31 Ekim 2013 Perşembe

Gerçek Türk Milliyetçiliğine Doğru I

Aynı kafa yapısı... Şaşmak imkânsız.
1969, Türk milliyetçiliği için yaygınlaşmanın ancak aynı zamanda erimenin başladığı tarih.
Bu tarihte MHP’nin kuruluşu ile birlikte Türk milliyetçiliğinde siyasi kadroların belirleyiciliği ve daha sonrasında sultası artık tescillenmiş ve kabul edilmiş oluyor.

Siyaset kadroları, entelektüel faaliyetin her türlüsünü bir lüks, zaman kaybı olarak görerek her zaman en kısa yoldan iktidara gelmeyi hedeflerler. Bu arzu, siyasî faaliyetlerin yumuşak  karnını ve ahlâkî zaaflarının kaynağını oluşturur. Bu zaaf bütün iyi niyetlerin hedeflerini saptırır
Türk milliyetçiliği de bu zaaftan kendini kurtaramamıştır.

Bunun sonucunda entelektüel yetkinlikleri tartışmalı siyasi kadrolar Türk milliyetçiliğinin içini kendi siyasi hedeflerine uygun gördükleri şekilde doldurmaya çalışmışlardır.

Bunu yaparlarken maalesef ideoloji olamayacak kadar dar kapsamlı bir takım fikirleri fikir paketleri olarak gençlere ezberletmişlerdir. Bu bağlamda meselâ “Dokuz Işık” tartışılabilir, eleştirilebilir, yanlışlanabilir  bir  fikir olmaktan çıkıp adeta “Milliyetçiliğin amentüsü” haline gelmiş/ getirilmiştir.

MHP’nin kendi başına ve kendi lideriyle var olmak tutkusu, Türk milliyetçiliğinin entelektüel kökenlerini inkâra kadar  vardırılmıştır. Bugün artık daha ilk yıllarında MHP içinde Atsızın eserlerinin yasaklandığını biliyoruz. Hâlâ merhum Atsız için “dinsiz/şaman” önyargısını taşıyan ülkücü sayısının kahir ekseriyeti teşkil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bunun en kötü sonucu Ahmed Arvasi ile Türk milliyetçiliği içine giren “iman paranoyasının” daha sonra MHP’yi başta Menzil olmak üzere çeşitli tarikatlerin ve dinî cemaatlerin etkisine sokması olmuştur.

Bu etki özellikle genç Türk milliyetçilerinin  zihinlerini Arap örfü, Arap tarihi, Arap mitolojisi, Arap hurafelerini “islâm” olarak kabul etmek yanlışıyla saptırmıştır. Aşağıdaki satırlar  “”Ahmet Yasin GÜRKAN  adlı genç bir ülkücü arkadaşımızın 31 Ekim 2013 tarihli yazısındandır. Türk milliyetçiliğinin özellikle gençlerinin dincilik le nasıl zehirlendiğini göstermesi açısından  ürkütücü bir örnektir. Genç ülkücü yazar diyor ki:

Ülkücü gençlik şuanki hukukî düzene de, ahlâkî düzene de, fiilî düzene de karşıdır.[vi] O tamamiylemillî, İslâmî, insanî esaslar üzerinde, Kur’anî ve Turanî değerlere[vii] göre inşa edeceği yüzdeyüz yerli bir düzeni savunmaktadır. Bu bakımdan Ülkücü harekette usûl düzeni koruyucu değil, değiştiricidir.”

Şu anki hukukî düzenimiz bütün istismarlara rağmen lâik/beşeri ve pozitivist hukuk düzenidir. Pozitivizmi ayrı bir eleştiri konusu olmakla beraber yargılamalar hâlâ “beşeri hukuka” göre yapılmaktadır. Belki de halkın artık partizanca bulduğu ve güvenemediği mevcut yargı loncasından bahsediyordur?
“Tamamiyle millî, İslâmî, insanî “ esaslar ne demektir?

“Millî kısmını anlamak kolaydır çünkü aklı başında ve milletleşmiş bütün toplulukların millî egemenlikleri zaten millî bir düzen kurmak içindir.

“İslâmî esaslar” nasıl olacaktır?  Kimin İslâm’ı  ve bu İslâm’ın ne kadarı, “düzen” olarak kabul edilecektir? İslâmî bir düzenden bahsetmenin, devlet  fert ilişiklerinde dine dayanmak anlamına geleceğini, yani şeriatçılığın ta kendisi olduğunu inkâr etmek mümkün müdür?

İnsanî esaslar zaten beşeri hukukun üzerine inşaa edildiği temel  haklar  düzeni değil midir? Şimdi bir yandan  devlet fert ilişkilerinde   ferdin varlığını koruyacak temel haklar düzenini esas alıp diğer yandan  sözde İslâm’ın emirlerine göre  devlet fert ilişkilerini düzenleyeceğini söylemek ne kadar tutarlıdır?
“Kur’anî ve Turanî değerlere göre inşa edilecek düzen”  ne demektir? Burada  bir kafiye özentisinden başka ne gibi bir tutarlılık ve muhteva vardır?

Kur’anî değerleri kim, kime nasıl öğretecek ve daha önemlisi uygulatacaktır?  Burada “Birilerinin diğerleri üzerinde dinî otorite olmaları hali” zımnen kabul edilmektedir. Ahmed Arvasi’nin seyyidliği rivayetine istinaden  bir “Türk İslâm ülküsü” milliyetçiliği icat etmek akıldaneliği, bu zımnî kabule dayanmaktadır. Buna göre madem Ahmed Arvasî seyittir, bize Türk olmayı ondan daha iyi kim öğretebilir? Eğer o seyyitse bizden daha büyük ve makbul bir Müslüman olmalıdır. Bu durumda vatan sevgisi, milliyet  bağlılığı gibi konuları da en iyi ol bilmeli? Bu yaklaşım, Allah otoritesine kendi aile, servet ve mevki bağlılıklarını ortak etmeye kalkan Arapların örfünden alınmıştır, asla İslâmî değildir. Ama Türk milliyetçiliğini tekeline alan siyasal milliyetçilik,  kendi siyasi plânlarını yapmaktan bu tip felsefî farklara dikkat edecek zamanı bulamamıştır.


(Devam edecek

28 Ekim 2013 Pazartesi

İdeolojik Ve Terminolojik Tercih Sorunumuz

Bugün Türk varlığı enternasyonalizmin iki kolunun saldırısı altındadır.

Tarihin  hiçbir döneminde görülmediği  ve tahmin de edilemez bir şekilde “sağ” ve “sol”  Türk düşmanlığı asg
ari  müştereğinde bir araya gelmiştir.

Bu hal Türk milliyetçiliğinin  artık nerede durduklarına karar vermeleri gerekmektedir.
Şüphesiz  etnik ve dinci bölücülüğe karşı olmak zaruridir. Mesele, bunlara  niçin  karşı olduğumuzu tam ve doğru şekilde anlatabilmektir.

Bugün siyasette anlam sahaları tam bir işgal altında.
Bu ne demek?

 Arapça kökenli dinî terimlerin Ak  Parti, batı kökenli özellikle liberalizme ait terminolojinin de  etnik ırkçı Kürtler tarafından sahiplenildiğini, istismar edildiğini görüyoruz..

Milliyetçi camianın en büyük sıkıntısı bu anlam alanlarında inisiyatifi bu iki gruba terk etmektir.
Bu nasıl olmaktadır?

Milliyetçi siyaset, dinî terimleri tam da  dincilerin kullandığı anlamlarda ve mantıkla kullanmaktadır. Bir kere türbanı, tesettürü, kadının yerini dinci Ak Parti gibi algılamaya başlarsak artık ona karşı olmak için elimizde meşru hiçbir gerekçemiz kalmaz.

Bu yüzdendir ki siyasette dini, bir “manivelâ” olarak kullanmak, ancak dinî terimler alanını, güçlü olan  partiye teslim etmek demektir.

Keza liberal demokrat terminolojinin asıl manasından ayrılarak çarpıtılması da büyük bir siyasî ahlâksızlıktır.

Peki yapılması gereken bu iki terminolojik sahayı bu iki kesime terk edip kendi başımıza bir şeyler icat etmeye çalışmak mıdır?

 Bu yapılmıştır, hâlâ da yapılmaktadır ama nafile bir çabadır.
Temel haklar, hukuk devleti, piyasa, serbest ticaret, demokrasi, lâiklik vs “dinsiz liberallere” veya etnik ırkçılara terk edilmesi gereken, kullanılması da insanı dinden çıkaracak kelimeler değildir.

Bugün milliyetçi camia bir yandan ideolojilere “deli gömleği” ezberi ile yaklaşmakta bir yandan ideolojisiz bir siyaset üretmeye çalışmaktadır. Oysa bu imkânsızdır.

Çünkü eninde sonunda devletin mi bireyin mi yanında olduğunuzu, lâikliği mi şeriatçılığı mı benimsediğinizi göstermeniz, açıklamanız gerekmektedir. Bunu da ancak tutarlı bir terminolojik tercih ile yapabilirsiniz.

Mesele şudur:
Sözgelimi  bir yandan piyasayı bir vahşice ahlâksız bir serbestlik ortamı olarak görüp bir yandan da devletin tam komutasında bir ekonomik sistemi eleştiremeyiz. “Canım insanlar özgürce üretsin ama  ürettiklerinin fiyatlarını onlar değil de devlet belirlesin!” dersek bu görünüşte bir üçüncü yol olabilir ama  yapılan şey iktisadın bütün terimlerinin çarpıtılması, anlamın çökertilmesi olacaktır.

Çünkü kelimeler, kendi başlarına anlamlar taşırken bu anlamların kafamızda belirmesi, ancak bu kelimelerle ilgili diğer kelimelerin kullanılmasıyla olur. Dolayısıyla kelimeler kendi bağlamları çerçevesinde anlamlıdırlar.

Hal böyleyken meselâ bir yandan “teşebbüs hürriyetinden” yana olup diğer yandan insanların ürettiklerini özgürce mübadele etmelerinin mümkün olamayacağını, üretilenin serbestçe satılmasının ahlâksızlık olacağını söylerseniz, sadece retorik bir çelişkiye düşmezsiniz; insanların yaşamak için sebeplerini ellerinden almış olursunuz. Çünkü en nihayetinde, “söylediğiniz gibi hareket etmeniz” sizden beklenmektedir; siyaset budur.

 O halde öncelikle siyasetin, yani devletle fert arasındaki ilişkilerin fiilî düzenlenmesi işinin, hangi esaslara göre düzenleneceği, açık bir ideolojik tercihle duyurulmalıdır. İdeoloji, bize birbiriyle tutarlı bir terimler takımı verecektir. Üçüncü yolcu, sözde ideoloji dışı siyaset, farklı montaj şemalarını bir araya getirerek bir araba imal etmeye çalışmak gibidir ki bunun yapılamayacağı kesindir.
Mevcut durum bize şunu açıkça göstermektedir:
Siyasetin ölçülerini dine göre belirlemek yani şeriatçılık, toplumda ciddi ayrışmalara yol açmakta ayrıca hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının tamiri zor şekilde tahrip edilmesine sebep olmaktadır. Bugün artık sadece dinciler ve lâikler değil dincilerin kendi içlerinde bile cemaat ve tarikat ayrışmaları keskinleşmeye başlamıştır. Dolayısıyla siyasette dinî terimleri kullanarak kendimizi tarif etmek, dine göre siyasî hedefler ilân etmek Türk milliyetçiliğinin tahrip olmasına yol açacaktır. Bu sadece Türk milliyetçiliğinin tahribine yol açmaz aynı zamanda millet bilincinin, milliyet duygusunun tahribatına da yol açar, açmaktadır da…
 
Siyasetin ölçülerini belirlerken temel haklar, hukuk devleti, piyasa, serbest ticaret kavramlarından öcü gibi korkmak da bu kavramların etnik ırkçılar lehine liberallerce çarpıtılmasına ve istismar edilmesine yol açmaktadır.

Türk milliyetçileri, mitingden mitinge, milleti coşturan siyasî ve hamasî nutukların dışında artık ciddi, tutarlı ideolojik bir söylem geliştirmelidir. “Ona da karşıyız, buna da karşıyız!” tarzı çocukça bir tepkisellik eninde sonunda bizi ideolojik ve fikrî bir boşluğa ve hayatla toptan bir tutarsızlığa itmektedir. O boşluğu falanca seyyidin, filanca şeyhin, falanca cemaatin, filanca tarikatin tuhaf insan sevgisi söylemleriyle doldurmaya kalkınca,  elimizde sadece  şeriat isteklisi bir grup takım elbiseli  Taliban imajı kalmakta.

İnsanların Türk milliyetçiliğini anlayabilmeleri ancak onu doğru ve tutarlı bir şekilde anlatabilmemize bağlıdır ki bu da ancak en başta kendimizin, ne konuştuğumuzu adamakıllı bilmemize bağlıdır.


Devir, anlam sahalarında egemenlik savaşları devridir.

25 Ekim 2013 Cuma

Edille-i Şeriye Mantığı Ve Geleneksel Din

Din dersleri görmeye başladığımızda ilk öğrendiğimiz şeylerden biriydi “Edille-i şeriye”. Kelime-i şahadet, namaz, oruç, zekât ve haccın Müslümanlığın şartı olduğu anlatılırdı bize.

“Dinin şartları” olarak öğrendik bu davranışları veya ibadetleri. Ama o zamandan beri kafama takılırdı. “Din” de “şart” da Arapça kelimeler… Eğer bu tamlama “dinin şartları” anlamına geliyorsa içinde “şart” kökünden bir kelime olmalıydı. Sanırım herkes “şeriye” kelimesini “şartla” karıştırıyor. O zaman “din” kelimesi nereye saklanmıştı? “Edille” “din” demek değildi, “deliller” demekti.

Bir zaman sonra Yaşar Nuri’den “edille-i şeriye”nin, “dinin delilleri” anlamına geldiğini öğrendim.
İyi de bunun ne önemi vardı ki?

Önemi  şuydu ki bir dinin “şartlarından” bahsettiğinizde; o dini var eden olmazsa olmazlardan bahsediyorsunuz demektir. Daha kötüsü din sahibi olabilmenizin olmazsa olmazlarını söylüyorsunuz demektir.

Bu durumda Müslümanlığın şartı beşti. Yani bu beş şart olmazsa Müslüman olamıyordunuz. Halâ sıradan Türk Müslümanları edille-i şeriyeyi,  “Müslüman olmanın şartı” sanır.

İyi de bir tabirin “dinin şartları” değil de “ dinin delilleri” olması neyi değiştirir ki?

Sanırım çok şeyi değiştirir. Şöyle ki:

Bahsedilen  öğeler, bir insanın dinî mensubiyetini açıklayan, açıkça gösteren delillerdir. Delil, gerçeğin inkâr edilemez parçasıdır. Bu da şu anlama gelir. Bir insanı namaz kılarken görürsek onun Müslümanlığı için başka bir şey aramamıza gerek yoktur. Kâbe’yi hac mevsiminde tavaf eden insanın, bu davranışı, onun Müslümanlığının inkâr edilemez bir parçası yani delilidir!
İyi de hâlâ delille şart arasında belirgin bir fark göremedik gibi değil mi?

Bir delil, “gösterilmek mecburiyeti olmayan” bir işarettir. Görüldüğü zaman ilgili gerçeğin kavrandığı ama görülmediğinde de açıklanması mecbur edilmeyen işarettir. Bir suç gerçeğinin ortaya çıkarılmasında elbette böyle değildir ama bizim dini seçimimiz bir suç teşkil etmediğinden, yani biz doğultan masum olduğumuza inandığımızdan dinimizin delillerini izhar etmek mecburiyetimiz yoktur!

Delillerin ancak suçun varlığını veya yokluğunu ispatta açıklanması mecburiyeti bizi dinin delillerinin/işaretlerinin neden “şart” olarak adlandırıldığı sorusuna götürür.

Edille-i şeriye’ye “dinin şartları” derken bunları dine mensubiyetin “şartları” haline getirmiş vi diğer yandan bu işaretlerin gösterilmesini mecbur kılmak istemişlerdir.

Yani delilleri,  “negatif/edilgen” ispatlayıcılar, işaretler olmaktan çıkarıp taşınması mecbur edilmiş birer  nişan haline getirmişlerdir.

Delillerin  ceza davaları dışında tamamen şahsi ve felsefî birer işaret olma durumu kaldırılıp da mecburi bir  tanıtıcı haline getirilmeleri iki felsefî/mantıkî durumda arzulanır.

Bunlardan biri kişinin doğuştan masum olduğuna inanılmaması halinde, masumiyetinin ancak belli şartları haiz olduğunu göstermesi halinde anlaşılacağının düşünüldüğü Hıristiyan itikadında gelişen   toplumsal düzendir.

İnsanlar arasında mensubiyetlerine göre  adalet dağıtmak isteyen ve bunu “Medine sözleşmesi” sanan  bir “çok hukuklu” şeriat düzeninde de insanların ne olduklarının açıkça görülmesi elzemdir.

Eille-i şeriyeye “şart” gözüyle bakmak,  dine mensubiyeti, ferdin kendi ihtiyarından teslim alıp onu, bu şartları görmekle yetkili bir takım insanların insafına terk etmektir ki bu Yahudilik veya Hıristiyanlığın “cemaat dinine” dönmek demektir. Halbuki İslam bir cemaat dini değildir.

Cemaat dinlerinde kul üzerindeki  ruhban ve cemaat baskısı bugünkü dinci şeriatçı tayfanın benimsediği yegâne davranış biçimidir.

Demek ki bir tamlamanın anlamını saptırmak, kelimelerin nüfuz edici ve güdüleyici güçlerini istismar etmek anlamına da gelebiliyor.

Edille-i şeriyeyi  bu şekilde istismar etmek, hurafelerle, korkularla doldurulmuş  Judeohıristyanik bir gelenekler çuvalında,  Türk  insanını boğmak demektir. Artık Türk insanı, kökenini veya mantığını bilemediği her geleneğe din gözüyle bakmaya başlamıştır. İşte Atatürk bundan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nde en hakiki mürşidin ilim ve fen olduğunu söylemiştir.
Edille-i şeriye, hak ettiği anlama kavuşmadıkça toplumumuzda din ancak bir ayrımcılık ve şiddet kaynağı olarak kalacaktır.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Finansbank’tan Bilinçli Harcama Hareketi

Finansbank, ilk defa kredi kartı sahibi olacaklar için bir ilki gerçekleştiriyor.

Daha önce kredi kartı olmayıp ilk defa kart alacaklara, bilinçli harcama alışkanlığı kazandırmak için Yılmaz Vural ile “İlk Kartım” programında bir araya geliyor.

Farklı hedef kitlelere hitap eden pek çok kartı olan Finansbank, müşterilerinin bilinçli harcamalar yapmasına verdiği önemi “İlk Kartım” programı ile gösteriyor. “İlk Kartım” programı kapsamında, limit kısıtlamadan hatırlatma servislerine, İnternet Bankacılığı ve ATM gibi hızlı kanallardan anında hesap bilgisi öğrenmeye kadar pek çok özelliği kullanıcılarına bilinçli harcamayı öğretmek için kullanıyor.

Peki kredi kartı sahiplerini “İlk Kartım” bilinçli harcama hareketinde neler bekliyor?

BORÇLARI ARTMASIN DİYE LİMİT KISITLAMA

Kredi kartını alan kullanıcıların bilinçli harcamayı öğrenmeleri için ilk7 ay limitleri kısıtlanıyor. Bunun nedeni, kart sahiplerini borçlarını aniden artıracak hareketlerden korumak. Kart kullanımını düzenleyen ve harcamalarını bütçelerine göre yapan kullanıcıların limitleri açılıyor. Kartlarını diledikleri gibi kullanma imkanı veriliyor.

ÖDEMELERİNİ UNUTMASINLAR DİYE HATIRLATMA SERVİSLERİ

Finansbank “İlk Kartım” platformunun en önemli servisleri arasında, hatırlatma servisi yer alıyor. Kart sahiplerine borçları ve ödeme zamanları hatırlatılarak, gecikme nedeniyle artan borç yükünü ortadan kaldırmak hedefleniyor.

Kart sahipleri, harcamalarını kontrol etmek için kendilerine üst limit belirliyor. Farkında olmadan bu üst limit aşıldığında, hatırlatma servisleri tarafından uyarı yapılıyor.

BİLİNÇLİ ALIŞVERİŞ İÇİN LİMİT SORGULAMA

İlk Kartım” programı, bütçe planlamasını da kolaylaştırıyor. Anında limit sorgulama özelliği ile tüm kart sahipleri, limitlerini SMS atarak hızla öğrenebiliyor. Bu da onları daha bilinçli harcama yapma konusunda teşvik ediyor.

İŞLEMLERİNDE HIZ KAZANMALARI İÇİN HIZLI BANKACILIK

Bilinçli harcama alışkanlığı kazandırmak için yaratılan “İlk Kartım” programı, kart sahiplerini hızlı bankacılık işlemleriyle tanıştırıyor. İnternet Bankacılığı, ATM ve Telefon Bankacılığı gibi hızlı bankacılık işlemleri, tüm kart sahiplerinin bankacılık işlemlerinde hızlanmasını sağlıyor.

Program boyunca bilinçli harcamayı ve ödemelerini düzenlemeyi öğrenen kart sahiplerinin limitleri ve kart özellikleri zaman içinde artıyor. Böylece kart sahiplerinin kredibiliteleri de yükseliyor.

Kredi kartı kullanımını daha bilinçli hale getirmeyi hedefleyen “İlk Kartım” programı, bilinçli kullanıldığında kredi kartının büyük kolaylık sağladığını ve bütçeleri rahatlattığını anlatmak için oluşturulmuş başarılı bir sosyal sorumluluk projesi. Bu proje boyunca, kart sahiplerini rahatlatacak bilinçli harcama hareketi “İlk Kartım” Finansbank’tan, bilinçli harcama taktikleri Yılmaz Hoca’dan.

Program hakkında detaylı bilgi sahibi olmak ve başvuruda bulunmak için tıklayın;

www.ilkkartim.com.tr


Bir bumads advertorial içeriğidir.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Türkiye’de Lâik Sağ İhtiyacı Ve MHP

Sol seçmenin özellikle şu sıralar dilinden düşmeyen söz “Bunca yıldır memleketi yöneten sağ iktidarların Türkiye’ye zarar verdiğidir.”
Türkiye’de seçmen eğiliminin “sağdan” yana olduğu ortadadır.
Tuhaf dikotomiler, ayrımlar ve bir fesat vasatının anatomisi

 AP, ANAP, DYP ve kısmen MHP çizgisinin şimdiye kadar genel seçmen eğilimini temsil ettiği düşünüldü. Bu yüzden bu partiler “merkez sağ” olarak adlandırıldı.

Bundan anlaşılan, Türk seçmeninin “devrimciliği” yıkıcılık, aşırı müdahalecilik, geleneksizlik hatta uç sağda,  dinsizlik olarak gördüğü idi. Hâlâ “devrim” kelimesi, sağ seçmen için; sonunda geleneklerin, yerleşik bütün inançların acımasızca ezildiği kanlı bir kalkışmadan başka bir şeyi çağrıştırmamaktadır. Sol siyaset,  tuhaf bir ısrarcılıkla devrimciliğin, halkın genelindeki sevimsiz şedit izlenimini düzeltmek yerine bu kelimeyle oy devşirebileceğini sanmaktadır. Atatürk inkılâplarına “devrim” demek bile bu kelimeyi sevimli hale getirememekte aksine o inkılâplara Leninist/Stalinist  bir tür şiddet izlenimi giydirmektedir. Ki şu anda Atatürk düşmanlarının en büyük istismar konusu, “devrim” kelimesine yüklenen bu nefret izlenimidir.
Dikkat edilirse MHP’yi “kısmen” merkez sağda sayarken mesela MNP, MSP, RP, FP gibi dinci partileri bu sınıflamaya dahil etmedik.

Bu da şunu gösteriyordu: Türkiye’de merkez sağ, lâikliğin nimetlerinden yararlanmaktan memnun,  dini, kendi anlayışıyla yaşamak isteyen, dinde aşırılığa gitmeksizin kendi geleneklerini yaşayan, adına “muhafazakâr” diyebileceğimiz seçmendi. Bu seçmen grubu meselâ MSP çizgisini “mutaassıp/tutucu” olarak görürdü.

Türkiye’de Ak Parti’nin bu kadar kolay iktidara gelmesinin en büyük sebebi, kendisini “merkez sağda” tanımlamış olmasıdır. Bu şekilde, eriyip giden merkez sağ partilerin boşluğunu yeni bir ümitle kolayca doldurmuştur. Bir şark kurnazlığıyla kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayıp muhafazakâr seçmenin algı arsalarını daha en baştan “parsellemiştir”. Bu benzetmeyi şunun için yapıyorum: Ak Parti’in üretime dayanmayan sözde ekonomi anlayışının dayandığı belli başlı mal, gayrimenkuldür.

Ak Parti daha en başından, seçmen  algıları üzerinde haris bir emlâk komisyoncusu gibi tasallut kurmuştur. Bu tasallutla seçmenin kafasında “sağa” dair ne varsa kendisi sahiplenmiştir. Maalesef seçmen algıları bir kere yerleşince on yılları bulan şartlanmalarla kendini tekrarladığından,  sağ seçmen, Ak Parti’nin sağın neresinde olduğunu hâlâ  tam manasıyla  idrak edememiştir.

Türkiye’de 2002’ye kadar merkez sağ, lâikliğe bağlı, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü konusunda şüphesi olmadığı düşünülen,  “oportünist/fırsatçı  milliyetçi” diyebileceğimiz, idealizmden ziyade menfaatle güdülenen  bir kitleydi.

Ak Parti, algı tasallutundan sonra (ki bunda içinde merkez sağın eski isimlerinin de bulunmasının büyük payı vardı) son derece şeytanî bir isabetle bu kitlenin güdülenme dinamiğini ele geçirdi. Fakirler için makarna, bulgur, kömür , orta direk için  nitelikli iş ve seçkinlik fırsatı, varlıklı kesim ve üst bürokrasi için cemaat destekli sağlam ikbal imkânları ile toplumun her kesiminin menfaatlerini alabildiğine  gıdıkladı hatta tahrik etti.
Böylece gerçekten de Türkiye’de siyasetin şekli, belki bir daha kolay kolay düzelemeyecek şekilde değiştirildi.  Her kesimince devletten/hükümetten beslenen, fakirinden zenginine kadar herkesin dilenci haline getirildiği bir bağımlılar /müptelâlar toplumu yaratıldı.

Liberal jargonda “dağıtımcı devlet” denilen bu yapı bir kere yerleştirilince artık dinci Ak Parti’nin sözde ideolojik söylemi ve kadroları, merkez sağın kendisi oldu, çıktı.

Daha sonra devlete yaratılan bu maddî bağımlılık/iptilâ, basın yayının sürekli, akıl ve ahlâk dışı istismarıyla bir zihnî bağımlılığa/iptilaya dönüştürüldü. En sonunda, eskiden “aşırı” olarak nitelenerek iğrenilen dinci eğilimler “muhafazakâr” diye anılmaya başlandı. Çarşaf, türban gibi aşırılıklar, eskinin gerçek muhafazakâr toplumunda, belli bir azınlığın, tehdit teşkil etmeyen ve bu yüzden hoş görülen aşırılığı kabul edilirken bu aşırılıklar, kendini “muhafazakâr” diye tanıtarak merkez sağı elde eden Ak Parti yüzünden, merkez sağın merkezine oturdu, kaldı.

Ak Parti, halktan aldığı zahiri ve geçici desteği, “muhafazakâr” sıfatı üzerindeki tasallutuyla basın yayın “desteğini” arkasına alarak kendisiyle  öyle özdeşleştirdi ki  seçmen kitlesinin merkezindeki sağ kitleye şeriatçılığı bir norm olarak kabul ettirdi.

Türkiye’de siyasetin eksenini şeriata doğru kaydıran Ak Parti, şeriatçılığın Türk düşmanı ümmetçi enternasyonalizmini de temel siyaset yapma biçimi ve hümaniter algı olarak kabul ettirdi. Bunu yaparken etnik ırkçılardan, sosyalist ve liberal enternasyonalist okumuşlardan fazlasıyla faydalandı.
En nihayetinde Türkiye’de siyaset, Türk ismine düşmanlığın asgari müşterek olarak benimsendiği,  bu asgari müşterek temelinde, dinci ve etnik ırkçı vaatler üzerinden yürütülen bir   menfaat mücadelesi haline geldi.
Öyle ki lâikliği savunan CHP etnik ırkçılara , milliyetçilik iddiasıyla yürüyen MHP de dinci/ mutaassıp seçmene yaranmak ihtiyacı hissetti. Her iki muhalefet partisi de “ideolojilerindeki” sünger delikleri yüzünden, bu iki Türk karşıtı seçmen kitlesinin istismarına açık hale geldi. O yüzden Melih Gökçek’in “MHP Ak Parti’ye katılsın, küçük büyüğe katılsın!”  fikri oldukça gerçekçi bir politik tespit olarak dikkat çekti.
Mevcut halde görünen, Türk siyasetinde belirleyici kitlenin “merkez sağ” olduğudur.
Bütün iş merkez sağı elde etmektir.

Fakat Ak Parti tecrübesi göstermiştir ki asıl iş artık merkez sağın bileşimine/kompozisyonuna tesir edebilmektir.
O halde yapılması gereken nedir?
 Türkiye’de kendini antikomünist, anti kollektivist olarak görerek sağda konumlanan, millî kaygılara sahip partilerin, Ak Parti’nin tasallutundaki siyaset yapma biçiminden ve dinci söyleminden uzaklaşması elzemdir. Ak Parti ile aynı dinci söylemleri paylaşarak ona muhalefet etmek mümkün değildir. “Kamuda türban” gibi konular ne milletin gerçek ihtiyacı ne de sağın tanımlayıcı problemidir. Bu sadece dinci siyasetin oy devşirme yöntemlerinden biridir. Bunlarla asgari müşterekte birleşmek bile merkez  sağı, dinci Ak Parti taassubunun egemenliğine daha fazla sokmak anlamına gelir. O yüzdendir ki MHPliler Melih GÖKÇEK’in “Ak Parti’ye katılın!” çağrısına şaşmamalıdır. Melih GÖKÇEK şu anda,  merkez sağda, MHP’nin ataletine ve ideolojik boşluğuna dikkat çekmektedir, o kadar.

Merkez sağda diyebileceğimiz HEPAR, aslında arzu edilen lâik sağ çizgiyi temsil eden tek partidir. Ne yazık ki o da seçmenin gecikmeli algısının, fanatizminin ve menfaat kaygısının kurbanıdır.

Bu noktada merkez sağın sağlıklı bir millî çizgiye çekilmesi görevi MHP’ye düşmektedir.

MHP, kurucusu Merhum TÜRKEŞ’in en baştaki lâik, medeniyetçi milliyetçilik çizgisine dönebilirse CHP tabanından da ciddi teveccüh göreceği kesindir. Lâikliğe bağlı seçmenler bugün sağ-sol ayrımı gözetmeksizin ülkenin medeniyeti için endişelenmektedir. Kaldı ki MHP seçmenleri sanıldığı gibi türbanlı, sakallı, cemaatçi insanlardan oluşmamaktadır. MHP bugün milliyetçi söylemlerin gecikmiş  seçmen algısı ve vefa duygusu ile “son ümit” olmak hasebiyle hâlâ oy alabilmektedir.

Bu noktada MHP arkaik sağ –sol ayrımı ve 12 Eylül kindarlığı ile hareket etmemelidir. Vatanın ve  milletin bölünmez bütünlüğü  için kaygı duyan ve artık lâiklik etrafında kümelendiği belli olan kesimler için bir çekim merkezi olmaya çalışmalıdır.

Çünkü lâiklik söylemiyle belli bir kesimi angaje eden CHP, artık PKK çizgisinde bir enternasyonalist/sosyalist parti görünümü arz etmektedir. CHP bu intibaından dönmeye de niyetli gözükmemektedir.

 O halde Atatürk’ün akılcı ve medeniyetçi milliyetçi düşünürlerle şekillendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yapısının korunması artık MHP’nin görevi haline gelmiştir.  CHP seçmeni, lâiklik endişesinin giderilmesi kaydıyla zaten milliyetçi bir çizgiye yakın duran bir kesimdir. Bu yüzden yakınlaşmaya açıktır.

“Kamuda türban serbestisi” söylemiyle yakınlaşılmaya çalışılan dinci seçmen için ise MHP ırkçı- kafatasçı bir partidir. MHP bugün meselâ “şeriatçı olduğunu” iddia etse bile sözde “sağın” bu  kesiminden oy alamayacaktır. Dolayısıyla Şükrü ALNIAÇIK gibi bazı propagandistlerin sandıkları gibi “Ak Partiyle ortak seçmen tabanı”  yararlanılabilecek bir hazır oy paketi değil, aslında MHP için ciddi bir erime ve itibar kaybı sebebidir.

Türkiye’de siyaset bir alışkanlık ve gecikmeli algı  ekseninde  yürümektedir.
MHP lâiklik konusunda net bir tavır geliştirebildiği  ve dinci söylemlerden vazgeçebildiği takdirde siyasetin Ak  Parti tarafından saptırılan bu eksenini düzeltmek ve  seçmen algısını daha millî bir yörüngeye oturmak imkânını elde edecektir.   Ak  Parti ile aynı eksende kaldığı takdirde ise bütün haklı millî endişeleri ancak taklitçi bir dinci partinin ırkçı-aşırı söylemleri olarak görünecek ve milliyetçilik  millet nazarında değerini kaybedecektir.

MHP’nin taban veya oy kaybetmesi siyaseten kötüdür. Yalnız unutulmamalıdır ki siyasetin, milli bilinci yıpratması, telâfisi çok daha zor büyük bir toplumsal vebaldir. MHP işte bu endişe ile lâiklik konusunda çok daha ciddi düşünmeye mecburdur.


10 Ekim 2013 Perşembe

Ulusal Çıkarlar

Bu, değerli diplomat ve siyaset adamı Onur ÖYMEN’in, okuduğum ikinci kitabı.

“Silâhsız Savaş’ta”  diplomatik savaşların tarihinden ve yöntemlerinden bahseden yazar, bu kitabında “Ulus devletin” ve ulusal çıkarların kökenine ve meşruiyetine derinlikli bir bakış geliştiriyor.

İdeolojik yanılsamalardan uzak kalarak “ulus devletin”  oluşumunun uluslaşma ile ilgisini son derece açıklayıcı biçimde kuruyor.

Ulus-al devletlerin kuruluşundaki toplumsal dinamikleri ve uluslar arası ilişkilerin rolünü  son derece ayrıntılı tahlil ediyor. Bundan sonra da günümüz dünyasında modern devletlerin ulusal çıkarlar kavramına bakışlarını  tek tek ele alıyor.

Diplomatik deneyimleriyle zenginleşen kitap, akıl almaz bir biçimde çarpıtılan liberal teori ile ulus-al devlete karşı yöneltilen itirazları birer birer çürütüyor.

İdeolojik aşırılıklarla, hayatın gerçekleri arasındaki farkı, hem sosyalist hem kapitalist blok içindeki hatalara  apaçık, objektif bir biçimde bakarak son derece anlaşılır biçimde ortaya koyuyor.

Kitap bana göre sosyal bilimlerin her dalındaki yüksek öğrenim öğrencileri  için olduğu kadar belki de daha fazla akademisyenler için bir kaynak  veya referans olmak özelliğini taşıyor.

Ulusal çıkarlar  hayali metodolojik birey adına binlerce yıllık emeğin ve anlayışın ürünü olan ulus ve ulusal devlet kavramımızı yıpratmak isteyenlere karşı son derece medeni, bilgi dolu, apaydınlık bir cevap.

Aslında “Ulusal Çıkarlar”,  Türk okur yazarları için fevkalâde lezzetli ve sindirilebilir bir entelektüel ziyafet.
“Ulusal Çıkarlar” kim olduğumuzu en fazla hatırlamamız gereken bir zamanda, Atatürk’ün şahsında  yeniden dirilen büyük Türk Ulusu’na bilgi ve ümit veriyor.


3 Ekim 2013 Perşembe

Başörtüsü Fitnesinde MHP’nin Vebali

MHP başörtüsünü destekleyecekmiş.

Başörtüsü, memleketin  mevcut halinde, düşünülecek en son şeyken dincilik zaafiyetiyle MHP’nin Ak Parti’yi desteklemesi son derece büyük bir hatadır.

 Hatta bu, ihanetin eşiğinde bir harekettir.

 Çünkü başörtüsü veya türban, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik temellerine karşı düşmanlığın ve saldırının sembolüdür. Başörtüsü/türban bir inanç hürriyeti nesnesi değil, dinci fitnenin meşruiyet için kullandığı bir maymuncuktur. Bu maymuncuk, demokrasi istismarının, temel haklar suiistimalinin, kavram çarpıtmasının  en kötü, en çirkin aracıdır.
Düşmanın sembolleriyle uzlaşılmaz.
Oysa MHP bunu her zaman yapmaktadır.

İş, dinin topluma egemen kılınması gibi bir politikaya geldiğinde; MHP’nin bütün yaptığı, kraldan daha fazla kralcı olmak ve şeriatçılığa prim vermek oluyor.

MHP’nin sentetik dinci ideolojisi yüzünden artık milliyetçilerle dinciler arasındaki çizgi iyice silikleşmiştir.
MHP tarafından dayatılan dinci sentez ideolojiyle dinci/şeriatçı olmayanların, Türk’ü sevemeyeceği kanaati kafalara kazınmaktadır.

Her seferinde kendilerini, dinle haklılaştırmaya çalışan siyasal milliyetçilerin bu metodu, milliyetçiliğe meşruiyet kazandırmak yerine, hayatı, dinle kesip biçmeye çalışan dincilerin, “haklı oldukları” algısını güçlendirmektedir.
Mevcut şartlar altında, ferdin kendisine bırakılmış bir özgürlük alanı olan dinin, topluluk/cemaat yaşayışı haline getirilmesi işinin resmileştirilmesi, lâikliğin yıkılması demektir ki kamuda başörtüsü “serbestisi” yalanı, bunun manivelâsıdır.
Ferdin  kendince yaşadığı, yaşaması gereken bir inanç şeklini, birilerinin anlayışına göre kolektifleştirmeye başladınız mı, toplumu o inanç ekseninde bölersiniz ki MHP sırf Müslüman olduğunu göstermek inadı yüzünden, bu dinci fitne projesine çanak tutmaktadır.

 MHP’nin anlayamadığı şey şudur:

Şu saatten sonra hiçbir dinci seçmen, MHP’yi - ağzıyla kuş tutsa dahi  -bir “Müslüman partisi” olarak kabul etmeyecektir, zaten etmemiştir de.

MHP dinciliğe verdiği bu açık çekle iki şeyi korkunç biçimde tahrip etmektedir:
Bunlardan birincisi, Türk milliyetçiliğinin millet nezdinde itibarını zedelemekte, Türk milliyetçiliğinin taklitçi ve ikiyüzlü bir din istismarcısı oy avcısı gibi görünmesine yol açmaktadır.

İkincisi ve asıl önemlisi ise Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu ve uluslaşmamızı sağlayan  hukuk devleti, lâiklik ve demokrasi sac ayaklarının dincilikçe tahrip edilmesine ön ayak olmaktır.

MHP başörtüsünün, aynı zamanda etnik ırkçılığı da kullanarak memlekette oy devşirmeye çalışan dinci Ak Parti’nin, Türk düşmanlığını meşrulaştırma araçlarından biri olduğunu idrak edemezse; tekbir getirerek ciğer söken hayvan sürülerinin, ülkeye egemen olmasından birinci derecede  mesul olacaktır. MHP bugün bu vebalin farkında olmadan, olmak da istemeden, mecliste başörtüsü “serbestisinden” dahi bahsedebilmektedir.
 MHP hâlâ işin, basit bir liberal demokratik özgürlük meselesi olduğunu sanmaktadır. Oysa yapılan, eninde sonunda,  kamu yoluyla başörtüsünün resmileştirilmesi ve mecburi kılınması  olacaktır. İran örneğinden ders almaksızın durmadan bir  sentetik sözde ideolojiyle millete Müslüman olduğunu göstermeye çalışmak siyaset değildir.

MHP artık dinciliğin, insani duygular üzerindeki tasallutunun farkına varmalıdır.
MHP artık dinin siyasetin malzemesi olmadığını, olamayacağını idrak etmelidir.
MHP artık dinin resmi uygulamalarda bir fitne sebebi haline geleceğini anlamalıdır.
MHP lâikilğin, “dinsiz ittihatçıların” bize dayattığı keyfi bir rejim olmadığını, medenî ve insanca yaşamanın vazgeçilmez şartı olduğunu öğrenmelidir.

MHP dine Ak Parti gibi bakarak milliyetçilik yapamaz.  Ağzına “Allah” kelimesini alarak siyaset yapmanın ahlâk dışılığını anlayamadıkça MHP’nin bütün “milliyetçilik” söylemleri,  basit bir kabileci taklitçilikten öteye gitmeyecektir.

 Bunun ötesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin medeniyet ekseni kırıldığında ortada ne MHP ne de onun milliyetçiliğini güttüğü bir Türk Milleti kalacaktır.
 MHP başörtüsü ve İslamcılık sevdasından bir an önce vazgeçmelidir.