataların ayet kudretinde kabul gördüğü bir  siyasal camianın herhangi bir milli/ulusal özelliği kalmamıştır. Çünkü bu  kabul ne sosyolojiyle ne tarihle ne hukukla bağdaşabilir.

Peki o halde MHP’nin bir parti olarak devamını sağlayan şey nedir?

Bunu sağlayan şey, bütün açık gerçeklere rağmen kendilerini milliyetçi sayan insanların MHP’ye yönelik saptırılmış empatileridir.

Saptırılmış empati, insanın benzeşmek için  kendini zorunlu hissettiği insanlarla empati geliştirme çabasıdır.

Ayrılığın açık seçik anlaşıldığı hallerde geliştirilen empatide “ayrılık” daima nazarda tutulur ve sınırlarını gözetme konusunda daima bilinçli davranılır.

Oysa saptırılmış empatide benzeşme bulmak, benzeşmenin  neredeyse mutlak olduğuna dair bir ”inanç” beslenir. Bu inanç din benzeri bir mekanizmayla ayrılıkların, aykırılıkların görmezden gelinmesine yol açar böylece bilincimizi “saptırır”. Saptırılmış bir bilinçle geliştirilen empatide en büyük yanılgı, karşı tarafın da aynı empatiyi besleyeceğine dair geliştirilen yanlış inançtır.

Bugün kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan, lâik, akılcı, medeniyetçi pek çok insanın en büyük açmazı, medeniyetlerinin gereği olarak “partileri” diye benimsedikleri MHP tabanında ve yönetiminde, kendilerine yönelik bir empati beslenmemesidir. Bunun sebebi basittir.

MHP “empati” geliştirebilecek bir tabana ve yönetime sahip olmadığı gibi artık “milliyetçi” bile değildir. Bütün yönelimleri, söylemleri ve bakışlarıyla MHP dünyayı bir Arap gibi algılamayı seçmiş,  kanserleşmiş bir yapıdır.

Bu yüzden MHP ile milliyetçiliğin mukadderatı üzerinde  tartışmak hele de çözümler konusunda belli bir mutabakata varmak mümkün değildir.

Çünkü MHP dinciliği bir politik metot olarak benimsedikten sonra artık akılcı tartışma ve akla dayanan bilinçli bir empati geliştirme kabiliyetlerini kaybetmiştir.

Bu açıdan  sağdan veya soldan, kendisini milliyetçi olarak tanımlamaktan korkmayan insanlara MHP’nin vereceği hiçbir şey yoktur.

Bu anlaşılabilirse MHP’nin, milliyetçilerin “saptırılmış empatisini” sömürmesi engellenebilir.  İş Türk Milleti’nin varoluşu olduğunda,  vatanın ve milletin istikbali, köylü veya kenar mahalle ahalisinin “kaynak dağıtma”  kavgası olmaktan ileri gitmeyen bir dinci/mutaassıp politika yapma  şekline  ve politik merkezine emanet edilemez.

Türkiye’de milliyetçilik artık kendisiyle  empatiyi hak eden, HEPAR gibi ciddi ve bilinçli politik merkezler bulmak  zorundadır.


23 Kasım 2014 Pazar

MHP Milliyetçiliğinde Birleşilebilir Mi?


Keşke... Şeriatçı ülkücü Türkten başka bir şey oluyor.
Milliyetçi yazarları okuduğum zaman, gençliğimde, cemaatten arkadaşlarımla sohbet eder gibi hissediyorum.

Durmadan ayetten, hadisten, fukahadan delil bulmak gayreti cidden göz yaşartıcı. Bir de Müslüman olmanın gereği olarak tanımları mümkün mertebe Arapça kökenli kelimelerle yapmak gayreti…

Bu gayretler iki açıdan nâçar ve nafile.( Bakın ben de kullandım…)

Birincisi Türk milliyetçileri kendilerini hâlâ ilmihalle dünyayı kurtarabileceğini düşünen taşra veya kenar mahalle Müslümanı sanıyor.

İkincisi,  bütün bir toplumu  böyle görerek Türk Milleti’nin tamamına hitap etiklerini sanıyorlar amma yanılıyorlar.

Belki otuz beş yıl evvel arada bir ilmihale başvurarak Türk Milleti’ni köylüye izah etmek düşünülebilirdi. O da “arada bir “ yapılabilecek bir şeydi ki bu gün hemen hemen hangi milliyetçi yazarı (belki MHPli demek daha doğru olur)okusanız, milliyetçiliğin temeli haline getirildi.

Bunun ne önemi var?

Bunun önemi şu: Adına ne derseniz deyin  dinci  kampın kendi içinde ayrışan her grubu  bu yüzden milliyetçilerin içine sızdı ve milliyetçileri (MHP’yi) dönüştürdü. Bunun neticesinde bugün artık bir kısım MHP taraftarı, “ Türk Dünyası’na hizmet eden Hocaefendi’nin” mağduriyetini falan düşünür hale geldi. Veya Hocaefendi’nin karşısında olmayı, Müslümanlığın icabı sananlar çıktı.

Ne yazık ki MHP’ye zincirlenmiş milliyetçiler burada “Dincilik, paraleliyle de AKP ve bağlı olduğu tarikatleriyle de bizim dışımızdadır!” diyemiyor!

Çünkü attığı her adımı din profesyonellerinin,  din sanılan yorumlarına dayandırmazsa, kâfir olacağına bir kere inanmış MHP milliyetçileri için cemaat ve AKP kamplaşmasında tarafsız olmak mümkün değil. Bu yüzden de MHP yönetiminin istikrar adına “ehven-i Müslüman” olarak iktidarı  mümkün olduğunca desteklemesi eyyamcılığına “siyaset” deniyor. Bu, köylü kurnazlığıdır, eyyamcılıktır, dalkavukluktur, ilkesizliktir, riyakârlıktır! Yani Türk İslâm Ülküsü denen, Türk’ten neşet etmemiş, etnik kabilecilikle( Arvasi nam aşiret beyinin akrabalarının bugün  MHPli olup olmadıklarını merak ediyorum mesela?) Arapçılığı Türk Milliyetçiliğinin siyasetine ulamaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Kimin davası ne davası?

Bir yandan AKP’ye alenen sövüp bir yandan cemaati yerin dibine geçirip diğer yandan Arapça terimlerle   şeriatçı bir fanatik militan genç tipini  “Ülkücü” diye tanımlamaya uğraşan insanların bugün Türk Milleti’ne vereceği hiçbir şey yok.

Şimdi düşünülmesi gereken şey de bu: “Oylar bölünmesin!” diye üzerinde birleşilecek yapı, böyle bir yapı  mıdır?



22 Kasım 2014 Cumartesi

Sağ İçin Neden HEPAR?


Şimdi şüphesiz bazı milliyetçiler, böyle bir yazının Türk Milliyetçiliğine ihanet anlamına geldiğini söyleyecek, fakire ağzı dolusu hakaret edeceklerdir.

Düşünmenin ,  “lidere , doktrine ve teşkilata” ihanet etmek anlamına geldiğini  yirmi beş yıldır bildiğimiz için bu  konunun üzerinde durmayacağız.

HEPAR’ın fikriyatı bütün fikirlerimle birebir örtüşüyor mu? Hayır. Özellikle ekonomide güdümlü/ komutacı/plânlamacı bir anlayışı benimsemesi veya  en azından bana öyle gelmesi ciddi bir sıkıntı.

Ama sorun şu: Biz ulusal egemenliği teminat altında olan, kurumları  sağlıklı işleyen bir ülke değiliz. Bizim sorunumuz ulusal varlığımızın,   bizzat kendi vatandaşlarımızın oylarıyla  yok edilmesi.

Şu anda vatanın milletiyle bölünmez bütünlüğü gerçek bir tehdit altında.

Hal böyleyken herhangi bir partinin meselâ “özelleştirme” ile ilgili önyargılarını vs tartışmaya vaktimiz yok!

HEPAR lideriyle farklı bir parti. Şu anda meclisteki partilerin hiçbirinin liderinin kitabı yok bildiğim kadarıyla.( Özür dilerim, Kürt etnik ırkçılarının sürü lideri kitap sahibi…). Oysa Sayın PAMUKOĞLU üretken bir yazar.

Bunun ne önemi var? Zira ülke zaten tutucu ve kindar kenar mahalle oylarıyla gayet güzel “yönetilebiliyor”. Acaba ülke gerçekten “yönetilebiliyor” mu? Elbette verdikleri oyların karşılığını,  çaplarına göre makarna, kömür, tayin, terfi veya ihale olarak alan insanlar, kendilerine bunların sağlanmasını “yönetmek” sanıyor.

Oysa HEPAR genel başkanından itibaren diğer yöneticilerine kadar  aydın ve üretken vatansever insanları bünyesinde barındıran bir parti ki onlardan biri meselâ severek okuduğum ve şahsen tanışmak şerefine eriştiğim Cazim GÜRBÜZ.

Yazının başlığı “Sağ İçin Neden HEPAR?” Çünkü HEPAR’ın “vatanseverliği”, işin içine dinci popülizm girmeden önceki milliyetçi sağın vatanseverliğinden başka bir şey değil. Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere  fakir dinci kampı “sağ” saymamaktadır. Çünkü dinciler ümmetçilik adıyla enternasyonalizmi benimser ki bu gerçek anlamda “milliyetçiliği ayaklar altına almaktır”. Bu açıdan dinciler solun enternasyonalizmini benimser. Dinci AKP’nin PKK gibi  faşist Kürtçü ve fakat aynı zamanda Marksist enternayonalist bir örgütle aleni işbirliği ( Peşmerge denen düşmanın topraklarımızda eğitilecek olması, topraklarımızdan geçirilmesi, PKKlıların çadır mahkemelerinde aklanması, APo itiyle aleni pazarlıklar inkârı mümkün olmayan vatana ihanet suçlarıdır. Bunların hepsi apaçık ve övünülerek işlenmiş suçlardır.) enternasyonalist müşterekte birleşebilmelerindendir.

Bir zamanlar MHP’nin kullandığı “Her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” sloganı  bu gün asıl HEPAR tarafından yaşatılmakta.

Şüphesiz Türklükten gocunmayan solcular da    HEPAR’da kendine yer bulabilir.

Onu “sağ” yapan şeylerin başında, sosyolojik düşünmesi, tarihi, kendi ulusunun cephesinden okuması ve Türk’ü var etmek dışında bir amaç gütmemesi.

MHP’nin MP, CKMP’den sonra geldiği, küçük bir çekirdekten filizlendiğini çabucak unutan bazı MHPliler, bugün artık MHP’nin kendi içinde “yabancılaşmış”, “ümmetçi ve şeriatçı” söylemi ile şeriatçı her yasaya evet demiş olduğunu unutuyor. Her nasılsa Türklüğün Anayasadan çıkartılmasına bir şekilde karşı çıktığı için desteklenmek isteyen MHP “Türk İslâm Ülküsü” dediği ve ancak şeriat devletine varacak bir ideoloji taklidiyle hâlâ Türkçülüğün mirasını israf ediyor.

Dolayısıyla sabırla çalışma neticesinde MHP’nin meydana getirildiğini ve büyütüldüğünü unutanlar, HEPAR’ın büyümesini de engellemeye çalışıyorlar.  AKP denen parti bindirilmiş kıtaların yobazlığıyla bir gün içinde iktidara taşınabilmişti.

O halde yılardır  lâik, medeniyetçi, akılcı, milliyetçi bir programla faaliyet gösteren bir partinin büyümemesi için sebep nedir?

Kaldı ki bir milliyetçi için parti sadece bir araçtır. Aslolan, vatanın milletle bölünmez bütünlüğü, milletin refahı ve hürriyetidir. Bu açıdan, içi boşalmış, yabancılaşmış herhangi bir parti adı ne olursa olsun bizim için anlamsızdır.

Türk vatanına ve milletine hizmet etmek için yola çıkmış  HEPAR TBMM’de MHPnin artık yetersiz varlığına karşı sağda sağlıklı ve bilinçli tek seçenektir.









21 Kasım 2014 Cuma

Şeref Meselesi: Kerem Bürsin’in İddialı Çıkışı

Başrollerini Kerem Bürsin, Şükrü Özyıldız ve Yasemin Allen’in paylaştığı Şeref Meselesi, bu sezonun en iddialı yapımlarından biri olacak gibi gözüküyor. Pazar akşamları saat 20.00’da KanalD ekranında yerini alacak yapım, İstanbul’a göçen aile hikâyelerine yaptığı kendine özgün yaklaşımı ile fark yaratıyor.
4 kişilik çekirdek bir aile, köy ağası olan dede karakterinin ölmesi ve annenin 25 yıldır yaptığı baskılarının sonucunda evin küçüğü olan hukuk mezunu Emir’in (Şükrü Özyıldız) stajını da bahane ederek İstanbul’a gelir. Anne Zeliha’nın (Tilbe Saran) 25 yıllık baba evine yerleşen bu aile, elinde avucunda yalnızca mirastan kalan pay vardır. Baba Hasan (Şerif Erol), bir iş kurmak ve ekmeğini kazanmak için acele etmektedir. Babasının telaşından korkan Emir, sorumluluğu abisi Yiğit’e (Kerem Bürsin) devretmiştir; ancak aklı sokaklarda olan bıçkın Yiğit babasıyla ilgilenememiştir. Elindeki paranın iş kurmaya yetmemesinden dolayı mahallenin emlakçısı Sadullah’tan (Taner Turan) senet karşılığı borç alan Hasan’ın tüm hayalleri, dükkânının soyulmasıyla bir anda altüst olur. Artık evi çekip çevirmek ve borcu kapatmak, Yiğit ile Emir’in işidir.
Şeref Meselesi ağır bir dramı, İstanbul’un karanlık köşelerinde kaybolan hayatları anlatıyor esasında. Rüşvetin, sahtekârlığın, dolandırıcılığın, hırsızlığın ve daha nice karanlık işe ev sahipliği yapan İstanbul’la, dürüstlüğün ve sevginin mücadelesini cesurca işliyor. Set olarak Balat’taki bir sokağın seçilmesi ise, dizideki gerçekçiliği arttırdığı kadar dizinin yaratmak istediği atmosferi yaratmakta da bir hayli etkili oluyor. Yakalanan bu hava bile, dizinin etkili konusu ve oyunculuklardaki başarıyı geçmekte zorlanıyor desek yeridir. Öyle ki, oluşturulan dinamik kadrodaki hemen hemen herkesin performansı göz dolduruyor; seçilen oyuncular ve verilen rollerin yakaladığı ahenk, diziyi bambaşka bir boyuta taşıyor.
Dizinin karakterlerine kısaca göz atmak gerekirse, kısa sürede büyük bir hayran kitlesi yaratan karizmatik Kerem Bürsin’in hayat verdiği Yiğit karakteri, bıçkın bir delikanlı. Düzgün fiziği ve yakışıklılığının yanı sıra, tavırlarıyla da etrafındaki tüm kızları kendine hayran bırakmakta. Liseyi zar zor bitirmiş bir delikanlı olarak, okumakla hiç mi hiç ilgisi yok. O, hayatın karanlık taraflarını seviyor. Geziyor, tozuyor, bir şekilde kendini kurtarıyor. Gözü yükseklerde; azla yetinemeyecek kadar hırslı, yetenekli, cesur ve zeki bir genç. Bu karakterine hazırlanmak için yaz tatili için gittiği Teksas'ta at binme dersleri dahi alan Bürsin, rolünün hakkını verme konusunda işini şansa bırakmıyor. Kendisinin bu iddialı karaktere bürünebilmek için 7 kilo verdiğini de ekleyelim. Emir (Şükrü Özyıldız) ise kardeşinin tam zıttı. Aklı sokakta olmayan Emir’in hayali akademisyen olmak. Çok okuyor, boş zamanları romanlar okuyarak değerlendiriyor. Abisinin aksine, aklı hiç de kızlarda değil fakat romantik delikanlı moduna girebilmek için küçük bir kıvılcımı beklediği de aşikar. Yiğit gibi zeki, ama Yiğit’ten farklı olarak mantıklı biri Emir. Aralarındaki en büyük fark ise, Emir’in yükseklerde gözü olmaması. O azla yetiniyor; daha çok aklının hakimiyetinde olan meseleler üzerine yoğunlaşmaya çalışıyor. Yakışıklı oyuncu, aynı Kerem Bürsin gibi rolüne hazırlanmak konusunda profesyonel bir çalışmaya girmiş. Hukuk fakültesi mezunu bir karaktere hayat veren Özyıldız, rolüne adapte olabilmek adına pek çok film ve tiyatro oyunu seyretmiş.
Annesinin zengin damat hayallerini gerçekleştirmek için yaşayan Sibel (Yasemin Allen), herkesin başını dönüren güzelliğiyle bir butikte mankenlik yapan dizinin güzeli olarak karşımıza çıkıyor. Mahalleden de mahalle delikanlılarında da bıkmış durumda haliyle. Annesi her ne kadar zengin damat istese de onun için ideal eş, parasını alnının teriyle kazanan düzgün bir erkek; fakat buna kim inanır?! Sibel’in en büyük ikilemi ise, kendi arzularının peşinden koşup Emir’i mi, yoksa annesinin baskısıyla ailenin zenginlik vaat eden Yiğit’i mi seçmesi gerektiği -ki bunu dizinin ilerleyen bölümlerinde öğrenmemiz gerekecek. Açıkçası meraklanmamak elde değil! Burcu Biricik’in canlandırdığı Kübra, dizinin güzel kadın karakterlerinden biri ve tutucu bir baba olan Sadullah’ın da tek kızı. Dükkandan eve, evden dükkana süren hayatında burnunu evin dışına çıkarması kesinlikle yasak; bir bakıma dizinin masum, saf, seyircinin sempati kurmakta zorlanmayacağı karakteri yani. Sadullah için Burcu, evin ve dükkanın tüm işlerini yapan bir köleden farksız. Derya’nın (Şükran Ovalı) hayatı ise mahallenin diğer güzel kızlarından biraz daha farklı. Ne evi geçindirebilecek bir babası, ne de rahatça yapabileceği bir mesleği var. O, bir cafede alnının teriyle sürekli olarak çalışan bir garson. Kazancı ise üvey babasının kumarına ve içkisine gidiyor. Ailesi için çabalayan bir baba figüründen yoksun yetişmiş olan Derya için ideal erkek, ailesini her daim kollayan Yiğit’ten başkası değil tabii ki!
Son olarak anne Zeliha (Tilbe Saran) karakteri dizinin kilit isimlerinden ve oğlu Yiğit gibi hırslı -hatta ondan çok daha fazla hırslı. Az, onun için asla yeterli değil. Hayatını yaşamak, hayattan keyif almak istiyor. Eşi Hasan üzerinde baskın olan Zeliha için tek gerçek, evlatlarının başarılı olması, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmeleri. Bunun için ise, tüm riskleri göz önüne alabiliyor; hatta bazen korkutucu fikirlerin sahibi dahi olabiliyor.
Aksiyon dolu sahneler olmamasına karşın yarattığı heyecanla tek solukta izlenen Şeref Meselesi bu sezonun en parlak yapımlarından biri olmakta hayli iddialı. Dizinin yarattığı heyecan daha ilk dakikalarda kendini jeneriğin ustaca kotarılmış bir sanat şöleni havasında akmasıyla başlıyor esasında. Hemen ardından önümüze düşen ilk sahnede yaşanan olayların ardından hikayenin özüne girebilmek için 5 sene önceye geçiş yapan yönetmen Altan Dönmez, bu vesileyle de dizinin ileriki bölümleri için seyircinin merakını hat safhada tutmayı başaracak bir işe imza atıyor. Nefes kesen bu ilk bölümün ardından, heyecanın kat be kat artacağına şüphe duymadığımız sonraki bölümleri kaçırmamak üzere her Pazar saat 20.00’da KanalD ekranında buluşmak üzere, iyi seyirler!
Bu içerik http://www.sinematopya.com/ tarafından hazırlanmıştır.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Amerikan Federalizmi Ama Nasıl?

Bazı gerzekler, kuvvetler ayrılığının,
ayaklarına  dolaştığını söylüyordu ya

Bundan birkaç yıl önce bir memur heyeti Amerikan federal sistemini incelemek için ABD’ye gitmişti.
Aslında oraya niye gittiler bilmiyorum, çünkü Amerikan polisiyeleri siyasal ve hukuki yapıyı anlamamız için son derece yeterliydi.

Bazıları ABD'deki başkanlık sisteminde bir tür "seçilmiş Tanrı" olduğunu falan sanıyor. Oysa yandaki diyagram Amerikan federal devlet yapısının aynen bizdeki gibi Anayasadan yetkilendirilen yasama , yürütme ve yargı organlarından oluştuğunu gösteriyor.

Şimdi elbette bizdeki bazı aklı evveller eyalet parlamentolarından, “anayasalarından” vs bahsedeceklerdir.

Onlara gene Amerikan filmlerinden bir örnek vermek isterim. Meşhur filmdir: “Missisipi Yanıyor” Filmde  Missisipi eyaletinde işlenen sıradan sayılabilecek bir cinayetle ilgili olarak federal bir dedektifin olayı aydınlatma mücadelesi anlatılır.

Şüphesiz Amerikan eyaletlerinin kendilerine has toplumsal yapıları vardır. İç savaş kuzeyin zaferiyle sonuçlanmasına rağmen güney eyaletlerinde ırkçı damar asla kurumamıştır.

Dedektif yerel yetkililerle ve halkla görüşmelerinden pek verim alamaz. Öyle ki karşısına “Burası bizim çöplüğümüz!”  havasında bir meydan okuma çıkar. Görünen odur ki yerel halk federal yetkilileri pek de iplememektedir. Oysa dedektifimiz biraz da aşırı sayılabilecek bir yolla yerel zorbaların tekerine çomak sokar ve olayı çözer. Filmin sonunda Amerikan federal yetkilileri kasabadadır ve dünyayı kendi “çöplüklerinden” ibaret sanan güneyli taşralı hödükler en nihayetinde nasıl bir devletin vatandaşı olduklarını anlarlar.

Aslında Amerikan sinemasında benzer öyküler çoktur.

Bu öykülerde dikkat çeken bir başka yön  IRS  yani “Gelirler Dairesi”. Bu öyle bir kurum ki  herhangi bir küçük  suçtan dolayı eyalet değiştirerek belki kurtulabiliyorsunuz ama IRS’ten ülke genelinde kaçmanız imkânsız. Bu kurum Amerikalıları FBI’dan bile fazla korkutuyor. Malum: “Vergiler ve ölüm mutlaktır!”

Amerikan Ordusu bir başka federal yapı. Amerikan eyaletlerinin ayrı parlamentoları olabilir ama hiçbirinin  federal  hükümetten bağımsız veya ona karşı durabilecek bir  “özerk ordusu” falan yok. “Ulusal muhafızlık” kurumu da Amerikan federal savunma stratejisinin ülke genelinde birlik teşkil eden bir başka yönü.

Bir başka federal değer , ABD Anayasası. Hiçbir eyaletin bu metinde yazılan hukuksal bütünlüğe, bu metinle tanımlanan ulusa, bayrağa , ulusal yaşa tarzına vs itiraz etme hakkı bulunmuyor.

Bunlardan bahsetme sebebimiz şu:
Türkiye’de Kürt etnik ırkçılığı bizi federasyona zorluyor. Aklıevvel “muhafazakârlarımız” da Amerikan örneğine özeniyor.

Ama hiçbiri Amerikan federalizminin nasıl yürütüldüğünü bilmiyor. Amerika’da “Federal”  terimi, bütün özerklik tahayyüllerinin ve uygulamalarının ötesinde üstün, aşkın ve egemen bir devlet  örgütlenmesi anlamına geliyor.

Bu da şu anlama geliyor: Amerikan  federalizmi aslında bizim “üniter” diye bildiğimiz  gayet ciddi bir yönetim  ve hukuk birliğini ifade ediyor.

Oysa Kürt ırkçıları ve dinciler her “eyaletin”  merkezden neredeyse tamamen bağımsızca hareket edebildiği  bir federasyon hayali kuruyor.

Kürt ve dinci aklı evveller şunu bilmeli ki Türkiye’de gerçekten  Amerikan tipi bir federalizm kurulduğu takdirde  “federal ordu” ve “federal polis “ hiç de Kürtçülerin sandığı gibi Kürt hırçınlığından korkmaz. ABD’de federal sistemi tehdit anlamına gelen her türlü bölücülük nasıl  cezalandırılıyorsa bizim federalizmimiz de de yanı şartlar geçerli olmalıdır.

Şimdi umarım ki federalizmle Kürt keyfiliğinin ve şımarıklığını tatmin edebileceğini sananlar, durumu bir daha düşünür.



18 Kasım 2014 Salı

HEPAR Ve İP İçin Acil Milli Mutabakat Önerisi


HEPAR ve İP arasında ciddi bir kavga çıktı.

HEPAR Genel Başkanı Osman PAMUKOĞLU İP Genel Başkanı Doğu PERİNÇEK’in PKK’ya yardım ve yataklıktan mahkûm edildiğini söyledi İP de bunu yalanladı.

PERİNÇEK’in “2000’e Doğru” dergisinde alenen Kürtçülük yaptığı ortadaki bu “sabıkası”,  vatansever insanlar arasında İP’ye   haklı  bir çekinceyle yaklaşılmasının en büyük sebebi.

PERİNÇEK ve ekibi belki yardım  ve yataklık etmemiştir ama Kürtçülüğü meşrulaştırmak ve bölücülüğün sol ideolojiyle meşrulaştırılması için çalıştığı açık bir gerçek.

Bu açık gerçeğe rağmen bugün geldiği noktada “Türk” adından korkmadan ve bu konuda eyyamcılık etmeden mücadele ettiği de bir gerçek.

Köylü kurnazlığı ve ilkel faydacılıkla CHP’den hâlâ bir şeyler uman sol seçmen için vatansever söylemiyle İP atık ciddi bir seçenek. Kaldı ki  İP Kürtçülük ve bölücülük iddialarını yalanlamak ihtiyacı hissediyorsa bu olumlu bir gelişmedir. Geçmişte ne yapmış olursa olsun, herşeyden önemli olan  bir kişinin bugün  kim olmak istediğidir.

İP yarın, bugünkü “ulusalcı” kimliğinden vazgeçerse milletten gerekli cevabı şüphesiz alır. Ama bugün, Türk adına bu kadar haince ve kalleşçe saldırılır, Türk için düşünen herkes bir  dehşet tuzağında sıkıştırılırken İP’nin ısrarla ve cesaretle “Türk” demesi de bence vicdanı olan herkesçe takdir edilmesi gereken bir tutumdur.

Bunun yanı sıra lâik ve medeni milliyetçiliğiyle HEPAR, Türk Milliyetçiliğinin kurucu Türkçü özüne MHP’den çok daha yakın.

Bunları belirtmemizin sebebi şu: Bu iki parti birbiriyle çekişirken meclis dışı muhalefete  güven zedeleniyor. Bu iki vatansever parti doku uyuşmazlığı yaşayabilir ama Türk, Türkçe, Türk millî egemenliği, Atatürk, lâiklik  asgari müştereklerinde buluşan partilerin birbirleriyle uğraşması zaman ve enerji israfıdır.

Yapılması gereken, millî bir cephede ümmetçi ve Kürtçü faşizme karşı omuz omuza mücadele etmektir.

HEPAR ve İP, aslında mecliste MHP’nin ve CHP’nin yerini alması gereken iki partidir.  Bu iki partinin uzlaşabileceği noktalar, Türk Milleti’nin  bekası  hakkında hayati  noktalarsa ki öyledir, birbirleriyle didişmeleri fevkalâde yanlıştır.
HEPAR ve İP geçmişin hesaplarını geçmişte bırakıp artık seçmenlerini ve kararsız seçmenleri milli cephede  birleşmek üzere bilinçlendirmeye başlamalıdır. Ayrışma  Türk düşmanlarını güçlendirir.

Ne mutlu Türküm diyene!










17 Kasım 2014 Pazartesi

Ne Yapalım Yani?


Seçmenlerdeki Öğrenilmiş Çaresizlik Psikolojisine Karşı Bir Eylem Manifestosu
"Başarıya dair tek bir inanç,hedeflere yaklaşmak ve engelleri aşmak için  bize gayreti ilham eden bir lokomotiftir." Karikatürde bir lokomotif yamacı tırmanırken sürekli "Bunu yapabilirim!" derken diğeri henüz yamaca  varmamışken, "Bunu yapamam, bu imkânsız!" diyor.

Hangi parti yüzde kaç oy alır bilemem. Matematikte zaten iddialı değilim ama  daha dört işlemi doğru dürüst bilmeyen bir toplumun partilerin oy gücünü tahmin etmeye çalışmasından da bıktım.

Ama fakire göre asıl problem meclis dışı muhalefetin, sürekli küçümsenmesi ve müzmin karamsarlığımız.

Bunun en meşhur ifadesi “Oyları bölmeyelim!” Nefis cümledir! İki gram vicdanı olan herkesi  susturur ve kendine bağlar.

Oyları bölmemek için üzerinde birleşilmesi söylenen iki parti CHP ve MHP’dir.

Yani öyle bir ruh hali yaratılır ki eğer bu iki parti meclis dışında kalırsa dinci iktidar partisi her istediğini yapabilir!

Şimdi düşünelim: Dinci AKP istediği her şeyi yapabiliyor mu? Evet!

Meselâ lâiklik alenen ihlal edilirken muhalefetin bunu engellemeye gücü yetiyor mu? Hayır!

Ya da  etnik ırkçılık  dinci AKP ile beraber Anayasa dahil her türlü kanunu  çiğneyip geçerken muhalefet bir şey yapabiliyor mu? Hayır!

Burada iki nokta var: CHP ve MHP zaten iktidar olamayacaklarını en baştan kabul edip hiç olmazsa mecliste yer almayı  nimet sayan iki eyyamcı parti.

Dikkat buyurulursa PKKlıların söyledikleri, doğrudan veya dolaylı olarak CHP’nin desteğiyle derhal hayata geçiriliyor.

Öbür yandan büyük “Türk İslam Ülkücüsü” MHP, şeriatı getiren her teklife hıyara tuz yetiştiren avanaklar gibi onay veriyor.

Yani aslında mecliste muhalefet falan yok!
Öbür zafiyetimiz “ AKP kötü AMA.. “ diye başlayan ve dağılmışlığı parçalanmayı daha en başta kabul eden öğrenilmiş çaresizlik tavrı.

“Kararsızlar” denen grubun hem cehaleti hem de bu öğrenilmiş çaresizliği, ülkenin %20’den biraz fazla bir yobaz  seçmen kitlesi tarafından  parçalanmasına yol açıyor.

O halde? “Elimizdeki bu!” diyerek susup oturmalı mıyız?

Kararsızlar denen grubun bir kısmı “Benim partim yok”çular. Diğerleri hayatlarını fasulye gibi yaşamaktan memnun kesim.

“Benim partim yok”çular için piyasada şu anda envai çeşit parti var. O halde  neden bunlardan biri meclise bile giremiyor?

Çünkü bu kesimi kararlı davranmaya teşvik edecek örnek insanlarımız yok. Çünkü bizim kültürümüz, kararlı ve ilkeli liderlerin kültürü değil! Bizim kültürümüz bir “zorba lider kültürü”. Burada Araplaşmanın  tesiri küçümsenemez. Çünkü biz Müslüman olduktan sonra kadın erkek eşitliğinden, töre/kanun üstünlüğüne kadar pek çok konuda ciddi bir Araplaşma ve yabancılaşma içine girmişizdir.

İnsanlar  güce ve kararlılığa eşit ilgi gösterirler. Gücünüz yoksa kararlı olmalısınız. Bugün mevcut muhalefet partileri bizde bir güç yanılgısı yaratmakta fakat hem cahil, hem kararsız, hem ilkesiz hem de korkak olduklarından  dinci güç odağına karşı tesirsiz kalmakta ve muhalefetin millet nezdindeki saygınlığını zedelemektedirler.

Dolayısıyla insanlara ilgi gösterecekleri sadece “güç” kalmaktadır. O güç iyi veya kötü nasıl kullanılırsa kullanılsın halkta bir “eylem” illüzyonu yaratmaktadır.

O halde yapılması gereken nedir?

Yapılması gereken şey şudur: İlkeli ve vatansever/milliyetçi her okumuş/aydın,  kendi siyasal tercihini açıkça ifade etmelidir. Oyların bölünüp bölünmemesine aldırmadan her bir  vatansever/milliyetçi aydın kendi siyasal tercihinin neden doğru olduğuna dair net şeyler söylemeli ve çevresinde bir kararlılık halesi yaratmalıdır.
Bu neye yarayacaktır? Bu, kararsız, “mecbur” ve “mahkûm” seçmenlerde, iktidarı etkileyen şeyin onların oyu olduğu bilincini uyandıracak ve öğrenilmiş çaresizliklerini yenmelerinde yardımcı olacaktır.

Bu konu ihmal edilmemeli ve her bir milliyetçi kendi sanal ağ ortamını mutlaka oluşturarak derhal yayın faaliyetine başlamalı, seçmenin kararsızlığını ve ümitsizliğini yenmesi için en başta kendisi, siyasal tercih düzlemlerini değiştirmenin seçmenin elinde olduğunu göstermeli, izah etmelidir.

“Seçime şu kadar ay var!” tamamen iktidarın bize öğrettiği bir karamsarlıktır. Bu karamsarlık gerçekçi değildir. Seçimde herşey bir saniye içinde bir oyla değiştiğine göre zihniyetlerin meşru ve olumlu  fikirlerle beslenmesi için asla geç değildir. Bugünden başlayarak her milliyetçi, her  hafta bilinçlendirici bir yazı yazsa on milliyetçinin en az  280 yazısı yayınlanmış demektir. Bu da blog denen sanal ağ günlüklerinde çok kolaydır.

Karamsarlıkla vakit geçirmek yerine taşı şimdiden yontmaya başlamak bence en iyisidir.

Bu arada fakir İP’ye sempatiyle bakmakla beraber, Osman Pamukoğlu’nun siyasi bakışını çok daha milli ve yerinde bulduğunu söylemeli.