Milliyetçilik, bir milletin
değerlerine ve varlığına öncelik vermek, onu diğer milletlerden ve toplumlardan
görece olarak daha fazla sevmek demek.
Bu, insanoğlunun tabiatından
gelen bir duygu. İnsanın aile üyelerini diğer insanlardan daha fazla sevmesi
nasıl doğalsa, kendi milletini daha fazla sevmesi de aynı şekilde doğal.
İnsanın kendi milletini sevmesi
çok farklı şekillerde tezahür edebilir.
İnsan edindiği kültür gereği bu sevgiyle beraber diğer toplumlara karşı
bir düşmanlık da geliştirebilir ama işin özü değişmez. O hâlâ kendi milletini
diğerlerinden fazla seviyordur.
Türk milliyetçiliği de Türk
Milleti’nin egemenlik, hürriyet ve refahına öncelik vermekten ibarettir.
Burada milleti, milliyeti
oluşturan bütün değerler milliyetçiler için değerlidir
Elbette din de bunlardan biridir.
Sorun “dine verilen önem ve
değerin derecesidir.”
Din şüphesiz milletlerin
değerlerinden biridir ama sanıldığı gibi birinci derecede önemli değildir.
Din toplumsal hayatımızda uymamız
gereken bazı normlara ve dolayısıyla bir ölçüde
ahlâkımıza kaynaklık eder ama bunların asla tek başına kaynağı değildir.
Çünkü din, toplumsal kabul görmeden önce de toplumlaşmanın gereği olarak
mutlaka belirli ahlâkî kodlar meydana getirilmiştir.
Dinle ilgili iki yaklaşım söz
konusu:
Birincisi, bugün dünyayı kana
bulayan dini hezeyanların temelindeki anlayıştır. Bu anlayışa göre din, toplu
kabul edilip toplu yaşanan ve dolayısıyla toplumun tamamına, hayatın tamamında
âmir olması gereken, ilâhî ve tartışmasız bir tür doktrindir. Bu anlayış
siyasal İslâmcılığın temelidir.
İkici yaklaşım ise dinin bireysel
olarak kabul edilip yaşanması gerektiğidir ki bu da bütün lâik devletlerin
temelidir. Bu yaklaşımda bireyin kendi inancını “kendi bilgisi ve mantığı” dahilinde,
özgürce yaşaması gerektiği kabul edilir. Bu anlayışta da dinin toplumun
genelinde belirli bir şekillendiriciliği olduğu kabul edilir ama bütün toplumu standart bir şekle sokacak,
sokması gereken bir doktrin olduğu kabul edilmez.
Siyasal İslâmcılar inanç ve ifade hürriyeti yoluyla şeriat devleti
propagandası yapabileceklerini sandıklarında işte lâikliğin bu anlayışını
istismar ettiklerini gizlerler.
Çünkü lâikliğin temelinde,
insanın ancak ve yalnız kendi aklı ve vicdanıyla kabul ettiği kadarıyla dini
yaşaması vardır. Lâiklik, birilerinin, din adına veya dini kullanarak diğerleri
üzerinde aklî ve vicdanî hegemonya kurmamasının teminatıdır.
Bu yüzdendir ki memleketin
yönetimine talip olan partilerin, bu partilerin taraftarlarının ne tür br toplumsal düzen
tasavvur ettikleri önemlidir.
Parti programlarında,
felsefelerinde, dine bu iki yaklaşımdan hangisine yer verdikleri, siyasal
partileri birbirinden ayıran çok önemli bir
ölçüdür.
Türk milliyetçiliğinin en büyük
açmazı, salt siyasal bir hareket olmamasıdır.
Bu açmaz, siyasetin, Türk
milliyetçiliğinde, gerek entelektüel gerekse ahlâkî olarak baskın hale
getirilmiş olmasıyla iyice derinleşmiştir.
Sorun Türkiye’de sağ siyasetin
temelde, ideolojisiz oluşudur.
Türkiye’de sağ siyaset belli bir
ideolojik taban oluşturmak yerine, büyük halk kitlelerinin yaygın eğilimlerinin
peşinde koşmak ve onları çeken vaatlerde bulunmak dışında bir şey yapmamıştır.
Hal böyle olunca siyasi Türk milliyetçiliği de kalıcı,
istikrarlı, gerçek bir ideolojik tercih yapmak yerine, halka hoş görüneceğini
düşündüğü bir takım vaatleri, “ideolojileştirmeye” çalışmıştır.
Türk milliyetçiliğinin
ideolojisizliği, onun din ve toplum ilişkisine bakışında, ciddi bir boşluk
meydana getirmiştir.
Siyasi Türk milliyetçiliği bir
yandan “toplumcu” olmak iddiasını güderken bir yandan sosyalizm karşıtı bir
tutum benimsemiştir. Buna mukabil sosyalizm eleştirisini metodolojik birey
üzerinden yapmadığı gibi aynen sosyalistler gibi toplumun bireyin üstünde ve
onun hâkimi olduğu kanaatiyle hareket etmiştir.
Hal böyle olunca, dine, kendiliğinden/zımnen “kollektif yaşanan bir doktrin” olarak bakmak eğilimine
girmiştir.
Bir kere bu eğilime kapıldığında,
dinin, bir partinin ideolojik ve siyasi endişeleri arasında yer almaması
gerektiğine dair lâik bağlamın dışına çıkmıştır.
Dinin, hükümetlerin yürütme erklerinin işi ve
yetkisi olmadığını kabul etmek yerine, sözde halk için halk adına, din hakkında
ve din için siyaset üretmek fikrini
benimsemiştir. Bunu da “Türk İslâm
Ülküsü” diye ifade etmiştir.
Siyasî milliyetçilik,
geçmişte, toplumların, dinî mensubiyete
göre şekillenmesinden kaynaklanan bir
siyasi bakışı, bugüne taşıyarak “muhafazakârlık” ettiğini sanmıştır.
Oysa bu günün “toplumları”, belli hukuk ilkelerine, temel haklar kabulüne, tarihe
ve kültüre daha fazla önem veren modern
uluslaşma dinamiklerine göre oluşmaktadır.
Siyasi Türk milliyetçiliği ne
yazık ki medenî milletlerin
milletşme/uluslaşma dinamiklerini, ideolojik gelişimlerini ve tercihlerini
incelemek yerine, Türk toplumunun köylülüğünün, taklitçi muhafazakârlığını
kutsamayı tercih etmiştir.
Bu durum onu, Türk köylülüğünü
din ile istismar eden siyasal İslâmcılarla aynı çizgiye çekmiştir.
Siyasal Türk milliyetçiliği,
dinin siyasi otorite tarafından korunması gereken bir şey olarak görmüştür
ki bu görüşün altında yatan dinci bakış
maalesef hâlâ fark edilebilmiş değildir. Dini, toplum adına korumak, kollamak
fikrinin, fiilen, şeriatçılık olduğu ne yazık ki anlaşılamamıştır.
Bu yüzendir ki dindarlığın,
milliyetçilik için bir ölçü olamayacağı bir türlü anlaşılamamıştır.
Milliyetçilik gerek hedefleri
gerekse mensubiyet şuuru açısından dinî referans taşımaz, taşımamalıdır da.
Türk milliyetçiliğini sürekli,
“dindarlıkta yarışmakla” yani dincilikle
ilişkilendirmek, onu özünden kopartıp kendiliğinden Arap/vahabi fanatizminin
mecraına çekmektir.
Türk Milleti’ni sevmek, Arap
tarihine, Arap mitolojisine, Arap kahramanlarına atıfla apılacak veya
öğrenilecek bir şey değildir.
Türk milliyetçileri, maalesef
kendilerini, dinciler gibi topluma standart bir ahlâk va’z etmek
mecburiyetinde hissetmektedirler. Yazılarında sürekli, Arap Müslümanlarına öykünmek tutkusu
belirmektedir.
Türk milliyetçileri, islâm’ın
misyonerleri, imamları, şeyhleri vs değildir. Zamanında din yaymak işiyle
meşgul Alperenlerin görevlerinin, aslen siyasî olduğunu maalesef unutmuş
görünmektedirler. Alperenler Türk siyasî hâkimiyetinin temellerini, o günün
geçerli ölçülerine göre din ile atmışlardır, o kadar. Bu, milliyetçiliğin bir
dinî tebliğ, imamlık, örnek insanlık, dervişlik, şeyhlik, imamlık işi olduğu anlamına gelmemektedir.
Oysa bugün siyasal milliyetçilik her
genci, birer imam gibi yetiştirmek gayesindedir. Her gence sözde bir din büyüğü
örnek verilerek dinî taassup tartışılmaz şekilde o genç dimağlara kazınmaya
çalışılmaktadır. Böylece gençlerin, ahlâkı kendi akıl ve vicdanlarıyla
geliştirmeleri engellenerek toplum, hayalî bir standart sahabeler topluluğu
haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Türk milliyetçiliğinin siyasi
aktörleri, ne yazık ki lâikliğin ahlâkî, ideolojik ve siyasal gerekliliğini
idrak edememiştir. Bu yüzden siyasî milliyetçilik türbanın, siyasal
İslamcılığın, tarikatçiliğin ve cemaatlerin güdümüne girmiştir. MHP liderinin
bütün gayretlerine rağmen bu bir hakikattir. Bu
gün ülke siyasal İslâmcıların
hurafelerine kapılmış “eski ülkücü” tarikatçilerle doluysa bunun sebebi, budur.
Lâiklik, milletin
her ferdi için her zaman geçerli hukuk kurallarının, dolayısıyla
emniyetli bir hayatın oluşturulabilmesinin tek yoludur.
Türk Milleti’nin medeni ve
müreffeh bir hayata ulaştırılmasının bu yegâne yolunun, bir asr-ı saadet hayali
uğruna terk edilmesinin kaçınılmaz sonucu, “Arap baharı” denen vahşet
rejimlerinden veya Kuzey Irak hayvan barınağı benzeri etnik yığışmalardan başka
bir şey olmayacaktır.
Türk milliyetçileri,
milliyetçiliğin özüyle ilgili işte bu kadar hayatî bir yol ayrımındadır.