29 Mart 2013 Cuma

Blog Kompleksim Depreşti Gene


Uzmanlaşmış bloglara hayranım.

Sinema, çizgi roman, edebiyat vs.. her dalda uzmanlaşmış bloglardan gerçekten faydalanıyorum.

Ben de öyle bir blog yazabilmek isterdim ama yapamıyorum. Gelgeç ilhamlar, kalıcı endişeler, takıntılı öncelikler belki de daha rahat bir blog yazmamı engelliyor.

Akışına bırakıyorum ben de ; yapacak bir şey yok… Çünkü öyle olmasa sanırım samimi bir blog çıkmaz ortaya.

Öte yandan bahsettiğim konuların da bir okur kitlesi var ama tek eksikliğimiz yeterince yorum almamak. Geri dönüş olmayınca farazi okurlara yazmış oluyorum.

Bir de şu var: Bloglarda belli bir fikir sahibi olmanın ancak belli mensubiyetler için kabul edilme durumu var. Meselâ piyasa ekonomisine ağız dolu sövüp de aslında hiçbir fikir ortaya koymasanız bile “düşünce bloğu” oluyorsunuz …

Veya net bir tavır takınmayıp kendi aklınca taraf olmaktan kaçınan “Herkes nereye ben oraya” demeyi akılcılık sananlar var ki sanırım blog âleminin kahir ekseriyetini bu kesim oluşturuyor.

Hal böyle olunca insan kelaynak gibi kalıyor orta yerde…

Deyin bakayım sevgili okurlar ne yazsak okuyasınız gelir?

Kadınlar Olmasaydı

Hayatın karşısında kendi ayakları üzerinde güvenle durabilen kadınlarımızın yetiştirecekleri çocuklar da hayata daha güvenle ve daha büyük ideallerle bakacaklarına inanıyoruz. ''Ekonomiye Kadın Gücü'' projesi ile kadınlarımız daha çok üreterek ekonomiye katılacak, hayallerini büyütecek, ailelerine ve geleceğe yatırım yapacak, bundan Türkiye kazanacak. Kadınlarla güçlenecek bir ülke için şimdi destek zamanı. Sen de fon yaz 5886’ya gönder veya www.ekonomiyekadingucu.com’a gir destekçini seç, kurulan hayallerin mimarlarından biri de sen ol.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

26 Mart 2013 Salı

Savaş Kimin Hakkı?

Blogu telefondan yazıyorum. Ne yazayım? Mağlup bir milletin umursamaz insanları arasında,  düşürmenin, yazmanın artık ne manası var?

Memleket twitter ufuklu bir yarım akıllı seçmen kitlesinin egemenliğinde. şeriat devletine doğrudan dizgin gidiyor.

Bahsedilen kardeşlik, insanların alınlarına ırklarının kaynmasından ibaret. Irkçılık resmen
tanındığında, toplum artık kamplara bölünmüş olacak. Ozaman her ırkın ayrı bir egemenlik sahası talep etmesini nasıl engelleyeceksiniz?

Yugoslavya uluslaşabildi mi? Ulusların etnik bölünmesi demokrasi olabilir mi?

Etnikçilik, kanlı bir şımarıklıktır. Bir hastalıktır.  Tek tedavisi de uluslaşmak/milletleşmektir.

Uluslaşma, meşru egemenliğin hakkı ve gereğidir. Uluslaşmaya karşı çıkmak bu yüzden demokratik hak değildir; egemen ulusa düşmanlık veya ihanettir.

Eğer bir topluluk resmî bir azınlık değilse ve ukuslaşmaya silâhla karşı koyuyorsa bütün vatandaşlık haklarını yitirir ve "düşman" haline gelir.

Etnik ırkçı ve dinci koalisyonunun anlayamadığı budur. Gerçekte "Savaşsa savaş!" Demek yalnız ve ancak TÜRK'ün hakkıdır!







18 Mart 2013 Pazartesi

Engin ARDIÇ’ın Sınıf Dalkavukluğu


Engin ARDIÇ merhum Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK’ün eşinin ölümü üzerine yazdığı yazıda, seçkinci cumhuriyetçilerin şimdiki cumhurbaşkanını,  küçük gördüğünden falan bahsediyor. “Orada Biz Oturacağız” yazının başlığı…

Yazıya hakkaniyetli bir hava vermek için ARDIÇ, işi sınıf analizine falan vurmuş. Vay efendim “tornacının oğlu” nasıl küçümsenirmiş falan…

ARDIÇ, sık sık eski solculara çatar, akıllarını başlarına almalarını falan söyler. Ona göre işin pratiği çok değişmiştir.

Anlayamadığı bir şey var. Bu memlekette “sınıf bilinciyle” desteklediği  dinciler, onun savunduğu medeniyete  tamamen karşıdır!  Muhallebici bir  belediye başkanını savunur ama o başkanın, sevdiği şarapları tattığı barları kapatmayı istediğini görmezden gelir.

Belediye işçisi bir başbakanın başarılarını savunur ama aynı başbakanın şehitlere “kelle” demesindeki ayıbı  göremez.

Habur rezaletine göz yumup da “Güzel şeyler olacağını” söyleyenler, ait oldukları sınıftan dolayı ayıplanmadılar. Ülkeyi üzerine kurduğumuz temelleri küçümsedikleri için ayıplandılar.

Biz onları işçi çocukları oldukları için küçümsemedik ama onlar küçümsendiklerini sandıkları için cumhuriyete, Atatürk’e ve Türklüğe durmadan hakaret ettiler.

ARDIÇ her yazısında bir medeniyet dersi verir ama övündüğü medeniyetin dinci aşırılıkla bağdaşamayacağını unutur. Her yazısında şarap tadımcılığından bahseder ama dinciliğin onun dünya görüşüne hoşgörüsünün olmadığını unutur. Seçkinciliğe karşı çıkar ama  sınıf dalkavukluğu yaptığı kenar mahalleden dincilik veya etnikçilikten başka bir şey çıkamadığını,  liberal demokrasi  falan da çıkamadığını görmezden gelir.

ARDIÇ, sürekli övdüğü, kullandığı medeniyet eserlerinin hangi bilinçten doğduğunu bilmezden gelir. Hem şarap içmek ister hem dinci taassubu över.

 Hem liberal demokrasiyi över ve kullanmak ister hem de  dinciliğin elindeki dizginlenemez oy diktatörlüğünü sınıf dalkavukluğu ile över…

Kimse Engin ARDIÇ’ın kimin çocuğu olduğuyla,  kaçıncı sınıf bir adam olduğuyla falan ilgilenmiyor. O bu topluma o kadar yabancı ki  Türkiye’de insanların birbirlerini asalet unvanlarıyla falan andığını sanıyor herhalde? Sürekli işçi çocuğu olduğunu söyleyip bununla övünürken aslında Galatasaray’da bir sonradan görme olduğuna dair hissettiği muhtemel aşağılık kompleksini gidermeye çalışıyor?

Bugün insanları üzen, kıran ve inciten, kenar mahalleden yükselen, milletleşmeye karşı kompleksli dincilik ve etnik ırkçılık iş birliğidir. Bugün insanları şaşkına uğratan, içten içe beslenmiş bir Türk düşmanlığının, Türk egemenliği sayesinde var edilmiş bir demokrasiyi alabildiğine istismar edebilmesidir. Bunun sınıf farklılığıyla falan ilgisi yoktu…

Dolayısıyla Engin ARDIÇ, cumhurbaşkanının babası üzerinden sınıf dalkavukluğu yaparken aslında “seçkinci” oldukları, darbe yaptıkları  iddiasıyla suçladığı, babaları tahta masalarda domates kesip peynir ekmek yiyen çiftçiler olan, sayısız Türk subayını da tahkir ediyor. İşte insanların Engin ARDIÇ’a kızmalarının sebebi onun bu terbiyesizliği… Yoksa babasının kendisinden çok daha faydalı işler yapmış bir işçi olması değil…


15 Mart 2013 Cuma

Liberal Demokrasi Pratiğinde Metodolojik Bireyden Sapma


Liberalizmin temel değerlerinden biri birey… Bunun anlamı şu: 

Toplumsal düzenler, yapıp ettiklerinin bilincinde olan, sorumluluk sahibi özgür bireylerin eylemlerinin etkileşimi ile meydana geliyor. Bundan dolayı da liberal teori, bu sorumluluk sahibi özgür bireylerin davranışlarındaki genel düzenliliği keşfetmeye çalışıyor. Ve “ metodolojik bireyden” bahsettiğinde de  dünyanın her yerinde görülen  genel davranış  düzenliliklerini anlatmaya çalışıyor.

Bunun ne önemi var? Bunun önemi şu: Herkes için ve her zaman geçerli kuralların yani hukukun uygulanabilmesi için herkes için ve her zaman geçerli insanî davranış düzenliliklerinin anlaşılması gerekiyor.

Öyleyse liberalizmin sorunlarımıza bir türlü çözüm getirememesinin sebebi nedir?

Yanlışlık liberalizmde midir? Yani aslında temel haklar, bireyin korunması, hukuk devleti, sınırlı demokrasi, piyasa ekonomisi gibi kavramlar yanlıştır ve zararlıdır da  insanlar bunu sadece çevrelerine zarar vermek için mi kullanırlar?

Yaygın akıl yürütme, bu değerleri savunduğunu söyleyen batı ülkelerinin,  başkaları için aynı ilkelere uymadığı yönündedir.

Bu doğrudur. Kendilerine benzemeye çalıştığımız, sakatlanmış da olsa liberal demokrasi ile idare edilen ülkeler, söz konusu diğer ülkeler olunca hiç de liberal davranmamaktadırlar.

Aslına bakılırsa onlar liberalizmin  kurucu babası sayılabilecek Adam SMITH’in “Milletlerin Zenginliği’nde”  daha en başta kendilerinden şikâyet ettiği  “kayırmacı ekonominin” başrol oyuncularıdır.

O halde aslında, liberal kuram bir hayal dünyasından mı ibarettir?

Hayır elbette değildir. Liberal kuram insan davranışlarının düzenliliklerinin barış, dürüstlük ve hayata saygıya dayandığı kabulünü geliştirmiştir ki bunun en büyük delili insan neslinin korunması ve kötülüğün istisnaî olmasıdır.
Sorunun iki sebebi var:
Bunlardan birincisi batı ülkelerinin, liberal demokrasiyi kendi gelişmiş toplumlarına özgü bir şey olarak kabul etmeleri. Böylece onlar “metodolojik bireyden” bahsederken kendi toplumlarının bireylerinden bahsederler.

Bu  ciddi bir kibirdir. Aslı da yoktur. Çünkü liberal demokratik ülkelerde bile  seçmenler, ekonomik gerçeklerin ve gerçek yararın  gereklerine rağmen serbest ticaretin kısıtlanmasını kıyasıya talep ederler. AB emeğin ve sermayenin serbest dolaşımı hedefiyle kurulmuş olmasına rağmen bunu aşan bürokratik kitlesiyle üye ülkelerde bile ciddi sıkıntılara yol açmıştır. İngiltere  Euro’ya geçmemiş, birkaç ülke ortak bir emirname gibi görünen AB Anayasası’nı  reddetmiştir. Amerikan seçmenleri,  lobicilikle yürütülen ekonominin bütün bir ulusu fakirleştirdiğinden bihaberdir.  Vergi mükelleflerinin parasıyla kayırılan  sözde kapitalistlere karşı durmanın sosyalizmin değil, bilakis liberalizmin bir gereği olduğunu dahi  idrak edememektedirler.

Metodolojik bireyden sapmanın birinci sebebi,  bireyi esas alan bir temel haklar sisteminin liberal demokratik ülkelerde bile hükümetlerce alabildiğine ifsat edilmesi ve ortalama insanın, dünyanın hemen her yerinde, genellikle  kısa vadeli fayda dışında  pek bir şeye önem vermemesidir.

Metodolojik bireyden sapmanın ikinci sebebi   veya menbaı ise  demokrasinin, hukuk ilkeleriyle sınırlandırılamadığı bizimki  gibi ülkeler ve yönetimlerdir.

Böyle memleketlerde demokrasinin çarpık algılanışı bazı sonuçlar doğurur.
Bu sonuçlardan bazıları şunlar

Demokrasinin  her şeyin talep edilebildiği  ve  her talebin de karşılanması gerektiği bir rejim olarak addedilmesi…

Demokrasinin, bir sayısal güç dengesi olarak kabul edilmesi…  Sahip olunan oysa ayısınca özerklik gücüne de sahip olunabileceği yanılgısı…

Demokrasinin, çoğunluğun sınırsız iktidarı olarak kabul edilmesi…

Bütün bunların yanında geri kalmış ülkelerin  liberallerinde, toplumsal düzenlerin “kimliksiz bireylerce oluşturulduğu” kanaati, evdeki hesabın çarşıya uymamasının bir sebebi…

Meselâ Türk liberalleri, Türkiye’nin Türk insanına göre şekillenmesini  gayri demokratik bulmaktadır. Ama ayni liberaller Almanya’da Alman, Fransa’da Fransız, Amerika’da Amerikan uluslarının kendi hayat tarzlarını, içlerindeki azınlıklara rağmen kendilerinin belirlediğini nedense görmezden gelmektedir.

Bunun da sebebi,  uluslaşmanın büyük ve karmaşık çeşitliliğine akıl erdirememeleri.

Bugün Türkiye  artık kenar mahalleden beslenen bir cemaat ve etnik ırkçılık kapalı toplum koalisyonunun elinde olduğundan; bu yapıların, “egemenliğin” kullanıcısı ulusa göre bir demokratik siyaset belirlemesi de mümkün değil.

Liberal bir metodolojik birey ancak dinsel ve ırksal mensubiyetlerin ötesinde, kural altında bütünleşmekle birbirine kendiliğinden benzeşmiş  bireylerin, yani ulusların bireyleri arasında ete kemiğe bürünebilir. Ancak uluslaşma yolu  ile  hukuk teminatının “her bir birey için ayrımsız”  geçerli olduğu bir düzen kurulabilir.

Liberal kuramın “hukuk önünde eşitlik” ilkesinin gereği olan metodolojik birey, bugün  batı ülkelerinde bile  kayırmacılık, korumacılık ve  siyasi kibir yüzünden tehdit altındadır.

Hele demokrasinin kuralsız ve sınırsız işletildiği bizimki gibi memleketlerde “ taraf olmayan bertaraf” olur gibi bir ilkelliği, siyaset metodu olarak kullanan,  kenar mahalle dindarlığı ve etnik ırkçılık için “metodolojik birey” açıkça saçmalıktır.

Türkiye, yiyip içip itaat eden bir tür muti birey tipi yetiştiriyor. Azıcık vicdanı olan liberallerin yapması gereken, yetiştirilen bu birey tipinin,  liberal kuramın özündeki, aklı başında ve sorumluluk sahibi özgür “metodolojik birey” olup olmadığına bakmak…

12 Mart 2013 Salı

MIPIM'de Onur Ülkesi Türkiye

FIRSATLAR DİYARI TÜRKİYE

DÜNYANIN en büyük gayrimenkul fuarlarından, Fransa'nın Cannes şehrinde düzenlenen MIPIM'de bu yıl 'Onur Ülkesi' Türkiye oldu. Avrupa şehirleri arasında ön plana çıkan İstanbul'daki potansiyel ve gelişen Anadolu şehirleri sayesinde yatırımcılara birçok fırsat sunan Türkiye, fuarda tüm bu imkanlarını gözler önüne serecek. Fuarda bu yıl ilk kez Türkiye Çadırı da kurulacak.

En İyi Türk Projesi Seçiliyor!

GAYRİMENKUL fuarı MIPIM’de her yıl belirli kategorilerde en iyi projelerin seçildiği bir ödül töreni de düzenleniyor. MIPIM Ödülleri’ne bu yıl 46 ülkeden 175 proje başvururken,Türkiye’den başvuran firma sayısı da 32 oldu. ‘En İyi Gayrimenkul Geliştirme’ kategorisinde Akasya Acıbadem, ‘En İyi Alışveriş Merkezi’kategorisinde ise Marmara Park finale kaldı.

TÜRKİYE, 'MIPIM Onur Ülkesi' programı kapsamında fuar boyunca hem Türkiye Çadırı’nda hem de Palais des Festivals içindeki ana salonda etkinlikler ve konferanslar düzenleyecek.

Ağaoğlu dünyayı İstanbul'a yatırıma çağırıyor!

Geçtiğimiz yıl Maslak 1453 projesinin lansmanını Dubai'de gerçekleştiren ve gördüğü ilginin ardından Dubai'de ilk ofisini açan Ağaoğlu, Cannes'da düzenlenen gayrimenkul fuarı MIPIM 2013'e katılarak uluslarası yatırımcıları İstanbul'a davet ediyor.

Akasya Acıbadem finalde

SAF GYO’nun, İstanbul Acıbadem’de inşa ettiği Akasya’da yer alan 1400 konutun 1350’si satılırken, projede yer alan alışveriş merkezindeki 300 mağazanın da kiralamaları başladı. 600 milyon dolarlık yatırımla inşa edilen Akasya projesi, MIPIM Ödülleri’nde En İyi Konut Geliştirme’ kategorisinde finale kaldı.

Ege Yapı, İstanbul'a 15 bin kişilik şehir kuruyor

EGE Yapı Group’un İstanbul’un prim vaat eden bölgesi Bağcılar’da inşa ettiği, “Avrupa’nın En İyi Karma Projesi” ödüllü Batışehir projesi, yüzde 1 peşinat ve yüzde 1 KDV avantajı ile yüzde 0.49’dan başlayan faiz oranlarıyla herkesi konut sahibi yapıyor.

EMAAR Türkiye, İstanbul’daki projeleri için fuarda yer alacak

Emaar Türkiye CEO’su Ozan Balaban, ''Türkiye’de faaliyet gösteren uluslararası bir yatırımcı olarak geçen yıl MIPIM’de Toskana Vadisi Evleri projemizi anlatmış, oldukça da ilgili görmüştük. Bu kez Çamlıca’da projelendirdiğimiz Emaar Square ile fuarı ziyaret edeceğiz'' diye konuştu.

Garanti Koza işbirliği için fuarda

İstanbul Esenyurt’ta Akkoza projesini gerçekleştiren Garanti Koza, bu yıl MIPIM’de ziyaretçi olarak yer alıyor. Fuarda yer alacak Garanti Koza yetkilileri potansiyel iş birlikleri hakkında görüşecekler.

İŞ GYO, İzmir’i fuara taşıyor

İŞ GYO, fuarda İzmir'deki yeni projesi Ege Perla ile yer alacak. İş GYO Genel Müdürü Turgay Tanes, “Projemizin yurtiçinde gördüğü ilgiyi, sahip olduğu modern mimari ve yüksek standartları ile yurtdışında da görmesini bekliyoruz” dedi.

Kuzu Grup: Türkiye'yi tanıtmak daha değerli

Türkiye'de Spradon markalı konut projeleriyle tanınan Kuzu Grup, fuara üyesi oldukları KONUTDER standında katılacak. Kuzu Grup Yönetim Kurulu Üyesi Özen Kuzu, "Türkiye, başta İstanbul olmak üzere yabancı yatırımcılara yatırım fırsatlarını anlatma imkanı buluyoruz. Kentsel dönüşümde de uluslararası yatırımcıların fuar vesilesi ile Türkiye'ye yüzünü çevirmeyi sağlayacağız. MIPIM'de tek tek proje tanıtımı yerine İstanbul ve Türkiye'nın tanıtımı daha değerli olacaktır" dedi.

Nurol GYO, İstanbul’a yeni bir bakış açısı getiriyor

Nurol GYO tarafından Mecidiyeköy’de hayata geçirilen Nurol Tower Projesi, 'evofisev' konseptiyle yatırımcıların dikkatini çekiyor. Nurol GYO Genel Müdürü Musa Aykaç, “Nurol GYO olarak, hem Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunacak hem de başta Nurol Tower olmak üzere yeni projelerimizle ilgili yatırımcılara bilgi aktarımında bulunacağız” dedi.

İstanbul'un 'Vadisi' görücüye çıkıyor

TÜRKİYE’nin en büyük gayrimenkul projelerinden Vadi İstanbul, MIPIM Fuarı’nda yerini alıyor. Bu yıl Türkiye’nin onur ülkesi olarak katıldığı fuara Vadi İstanbul, mimarisi ve proje özellikleriyle damgasını vuracak.



Bir bumads advertorial içeriğidir.

9 Mart 2013 Cumartesi

Chavez, Sosyalizm Rüyası Ve Türk Milliyetçileri


Toprağı bol olsun, ülkesinin sevilen lideri Chavez hayata veda etti… Chavez ülkesi için bir “devrimciydi”.

Petrol  kuyularını “millileştirerek” serveti ulusuna bölüştürdüğünden bahsedildi. Nihat GENÇ onun, sosyalizmin ölmediğinin kanıtı olduğunu söyledi.

Petrol kuyularını millileştirmek, onları “milletin malı” yapmak ilk plânda olumlu görünmekte. Öyle ya bir ülkenin petrol zenginliği o ülkeye ait değil midir?

Sorun şu: Bu petrol kuyuları, herhalde  Venezuela’ya bir takım  şirketlerce kazandırılmış… Venezuela halkının bin yıl  düşünse aklına gelmeyecek, gelse bile teknik yetersizlikten çıkaramayacağı bir serveti yeryüzüne çıkaran Chavez ve sosyalistler değil! Petrol gelirlerinin hakça paylaşımı konusunda önceki idarelerce şirketlerle  düzgün anlaşmalar  yapılmamış idiyse bu anlaşmalar düzenlenebilirdi.

Venezuela hükümetinin hukuk teminatına güvenerek milyarlarını ülkeye yatıran insanların mallarını sırf Amerikalıdır, kapitalisttir  diyerek almak, kimin adına yapılırsa yapılsın gasptır.  

İnsanlar  bedava malları sever ve bunların bedelinin kimin tarafından ödendiğiyle asla ilgilenmez. Venezuela sosyalizmi, petrol gelirine dayanan bir bedavacılık rejiminin ta kendisidir.  Bugüne kadar Venezuela’nın petrol dışında dünya medeniyetine ne gibi bir üretim katkısı sağladığını  bilmiyoruz.

Venezuela , doğal kaynaklardan gelen geçici bir serveti, “halkçı” bir başkanın popülizmi uğruna saçıp savuran bir ülke… Chavez’in  diktatörce  bölüşüm siyasetinin, ülkenin hangi yönünü geliştirdiğini de bilmiyoruz. Chavez iktidara geldikten sonra ülke, akademik sıralamada,  temel haklar  konusunda, sanatta, edebiyatta herhangi bir ilerle göstermiş midir? Elbette hayır…

Ama halkın cebine devlet eliyle para sokuşturulmasıyla gerçekleşen sosyalizmin zaten bundan daha fazla yapabileceği bir şey de yoktu.  Sosyalizm, devlet eliyle bazen açıkça bazen gizlice  yağmalanmış servetlerin ve kaynakların gene devlet eliyle sadaka olarak dağıtılmasından başka bir şey değildir. Mülkiyeti hırsızlık olarak gören büyük devrimci Chavez halka dağıttığı refahı kendi yaratmadığı servetleri gasp ederek elde etmişti.  Sorun şudur: Bütün servetler yağmalandığında sosyalizm ne yapacaktır? Çünkü servetin oluşumunu sağlayan özel mülkiyeti, dibinden kökleyerek yok etmiştir.

Sosyalizm vahşeti bu kadar açıkça gözümüzün önünde dururken milliyetçilerin de sosyalizme sıcak bakmaları akıl alır gibi değildir.

Milliyetçiler, “toplumu düşünmenin”, toplumun yararına yeterli olacağını sanıyorlar. Yararın bizatihi kendisinin ne olduğu ve nereden geldiğiyle maalesef ilgilenmiyorlar.

Chavez,  “sevilen bir kabadayı” olarak bu dünyadan göçüp gitti. Geride “ Yağmalanacak bir şey bulduğunuz takdirde sosyalizm en iyi rejimdir!” mesajından başka da bir mesaj bırakmadı.


8 Mart 2013 Cuma

Blog Felsefesi


İş dönüp dolaşıyor; “Bir blog niçin yazılır?” sorusun gelip dayanıyor. Muhtemelen  blgoculuk, sanalağdan para kazanmanın  bir yolu olarak görülüyor. Çünkü dikkat ediyorum, ne zaman “blog tekniği” üzerine yazacak olsam blogun tıklanma sayısı bir anda fırlıyor. Sanırım insanlar  daha fazla tıklanan bir bloğun nasıl yazılacağını merak ediyor.

Bu da felsefe eksikliğimizden kaynaklanıyor gibime geliyor. Yani insanlar bir anda sevilmek falan da istemiyor aslında; sadece bir anda rağbet edilen bir tüketim malı olmak istiyor. Bunda kınanacak bir şey yok. İnsanlar emeklerine rağbet gösterilmesini bunun da paraya dönüşmesini isteyebilir.

Ama sorun, öncelikle  insanların bizi istemesi için bir  gerekçe oluşturabilmek.

Bunun için iki şey gerekiyor, bana göre… Birincisi özgün bir içerik, ikincisi içtenlik. Ve belki daha önemli bir üçüncü şey var ki o da “süreklilik”…

Aslında ilk  ikisi  birbirini gerektiren şeyler.

Üçüncüsü  okurda yazarın sadakatine dair bir algı yaratıyor. Böylece okur blogda her zaman yeni içerik bulabileceğini görüyor ve bu onu mutlu ediyor. Ama bence daha önemlisi, blogunu güncelleyebilmenin, yazarda uyandırdığı kendine kendine yeterlilik  ve yaratıcılık  tatmini…

Blogun özü, açık  bir sanalağ günlüğü olması. Ama insanlar şuna şaşıyor ki zaman zaman ben de şaşıyorum; sanalağ gibi milyonlarca insanın gezindiği bir yerde nasıl oluyor da bizi  okuyan kimse çıkmıyor?

Sanırım blogun özü, başkalarının ne düşündüğünü  anlamaya çalışarak zaman kaybetmek yerine, kendi düşüncelerinizi içtenlikle aktarmak ve ne yazmak istiyorsanız onu yazmak.

Bu yazının başlığı pek çekici değil, farkındayım. “ On adımda etkili blog yazımı” gibi  ipuçları falan da  vermiyor. Öyleyse bu yazı ne işe yarar? Bu yazı belki bir blog yazarı olarak sizin ve en başta benim kendimiz olmamızda bir kapı açar.

Ben de pek işe yaradığımı iddia etmiyorum zaten…

Mısır Patlağı Bir Paul Auster Yazısı


 Paul AUSTER'ın "Yanılsamalar Kitabı'nı" yeni bitirdim sayılır.

 Kaderin yolunu tarihin kalemiyle çizdiren bir yapısı var sanki AUSTER'ın. Bu belki de içinde yetiştiği Yahudi kültürünün bir etkisidir.

Peki ama bunu yapıyor ve biz nasıl okuyabiliyoruz bu kadar rahatça?

Çünkü sanırım oldukça iyi bir anlatıcı.  Anlatmak için kendini kasmıyor. Belki bunu birinci tekil şahsı  başarıyla kullandığı için yapabiliyor. Bu da okuru kendiliğinden hikâyenin içine çekiyor.

AUSTER böylece başarıyla bir dünya kurabiliyor.

O dünyada her şey birbiriyle ilişki içinde…

Uzun uzun anlatmak  gelmiyor içimden ama o, kafanızda bir renk bırakan yazarlardan biri… Bir iz kalıyor kafanızda ve onu okuduktan sonra kitap okumakla okumamak arasındaki farkı, izlenimlerinizin nasıl değiştiğini görerek anlıyorsunuz.

Kısa zamanda kütüphanenizde bir AUSTER rafı oluşursa şaşmayın.



4 Mart 2013 Pazartesi

Türkiye’nin Sağı Solu Neresi?

Üç katil de sosyalisttir... Ne ilginç tesadüf değil mi?

Bir okurumuz -ki  okunduğumuza inanmak zor ama- Türkiye'nin sağıyla solunun ideolojik anlamda ne farkı olduğunu, eğer  aralarında belirgin bir fark yoksa  niye çatıştıklarını sordu.

Sağ ve sol kavramının Fransız meclisindeki genel  felsefî ve yerleşimden kaynaklandığını hepimiz biliriz. Buna göre sağ  muhafazakâr, sol yenilikçidir. Daha sonra  tarihsel materyalizmin köktenci ilericilik anlayışı solun karakteristiği haline gelmiştir.

Fakat solun karakteristiği artık ilericlik vs. değildir. Solun  Marx’la yönelimi değişip ekonomik bakışla temellenmiştir.

Keza Marx’ın ekonomik felsefesi dışındaki tarihsel yorumları tamamen materyalist birer Talmud yorumundan başka bir şey değildir.  Tarihe saçma sapan bir yorum ve tarihten saçma sapan bir kehanet çıkarmak gayreti Marx’ın romantik özelliğidir. Buna mukabil,  dört işlem hakkındaki cehaleti ve  toplama çıkarmayı yanlış anlamasından başka bir şey olmayan   “kâr analizi” solun, onun  “akıl” niyetine kabul edebileceği tek yönüydü. Marx’ın kârı, sömürüde gören bu analizi  “zarar” denen olayı açıklamakta hiçbir işe yaramıyordu. Sol, bu matematiksel şaşılığın üzerine, bütün bir komuta ekonomisi kurulabileceği kör inancından başka bir şey değildi artık…

Öncelikle solun ne olduğuna bakarak sağın ne olması gerektiğini görmeliyiz. Sonra Türkiye’de gerçekten bir sağ ve sol ayrımı  yapılabilir mi ona bakmalıyız.

Sol denen ideoloji iki  ayak üzerinde durur:
Temel hakların reddi ve tarihsel kehanet tutkusu…

Türkiye’de ekonomistler, Marx’ın kadim Yahudi hikâyelerine benzeyen ekonomik tarih hurafelerini gerçek sanır, bir de  bu hurafelerin üzerine kapitalizmin geleceğine dair kehanetler   yumurtlamayı severler… “Kapitalizm çökecek!” diye  mistik hayaller kurar, bunu yazarken de  son donanımlı bilgisayar kullanmaya dikkat ederler. Ama bilgisayarlarının üzerinde özel mülkiyeti gösteren birer markanın bulunduğuna hiç dikkat etmezler.

Sol, bireyi kendi başına bir değer olarak kabul etmediği için hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarını da reddeder. Sola göre birey, içinde yaşadığı toplumun ürünüdür. Dolayısıyla kendi başına bir mana ifade etmez. Bundan dolayı da kendi başına hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına da sahip değildir. Bunun ne önemi vardır?

Şu önemi vardır ki bireyin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarını, ona değil de topluma ait  şeyler olarak gördüğünüzde ekonomi denen faaliyeti ortadan kaldırırsınız. Yani sosyalizm ile ekonomi bir arada olmaz! Neden olmaz? İnsanlar birbirleriyle fayda mübadelesine giremediği için olmaz. Bundan önce insanların kendilerine ait fayda kabulleri meydana gelemediği için olmaz. Bundan da önce insanların kendilerine ait hayatları, fikirleri ve mülkiyetleri olmadığı için olmaz.

Demek ki şunu bilmeliyiz. Kim ki alışverişin, mübadelenin birileri tarafından düzenlenmesinden, komuta edilmesinden bahsediyorsa; o kişi aslında size ait olanlar üzerinde hak iddia ediyor demektir. Bu, “Senin özgürce alışveriş etmene izin verirsem, ne yapacağın belli olmaz! Senin hırsızlık edip etmeyeceğini bilemeyeceğime göre senin ne yapman gerektiğini benim söylemem, emretmem gerekir!” demektir.

Bundan dolayıdır ki Türkiye’de aslında sağ diye bir şey yoktur! Türkiye’de sağ sanılan partilerin tamamı, bireyin özgür mübadele eylemine kuşkuyla bakan ve bireyin her türlü işinde devletin tasallutunu savunan koyu otoriter sosyalist partilerdir. Türkiye’de sağ denen kitle, temel haklara dayanan bir piyasa düzeninden yana olmayı ayıp, günah sayan,  mutaassıp bir kitledir.

Bu kitleye “muhafazakâr” demek yanlıştır. Çünkü muhafazakârlar değişime toptan karşı değildir. Değişimin kendiliğinden ve tedrici olmasından yanadır. Türkiye tam bir dil fakiri memleket olduğundan bugün aslında muhafazakârlık diye bilinen şeyin tam adı “taassuptur”/ tutuculuktur. Türkiye’de bu yüzden sağ adı altında   temel haklara düşmanlıkta  mutaassıp/ tutucu bir kitle,  ekonomiyi sürekli berbat eder.

Milliyetçilerle dinciler muhafazakârlık asgari müştereğinden dolayı sağ gibi  görünürler. Tek ortak noktaları dindir. Buna mukabil bu iki grubun dine bakışlarını belirleyen de dincilerdir. Türkiye’de sağcılık, sosyalizmin ekonomik muhalifi olarak değil genelde dine dayalı bir sosyalizm karşıtlığı şeklinde gelişmiştir. Milliyetçiler “ esir Türkler” söylemiyle  sosyalist blok içindeki Türkleri hatırlamışsa da sonradan hareketin rengi dinci eğilimlerce belirlenmiştir, hâlâ da böyledir.

Dolayısıyla Türkiye’de temel hakları ( hayat, mülkiyet, ifade hürriyeti) haklarını savunan, sosyalizm karşıtı bir sağ falan yoktur! Türkiye dinine tutucu şekilde bağlı, bazıları milliyetinin bilincinde olan ama kesinlikle ekonomiyi devletin icat edip yönettiğini sanan sosyalist zihinli bir siyasal çoğunluk vardır. Türkiye, ekonomiyi devletin yönetmesi gerektiğini sanan  bir siyasal anlayışın toptan egemenliğindedir. Yani aslında hepimiz sosyalistiz, hepimiz Marksistiz! Olay budur!

1 Mart 2013 Cuma

Yaşasın Kapitalizm!




Hep merak ettiğim şey şu:

Geçmişte ancak kâğıt, mürekkep ve mülki amir izniyle dergi çıkartılarak entellektüelcilik oynayabilirdik... En iyi ihtimalle fotokopiyle fanzin yazardık... Bugün yarım saatte "Kahrolsun kapitalizm!" diye haykırarak  bir saat içinde onlarca "like" almamızı sağlayan ve sonrasında bir anda  ünlenen sitemizin, orasını burasını ekmek ağacı reklamlarla doldurmamızı sağlayan şeyi meydana getiren yaratıcı zekâlar, nereden gelir?

Facebook aslında mala davara yaramaz. Facebook pastoral romantizmlere gerekmez. Kimsenin facebooka ihtiyacı yoktur.  Bir tanıdığa verilip elden mektup göndermek hem daha insani hem de çok daha ucuzken(?) insanlar sadece "tüketim" çılgınlığından, birbirine  e-posta atar... Kızının o anda nerede bulunduğunu cep telefonuyla öğrenen anne aslında saçmalamaktadır. Kapitalistlerin tüketim çılgınlığına bilincini teslim etmiştir.

Ruhi Hoca, "Dergiye yazı lâzım! Neredesin?" diye sorduğunda fakirin kraft defterdeki hikâyeyi, yarım saat içinde yollayabilmesi de aslında "ahlâksızca" bir sömürü düzeninin eseridir.

Aslında  televizyonu, bilgisayarı, otomobili icat eden insanlar, bize kullanılacak gerçek şeyler  vermemişlerdir. Aslında “Muhteşem Yüzyılı” seyrettiğimiz şey gerçek değil! Aslında otobüslere binmiyoruz. Aslında okuduğumuz kitapların bize gelmesini sağlayan ofset matbaalar falan da yok!

 O matbaalar  kitapları sadece hayır için basmalıydı. Televizyonu satın almasak da mağazadan yağmalasak daha güzel olurdu. Ekmeği yaptığımız buğdayı neden çiftçiden satın alıyoruz ki? Onu bize bedava vermediği için öldürülmeyi hak etmiyor mu? Bir devrim yapar, tarlasını elinden alır, onu öldürür ve bedava ekmek yapamaz mıydık? Onu bize neden para karşılığı verdiklerini şahsen anlayamıyorum.  Bilgisayarların herkesin çantasına girmesi neden gerekli olsundu ki? Hastalarımız taşıyan cankurtaranlar ve helikopterlerin icat edilmesini kim istemişti ki? Madem icat edildiler bize bedava sunulmaları gerekmiyor mu? İnsanlar icatlarını bizim hayatımıza bedava sunmak için yaşamıyor mu?

İpek türban takarak modern oluyor ve “caiz” bir lüksü yaşamanın zevkine varıyoruz. Türbanımızın markasına önem veriyoruz. Gözlük  Ray Ban’dan ve şortumuz Jack Wolfskin’den olsun ve “sobetlerde” mehir  pazarlığı yapalım istiyoruz.

Parkamız yeşil olsun ki solculuğumuz belli olsun ama Adidas olursa daha iyi olur… Merrel botla yürüyüş yapıp yeri göğü sarsmak ve Nike  parmaksız eldivenle yumruğumuzu havaya kaldırıp  her şeyin kahrolmasını dilemek de enfestir! Blackberry telefonla eylemleri birbirimize mesajlamak  da “süperdir”.
Kapitalizm berbat bir şeydir, insanı “yabancılaştırır” falan ama ürettikleri de fena değildir. Tek sorun, bunların bedava olmamasıdır.

Kapitalizm aslında  hiçbir şey üretmez ama biz o “hiçbir şeyi” kullanmayı pek severiz.

Kapitalizm aslında servetin  birkaç kişide toplanmasını sağlar ama kahrolası General Motors iflas ettiğinde, kimse bunun nasıl olabildiğini anlamaya çalışmaz. MacDonnal Douglas diye bir uçak  firmasının artık  var olmadığını kimse bilmez…   Hani sermaye hep birkaç elde toplanıp hiç gitmiyordu ya?  Yani tüketici hep tüketici kapitalist hep kapitalistti ya? Hani aslında kapitalist hiç tüketmeden hep üretiyor, tüketici de hiç üretmeden hep tüketiyordu ya? Hani üreticiler icatlarını topraktan çıkarıyor,  hiç kimsenin bilmediği icat tarlalarını yağmalayarak bunları elde ediyordu ya?  Kapitalist  denen adamların para kazanabilmesi için sizin onların ürettiklerine itibar etmenizin gerekmesi de sanırım sizin iradenizin önemini yeterince anlatmıyor?

Veya  site yazarak reklam toplamanın ne olduğunu kimse anlamaz. “Daha iyi bir üniversiteye” gitmenin aslında daha yüksek bir geliri garantilemek için olması da tamamen sosyalist, dayanışmacı yüksek ahlâkın eseridir!

Facebook aslında mala davara yaramaz. Facebook pastoral romantizmlere gerekmez. Kimsenin facebooka ihtiyacı yoktur. Orta halli bir üniversite öğrencisinin yarattığı bir şeyin, insanlarca sevilerek onu bir anda zengin etmesi, aslında o gencin kabahatidir. Size ilkokul arkadaşlarınızı bulmak imkânı sağlaması, “örgütlenip” ona “kapitalist” diye küfretmenizi sağlaması da onun eşekliğidir. Sizin kırk yıl düşünseniz yaratamayacağınız bir şeyi size bir anda sağlaması,  onun “görevidir” size göre…

Sizin bütün istediğiniz, çevrenizde, hayatlarını karşılıksız sömürebileceğiniz yaratıcı insanların  sürekli var olmasıdır. Siz, sosyalist yağma  histerinizi herkese haykırırken kullandığınız megafonu kimin yarattığıyla ilgilenmezsiniz. Siz İslâm’ın sosyalist romantizminden bahsederken kafanızdaki türbanın hangi modaevinden çıktığını unutuverirsiniz. Siz, eli kanlı dincilerin kapitalizme karşı nasıl kahramanca savaştığın dair  destanlar yazarken kullandıkları uydu telefonlarının nasıl var edildiğini anlayamazsınız. Siz ilâç firmalarının yok edilmesi,  belki devletleştirilmesi  gerektiğini düşünür ama maliyetleri ve teknolojileri ile ilgili en ufak fikrinizin olmadığı ilaçlarla ilgili olarak  eczacıyla “yan sanayii” polemiğine girmeyi seversiniz…

Facebook aslında mala davara yaramaz. Facebook pastoral romantizmlere gerekmez. Kimsenin facebooka ihtiyacı yoktur.



Teşekkürler Alphaville


Bazı bloglar var, onlara hayranım.

Adını sanını bilmediğim filmlerden, kitaplardan bahsedip bir de bunların, yazarın günlük hayatındaki yerinden ve öneminden bahsediyorlar.

O blogların birikiminden çok hoşlanıyorum ama daha çok hayatla ilgili  farkındalıklarına hayranım. O blogların yazarları, seyrettikleri filmlerin, okudukları kitapların kahramanlarıyla öyle canlı ve candan bir ilişki kuruyorlar ki “Ben yaşıyor muyum yahu?” diye düşünmeden edemiyorum. Bir de enfes görsel malzeme sunuyorlar, insanın bloğa aşık olası geliyor.

Belki o blogları iyi yapan şey, onların kendileri olması…  Büyük lâflar etmeden, nutuk atmadan, bir şey öğretmeye kalkmadan  tam bir alçak gönüllülükle yazılmış olmaları.

Onları okurken aslında farkında olmadan sezon dışı sahil kafelerini görmüş gibi oluyorum galiba… insansız plajlarda yürüyor, tozu ve kumu üzerinde biriktirmiş, şezlong be sandalye naylonlarını  fark ediyorum belki?

Belki tam ve sımsıcak bir sevgiyle demlenmiş çayların kokusunu alıyorum, bilmiyorum?

Yaptığım yanlış mı? Sanmıyorum. Çünkü yapmak istediğimi yapıyorum. Başka bir şeyi değil… Bu yaptığım… Sevilir ve okunur bir şey mi? Onu da tam bilemiyorum. Ama ben söylemsem sanki söylenmeyecek bazı şeyler var gibi geliyor ve ona göre yazıyorum, varsa bir kabahatim budur…

Bugün bir hikâye yazdım. Hikâye beni buldu, aslında…. Irish cream denen bir  şeyle  Kolombiya kahvesi içerken buldu beni…  Bu arada bugün “Forever Youg’ı” kaç  defa dinledim, bilmiyorum.

Günler nasıl istenirse  öyle hatırlanır. Bir gün gençliğin kalmadığını görür ve geriye giden yolları da kaybettiğimizi sanırken… Bir şarkı çıkar karşımıza ve bugüne gelen mutlulukların aydınlığının mirasını hatırlatır… İşte ben de böyle hatırlıyorum ilk gençlik yıllarımı… Teşekkürler Alphaville, iyi ki varmışsın…