25 Kasım 2012 Pazar

Türk İslâm Ülküsü Türk Milliyetçiliğiyle Bağdaşabilir Mi?


"Türk- İslâm" söylemi,  Türk milliyetçiliğin neresindedir? Milliyetçilikte bir yeri var mıdır, olabilir mi? Bu söylemin hedeflediği toplumsal düzende Türk'ün bekaası sağlanabilir mi?

Türk İslâm söylemi, milliyetçiliğin siyasallaşma döneminin popülist  bir sloganı olarak ortaya çıkmıştır.  Merhum ARVASİ dışında da ona bir içerik sağlamaya çalışan olmamıştır. 

Bu söylemin içinde   Osmanlıcılığın, milliyetçilikle kaynaştırılması çabası vardır.

Türk İslâm söyleminin temelinde devlet eliyle âleme,  dini nizam vermek amacı vardır.  Sorun şudur: Türk'ler asırlardır İslâm'ın kılıcı olmalarına rağmen, devlet işleyişinde, Türk İslâmcı'ların, dincilerin sandığı gibi  şeriat devleti tesis etmemişlerdir. Dinî makamdan onay almayı siyaseten benimsemiş fakat kanunlarını tamamen Türk örfüne ve zamanın gereklerine göre yapmışlardır.

Dolayısıyla  tarihte "Türk tipi  şeriat devleti" diye bir şey yoktur.

Oysa Türk- İslâmcı'ların kafalarındaki devlet düzeni, kadının zorla başının örttürülüp kararlarının erkek onayına bağlandığı, yasamanın, "ulema" fetvasına bağlandığı, akılcı değil, nakilci ve ezberci, Emevi/Arap örfüne dayalı bir düzendir.

Türk İslâmcılar, Kur'an'da yer yer  öğütlenen bazı hususlara adeta bir Haricî taassubuyla bağlıdır. Onlara göre meselâ mirasta, hırsızlığın cezasının infazında, kadının giyiminde, hiç bir yoruma girmeden doğrudan kitabın lafzına bakmak, buna karşılık hayatın her sahasını ulemanın akıl almaz tefsir yığınına göre tasarlamak düşünülebilecek en iyi düzendir.

Böylece "İslâm ahlâkına" göre şekillendirilmiş bir toplum yaratacaklarını düşünürler. Bu ahlâk anlayışının içinde, Türk örfünün yeri olmadığını bir an bile düşünmezler... Bunun yanında, herhangi bir şeriat devletinde, insanlara dinlerini zorla yaşatmanın ahlâkî ikiyüzlülüğünü de düşünmezler. Şeriat devletinin zorbalığının Türk'ün karakteriyle uyuşup uyuşmadığını da hiç düşünmezler. Ahlâkın ferdin iradesiyle ilgisini inkâr ettiklerinden, Müslüman'a durmadan  zorla Müslümanlığını ikrar ettirmeyi İslâm ahlâkını korumak sanırlar.

Türk- İslâmcı'lar'ın bu toplumsal düzen tasavvurlarının, milletin hürriyet ve refahını korumaya ve geliştirmeye çalışan milliyetçilikle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Böyle bir düşünce ile demokratik bir hukuk devletinin sürdürülmesi mümkün değildir. Türk milliyetçilerinin, slogan üreticisi popülist siyasetin güdümünde hareket etmeden önce düşünmeleri gereken şey, , eleştirilemez kabul ettikleri siyaset esnafının, memleket için demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü önemseyip önemsemediğidir.

Türk milliyetçileri milletleriyle bütünleşmek istiyorlarsa;  şeriat hayalcisi Türk İslamcı söylemlerle yollarını bir an önce ayırmalıdırlar. Milliyetçilik, milletin örfüyle, akılla ve vicdanla ilgisi olmayan bir dinci tasavvurun eline daha fazla bırakılmamalıdır. Türk Milleti'nin bekaası, girdiği her ülkeyi ilkelleştiren, vahşileştiren dincilikle hiç bir şekilde korunamaz.

Türk milliyetçileri milletlerinin medenî seviyesinin, dinci taassubun her çeşidinden korunmakla korunabileceği  ve yükseltilebileceğini idrak etmedikçe ancak dar kafalı gericiler olarak görünecekler ve siyaset sahasında, dincilerin  egemenliğini genişletmekten başka bir işe yaramayacaklardır.





23 Kasım 2012 Cuma

Dinci Toplum Mühendisliğinin Yeni Mottosu: "Çıplaklık Satar!" II


Dinci ahlâkının temelinde ferdin bir başkasına yaklaşımı yoktur. Dinci ahlâkının temelinde "bizin" "onlara" karşı güç dengesi durumu söz konusudur. "Biz", zaten ferdi akılların susturulmasıyla elde edilmiş yeknesak ve yegâne doğru inanç topluluğuysa sorun mutlaka "onlarda" olmalıdır. Müslüman Türk toplumunda birilerinin sürekli Müslümanların gördüğü eziyetten bahsetmesinin sebebi budur.

Dinci "biz", akıldan feragatte ve kesin inançlılıkta kesin bir anlaşmaya gitmiş bir topluluktur. İşte bu kesinlik, dinciliğin ahlâk sandığı taassuptan başka bir şey değildir.
Fakat bu, meseleyi halletmez. Dinciye günlük hayatta ahlâkını ifade edeceği somut bir saha lâzımdır ki o saha da cinselliktir.

Dinî metinlerin bilhassa evanjelist yorumları, siyasal İslâmcılığın  sapkın din yorumu, bunun geleneklere zerk edilmiş katı halleri gibi şeyler ile dincilik topluma, kendi ahlâkını telkin edebileceği bir alet takımı bulmuş olur.
Öncelikle Allah adına konuşması ve sonra aile dokunulmazlığını istismar edebilmenin rahatlığıyla dincilik, akıldan yoksunluğunun onu sürüklediği duygusal karanlığı ahlâkın koyu rengi olarak sunar.

Çünkü aklını susturmuş  dinci için "karşı cins" akıl yoluyla anlaşılıp ikna edilecek ve mutlu edilecek bir başka insan değildir. Dinci için karşı cins, kendi cinsinin dışında kaldığı için akıl yoluyla idrak edilemeyecek ve dolayısıyla bilinmezliklerle dolu  ve dolayısıyla inanç için tehdit teşkil eden bir karanlık bölgedir.

O halde bu karanlık ve bilinmez bölgeden uzak durulmalıdır. Kadının sürekli cinsel bir eş, neslin devamı için mecburi bir ortak gibi görülmesinin sebebi budur. Dinci için eşe duyulan arzu diye dahi bir şey yoktur. Dincilere göre eşler, tabiatlarının gereğini, kendi bireysel zevklerini  akıllarına dahi getirmeden yapması gereken, isimsiz, niteliksiz, tercihsiz birer Müslümandır. Bir kadınla evlenme sebeplerini sayarken dahi ona duyulacak aşkı sayamamaları bundandır. Onlara göre kadın, güzel, zengin vs olduğu için "alınacak" bir maldır.  Kadının, erkeğinin bedeninden ve davranışından zevk alıp almaması, mutlu olup olamaması onları hiç ilgilendirmez.

Bunun da sebebi, kadının dünyasının susturulmuş erkek akıllarına belirsiz ve korkulu görünmesidir.
O halde bu belirsizlik "bizden" uzaklaştırılmalıdır.
Kadını yok etmek mümkün olmadığına göre belki onu görünmez kılarak belirsizliğinin yarattığı korkudan kurtulabiliriz. Onu görünmez kılmak da ya eve kapatmakla veya ev dışında mümkün mertebe kapatmakla mümkündür. Erkek için de kadına  uzak kalmak somut olarak  en kolay anlaşılabilecek ahlâkî ölçüdür. Fakat  dinciliğin bunun dışında  bir ahlâkî ölçü geliştirebilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah'ın aşkınlığının bilinmezliğiyle örtüştürebildiği yegâne bilinmezlik alanı cinselliktir.  Daha en başında, aklın bütün nişanları havaya uçurulduğu içindir ki cinsellik kat be kat korkulu bir hale gelir ve dolayısıyla ahlâklı olmakta  dincinin kafasında ondan başka bir şeye artık yer kalmaz.

Dolayısıyla bir dincinin kafasında ve kalbinde, bir başkasının sırasına  geçmek, başkasına kaba davranmak, kalp kırmak, eksik tartmak, israf etmek, gösteriş yapmak, gıybet etmek gibi konularda herhangi bir  ahlâkî müeyyide kalmaz. Otobüste yanınıza oturmayan bir dinci kadın kendince ahlâklı davranırken oğlunun arkadaşlarına karşı davranışlarını umursamaz bile. Veya fakirlere yemek dağıtarak  vicdanını rahatlatan dinci zengin, bunun evine altın kaplama musluk taktırmak israfını  dengelediğini düşünür. Veya gene iftar çadırlarına veya bir takım cemaat evlerine para yağdıran dinci iş adamı, hükümet kayırmasıyla elde ettiği ihalenin kazancının helalliğini hesap etmez bile...

Hal böyle olunca "Düşmanın silahıyla silahlandığını" sanan dinci için  diğerine saldırmanın, onu din adına yenmenin en kolay yolu da cinsellik haline gelir. Çünkü dincinin ahlâkında, vatan ve millet sevgisinin, nezaketin, tevazuun, tasarrufun vs yeri yoktur!

O  kendisi dışındakileri "hayatları içki ve seksten ibaret olan" dinsizler veya günahkârlar olarak görmek dışında bir şey bilmez. Dolayısıyla da birine duyduğu öfkeyi, onun cinselliğine saldırarak ifade eder ancak.
Ülkemizde  dincilerin cinsel şantajı bir siyaset yöntemi olarak benimsemesinin altında, işte bu derin kompleks ve korku yatıyor. Kendisine yöneltilmiş bir soruya, muhatabının uçkurundan bahisle cevap vermek terbiyesizliği, hayata  cinsel korku dışında,başka türlü bakamamanın sonucu.

Dinci iki yüzlülük, cinsel şantajı gitgide daha aktif ve iştahla kullanıyor. Cinselliği, erkeğin yönettiği bir çiftleşme işi sanan geri toplumumuz, cinsler arası ifade yetersizliğinin yarattığı açlığı, dinci yayın organlarının pornografi enjeksiyonu ile gidermeye çalışıyor. Demek ki çıplaklık her zaman "satıyor".

22 Kasım 2012 Perşembe

Bazı bazı kinim kamaştırır şol dişlerimi...

Dinci Toplum Mühendisliğinin Yeni Mottosu: "Çıplaklık Satar!" I


Meclis kürsüsünde, gözü yaşlı, dindar ve akil adam imajı ile tanınan bir siyasetçinin bir başka vekile "cinsellik" şantajıyla saldırması artık her şeyi iyice açık etti.

Her topluluğun  belli ahlâkî standardı vardır.

Her topluluk, "ne yapmaması gerektiğine" dair kabulüyle kendini ortaya kor. Çünkü ahlâk ne yapılması gerektiğiyle değil,  ne yapılmaması gerektiğiyle ilgili bir standarttır.

Medenî toplumlarda ne yapılmaması gerektiğiyle ilgili kahir ekseriyetle bir mutabakat sağlandığı içindir ki o toplumlar medenîdir. Eğer bir toplumda ne yapılmaması gerektiğine dair mutabakata güven tamsa ve bu mutabakat toplumun genel karakteri olacak kadar yaygınsa, o toplumda fertlerin birbirlerine güvenleri, dolayısıyla iş ahlâkı, dolayısıyla beyana dayalı hayat tarzı, dolayısıyla düşük işlem maliyeti, dolayısıyla iktisadî tasarruf imkânları daha fazla olacağından, hürriyet ve refahın böyle toplumlarda  yeşermesi tesadüf değildir.

Medenî toplumlarda cinsellik, bir kınama ölçüsü olmaktan ziyade bir hürriyet meselesi addedilir ve bundan dolayı onlarda tecavüz, ilkel toplumlara göre daha ağır bir suçtur. Ülkemizde kadın ve  çocuk tecavüzlerinin ve  çocuk tecavüzcülerin sümenaltı edildiği, aile içi taciz  ve tecavüzlerin katlanarak arttığı, kadına yönelik şiddetin muhafazakârlaşan toplumumuzda tırmandığı göz önünde bulundurulduğunda, ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılacaktır.

Cinselliği bir hürriyet meselesi olarak ele aldığınızda, onu, ferdin tasarrufuna bırakmışsınız demektir. Bu, onun kendini giyim kuşamla veya davranışla ifade etmesinden, zevk edinmesine kadar değişik amaçlar için kullanabileceği haklardan biridir. Burada bu hakkın kayıt ve şartı cinsel yaşamın paylaşıldığı kişilerin mutlak rızasının edinilmesidir.

Mesele, "Müslüman " olduğunu iddia eden Türk toplumunda, cinselliğin, toplumsal düzenin neresine  oturtulacağıdır.

Birileri sürekli İslâmiyet'te neyin nasıl olması gerektiğine dair fetvalar vermekte, Müslüman  Türk toplumunu da bu fetvalara göre şekillendirmeye çalışmakta.

Bunu tartışanlar, zinanın bir suç olmadığını  kabul etmekte beis görmemişlerdir.
Mesele dinin ölçüleri değil aslında. Dinin, "herkese âmir ölçüleri" söylemi tamamen paravan. Bu "Benim sözümün üstüne söz söyleyemezsin!" kabadayılığının iki yüzlü bir söylenişi.
Mesele dinciliğin ahlâk standardının toplumun  bilinç altına ( "bilinç dışı" terimini özellikle ukalâca bulduğumu belirtmek istiyorum) kazınmasıdır. O standart da cinsel paranoyadır.

Dinci için ahlâk, bir şeylerden çekinmek işidir ama o, neden,  niçin çekinmesi gerektiğine dair  akıl yürütemez. Dincinin imanının ilk aşaması aklını susturmasıdır. Böylece dinini değişmez şekilde koruduğuna inanır.
Bu ciddi bir korkunun ve sığınma arzusunun tezahürüdür. Aklını susturduğu için korkusunun kökenlerine inemez. Buna mukabil ona Allah'tan korkması öğretildiğinde, varlığını idrak edemediği yaratıcıya duyduğu imanla,   korkularının sebepsizliğini bir araya getirir ve Allah'tan korktuğunu sanır. Oysa, sadece sebepsiz korkularının  köklenmesi için bir sebep bulmuştur o kadar. Korkularının isimsizliğini Allah sanmak, dinci fanatizmin ve şiddetin temelidir.

Akıl suskunluğuyla korkuların ve belki komplekslerin irdelenememesinin yarattığı akıl karanlığında dinci,  ahlâkı, ancak kendisine telkin edilen şeyler kadar bilir.

Dinci, aklı, imanının gereği olarak susturmakla işe başladığından, dinin hikmeti veya maksadıyla ilgilenemez. Dolayısıyla dinin hakikatiyle ilgili  bir ahlâkî çıkarımda da bulunamaz çünkü o çıkarımı yapacak akıl makinesinin dişililerini gönüllü olarak kırmıştır.

Hal böyle olunca, diğer insanlara yaklaşımda, kendi başına bir ölçü belirlemesi imkânsız hale gelir. Dincilik, bütün mensuplarını,  onları, akıldan sıyrılarak imanda bütünleşmiş koca bir cemaat haline getirerek toplumsal gerilimi, huzursuzluğu yok edeceği, böylece ahlâkı tesis edeceği iddiasıyla kandırır. Şeriat devletinde herkesin mutlu olacağı yanılgısı böylece edinilir. (Devam edecek)

21 Kasım 2012 Çarşamba

Kim kime ağlar?

Kimin için ağladığımız önemli...

Normlarımız ve değerlerimiz bize bir öncelikler dizini sunar.

Anamız, babamız dururken komşunun derdini azıcık erteleriz. Kimse de bizi bu yüzden ayıplamaz.

Memlekette binlerce şehit ve gazi dururken hiçbirinin babasına sarılıp ağlamayan bir siyasetçi gidip Filistin'de komşumuz bile olmayan birine ağlayınca mide bulandırıcı bir manzara ortaya çıktı

Sayın bakan ağlamayı çok seviyorsak ki din tacirlerinin en kıymetli sermayesi gözyaşıdır, GATA'da, kendisinin makamında oturmasını sağlayan onlarca gaziye veya iktidarları devrinde toprağa düşmüş sayısız Türk şehidinin ailesine sarılıp ağlayabilir.

Şehirler yazmak


"Bugün ne kadar yazdın?"
Bir entellektüele sorulması gereken tek soru belki de budur?
Bir entellektüelin belki de  en ciddi borcu budur?

Gecenin bir âlemi... Aklında bir şe yaratmanın derdiyle bekleyenler... Beklerler silinmez bir iz bırakmak için.
Gene gelirsek medeniyet durağına...

Aslında bütün güzel şehirler, üstlerine, entellektüellerin rüyalarını giymiş şehirlerdir.
Ve medeni bir ülkenin her sokağı, entellektüelin sarhoşluğundan ve ıstırabından ve kaygısından ve mutluluğundan bir iz, mutlaka taşır.

"Medeniyet nedir?"diye sorulsaydı bana... "Güzel  şehirlerin rüyasını görmektir..." derdim herhalde.
Öyle olsun ki rüyalarımız... İçinde insan yaşadığı anlaşılsın.

Pencereleri sarı ışıklı, sokakları insan adımlı...
İnançlarını araba anahtarlığına takarak garantiye aldıklarını sananların değil, o gün ne kadar yazdılarsa rüyalarına, o kadar var olduklarına inananların işi şehirler...

Sahi ben bugün ne kadar yazdım?

19 Kasım 2012 Pazartesi

Medeniyet ve bira

Medeniyet birikim işi. İçkinin, yazının, resmin, müziğin biriktirilmesi...

Medeniyet yarına bir şeyler bırakabilmek işi. Medeniyet beş yüz yıllık biranızın olup olmaması...

Medeniyet geleceğe neden bir şeyler bırakmak gerektiğinin farkında olmak işi..

Dini cebinden düşürüp kaybedeceğini sananların işi değil... Dini kaybetmek korkusuyla zamanı kaybedenlerin işi değil...

17 Kasım 2012 Cumartesi

Kış Başında Ankara

Bloggerı yükledim. Büyük kolaylık... Yolda, belde her yerde yazabilmek harika.

Twitter deliliğine inat...

Ankara artık geceleri soğuk. Soğuk madenî bir kokuyla vuruyor yüzümüze.

Tesettür Modasının Keskin Virajı


Moda giyimin edebiyatıdır.


Bu sabah  cephesi Prusya mavisi, pencereleri bir hapishane kıskançlığıyla küçük,  yurt olduğu her halinden belli sevimsiz bir binanın üstünde, bir tesettür reklâmı gördüm.

Kendince bir özgünlük özentisiyle bir ismi, harflerini eksilterek yazmış, firma. Herhangi bir pardösüden farksız pardösüsü ve başörtüsüyle çekici bir genç kadın, Haydarpaşa'nın enfes vitraylarının altında salınıyor. Fotoğrafta çekici, alınmaya değer görünen tek şey o genç kadın.

Ticaret insanları "alınmaya değer bir şeylere sahip olduğumuza" ikna etmek demektir. Öyle ki insanlar zamanlarının bir kısmını bizim malımıza  vermeye rıza göstersin.

Tesettür  firmaları neyi satar o halde? Reklâm bunun ipucunu veriyor aslında: Kadın imgesini.

Birbirinden farksız, sayısız zevksiz pardösü ve türbanın tam da kınanan mayo reklâmları gibi güzel kadınlarla çekilmesinin sebebi güzelliği örtmenin insan tabiatına aykırı olmasıdır.

Hiçbir tesettür reklâmında, sıradan bir kapalı kadın göremezsiniz. Hiçbir firma imajını sıradan bir kapalı kadına emanet edemez. Çünkü Tesettür  denen aşırılığın amacı, kadını saklamaktır.

Sorun kadının  tabiatıdır. Kadın güzel görünmek ister. Çünkü kadın insan estetiğinin kaynağıdır. Bundan dolyıdır ki tesettür firmaları birbirinden çekici mankenleri kullanmak zorundadır.

Hiç cansız mankenleri kullanmaz veya mankenlerin yüzlerini maskelemezler. Ama görebileceğiniz en  çekici kadın yüzlerini ve bedenlerini seçerler. Bir türban sadece başı örtecek bir şeyken bunun için sıfır beden mankenler kullanırlar. Çünkü türbanın kendi başına çekici hiçbir tarafı yoktur.

Ama sanırım daha önemlisi müşteri kitlesine "Bunu giyince bu kadına benzeyeceksiniz! Hatta o olacaksınız!" mesajını vermektir.

Aslında bu, "olmak istediği gibi olamamak" sıkıntısının ifadesidir. Bu, tesettür denen saklamak, örtmek aşırılığından kurtulmak isteğinin ifadesidir.

Çünkü moda giyimin edebiyatıdır. Moda kumaşla  ve tasarımla tasarımcının kendini ifade etmesidir. Kendi içinde mübalağa, kurgu ve vurgu taşır. Moda yalnızca giysi yaratmaz. Kendi diliyle kadını " yeniden yazar". Ve kadına, kendini ifade  etmekte farklı tercihler sunar.

Bu yüzden moda kadına, kendisine katılmak imkânı sunar. Bu da kadının bütün bedeniyle kendini ortaya koyabilmesini gerektirir. Bu, kadının,bedeninin sahibi olması demektir.

Kadını örtmek ise onun bedenini en baştan suçlu, günahkar saymak demektir.  Örtülmedikçe varlığına tahammül edilemyecek bir varlık say
maktır kadını. Onu varoluşsal olarak kötü saymak, insan tabiatına da  dinin özüne de aykırıdır.

Moda giyimin edebiyatı ise tesettür tek harfli bir fasit dairedir. Ve her fasit daire gibi ancak ezici ve tüketicidir. Tesettür ticareti, ezilmiş ruhların avunma aracıdır. Ne yazık ki ezilmiş ruhlar artık tatmin olamayacak şekilde ölmüştür.


16 Kasım 2012 Cuma

Bahçelievler Çocuksu Yerler


Bahçelievler'in eski hali çok mu eskide kaldı? Üzerinden bir otobüs geçtiğinde  evlerin gürültüden rahatsız olduğu 7. Cadde'nin bugünkü halini o zaman hayal edebilir miydik?

Bahçelievler GİMA şehirli bir alışverişin konforunu sunardı insanlara.
Akasyaların kucağında munis bir semtti Bahçelievler.

3. Caddeden bir görünüm
Değişmesin mi? Değişsin elbette...

Amma nasıl değişsin?

O şehirli konforu, şekere üşüşen sinekler gibi tüketmemiz için mi değişsin?
3.  Cadde'de çekiliş için çizgi roman için gittiğimiz salaş kitapçı dünyanın öbür ucuydu.

Millî Kütüphane bir çölle sınır gibiydi. Adnan ÖTÜKEN parkı aşınmış  çorak bir çocukluk eğlencesiydi.
Otobüsler seyrek geçer,  bozacılar daha da seyrek gezerdi.

Nereden çıktı bu Bahçeli "nostaljisi" ?

Hatırlamak unutmaktan evlâdır bazı şeyleri. Ve  çocukluğun sevincinin hiç unutmamak gerektir de onun için...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Suç mudur?


Mesele suçlu olmak değil.
Eğer sadece suç işlememeye çalışsaydık, nezaketten mahrum  kalırdık.
Emredildiği için değil kolaylaştırmak için varız.

Tehdit edildiğimiz için değil, karşımızdakini onurlandırmak için "lütfen" diyoruz.

10 Kasım herhangi bir toplantı değil. Atatürk de herhangi bir politikacı değil.

Bu millet, sokakta ağır torbasına yardım ettiği kadına "Anacığım" diyen bir millet. "yardım etmemek suç mudur?" demeyen bir millet. Başkasının anasına merhamet gösteren, başkasının anasına da kendi anası gibi ağlayan bir millet.

Bu yüzden Anıttepe'de yatan insana, evinin namusunun  bekçisi, babası gözüyle bakan bir millet.
Yaşlıyı görüp yardım etmeyeni kimse suçlamaz ama küçümser.

Kaybolmuş da ağlayan  çocuğu görüp de aldırmayanı da kimse suçlamaz ama kınar.
Trafik kazası geçireni umursamayan da suç işlemez belki ama  küfür yer.

Demek ki mesele suçlu olup olmamak değil. Mesele  insanlığı umursayıp umursamamak... Mesele soyunu, sopunu unutup unutmamak

7 Kasım 2012 Çarşamba

Mahkûmiyetin Aşınması Ve Temel Haklar Problemi


Kimi kiminle yargılıyoruz?
Ergenekon  denen davada, itibarı kalmamış, hayat hakkı dışında temel haklarından men edilmiş bir insanlık suçlusu, Türk yargısının dayanağı haline getirildi.

Sorun "mahkûmiyetin" Türkiye'de bir anlamının kalmamasıdır.
Mahkûmiyet, bireyin, başka bireylerin temel haklarını ihlâlinin tespiti ve bu tespite dayanan bir kısıtlama/müeyyide veya yaptırımdır.

Sanık,  mahkemece tespit edilmiş suçunun nispetince kısıtlamaya uğrar. Bunun adına da "adalet" denir.
Bir insan dolandırıcılık yapmışsa ifade hürriyeti hakkını kötüye kullanmıştır, adam öldürmüşse hayat hakkını ve hırsızlık yapmışsa mülkiyet hakkını kötüye kullanmıştır.  Bu kötüye kullanım hayatının geri kalanında ona karşı resmî muamelelerde kendini belli eder.

Bu kısıtlama, suçlunun masumiyet karinesini istismarını belli bir süre engellemek adına yapılır, yapılmalıdır. Bundan dolayıdır ki herhangi bir suç işlendiğinde evvela o suçun sabıkalıları sorguya çekilir.
Bir mahkûmiyet,  suçluyla suçun karşısındaki kolluk kuvvetleri arasında kesin bir masumiyet ayrımı gözetildiği anlamına gelir. Kolluk kuvvetinin  muhtemel bir usulsüzlüğünün de mahkûm edilebileceği bir gerçektir. Fakat usulüne uygun yürütülmüş bir soruşturma, kolluk kuvvetlerinin sanık karşısında masumiyetin savunucusu olduğunu kabul etmek demektir.

Usulüne uygun yürütülen bir soruşturmada  sanık, kolluk kuvvetlerinin kendisine uyguladığı kısıtlamadan ve  takibattan şikâyet etmek hakkına sahip değildir.  Sanığın mahkûmiyeti halinde bu durum kesinlik kazanır. Meselâ kolluk kuvvetlerinin usulüne uygun ihtarına silâhla karşılık veren sanığın, kendi sebep olduğu  silâhlı çatışmada ateşli silâhla yaralanmaktan dolayı  şikâyetçi olması batıldır.
Hal böyle olunca bir vatan haini katilin, kendisini mahkûm ettiren insanların suçlandığı bir mahkemede, onların aleyhine tanıklık etmesi de  tanıklık ehliyetine aykırıdır.

Karının koca, astın amir lehine tanıklığı konusundaki çekince, Şemdin Sakık gibi bir insanlık suçlusu, vatan haini için fazlasıyla geçerlidir, geçerli olmalıdır.
Türk kolluk kuvvetlerine  saldırmış insanlar, Türk devletinin düşmanlarıdır. Mahkemelerimiz eğer Türk Milleti adına karar veriyorlarsa; milletin düşmanlarına, hiç bir şekilde itibar edemez. Mahkemelerimizi egemenlik alâmeti olarak tanımayarak yargımızın unsurlarına karşı silâh çekmiş hiç kimse aslında hukukumuzun koruyucu usullerinden yararlanamaz.

Türkiye'de hukukun normatif özü Şemdin SAKIK skandalıyla  ciddi bir yara almıştır.
Bu durum masumiyet karinesinin açık ihlalidir.Çünkü itibar edilmemesi gerekenlere itibar etmeye başladığınızda; masumların masumiyetlerinin hiç bir koruyucu önemi kalmaz.  Türkiye bir vatan haininin ifadesiyle meşru kolluk kuvvetlerini yargılamaya başladığında aslında Türkiye Cumhuriyetinin meşruiyetini reddetmeye başlamış demektir.

Kendi hükümeti kendi devletinin meşruiyetine inanmayan Türkiye gibi bir  bir ülkenin vatandaşları durumu fark edemezse bölünmeden dolayı etnik ırkçılar asla suçlanamaz. Suçlanması gereken etnik ırkçı katillere ifadelerini tanımak yoluyla meşruiyet kazandıran merciler olacaktır.


6 Kasım 2012 Salı

Tohumlarımızın Nesli Tehlike Altında!

Binlerce yıllık tarım geleneğini barındıran Anadolu topraklarında yetişen yerli tohumlar yaşamın sürekliliğini temsil ediyor.

Atadan kalma tohumlarımız;

* Lezzetli ve sağlıklı gıdaların temini için birer genetik hazinedir
* Binlerce yıldır değişen koşullara uyum sağlayarak günümüze ulaşmayı başarmış numunelerdir
* Tarımsal biyoçeşitliliğin önemli bir parçası ve yaşamın sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazıdır
* Dışarıya bağımlı kalmaksızın ülkemizin gıda güvenliğinin teminatıdır

Ancak bugün Anadolu’ya özgü yerel tohum çeşitliliğimiz yok oluyor. Tek seferlik, ticari tohumların egemenliği nedeniyle gıdamızın ve geleceğimizin güvencesi yerli tohumların nesli tehlike altında! Yeryüzünde zengin çeşitlilikteki yaşamı sürdürebilmek, atalık tohumlarımızı gelecek kuşaklara aktarmamıza bağlı.

TOHUM TAKAS AĞI, yüzyılların bilgisini taşıyan yerli tohumlarımızın korunup yaygınlaşmasını amaçlıyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin, Adım Adım Oluşumu desteğiyle yürüttüğü TOHUM TAKAS AĞI KAMPANYASI’na destek olarak,

* Anadolu’nun dört bir yanındaki ekolojik çiftliklerde yerli tohumların çoğaltılarak paylaşılmasını sağlayacak;
* Bu toprakların yüzlerce yıllık bereketinin, lezzetinin, besin zenginliğinin ve kültürünün gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için sağlam patikalar oluşturacaksınız.

Verdiğiniz desteğin her kuruşu binlerce yeni tohuma dönüşecek...

Kredi kartı ile bağış yapmak istiyorsanız: https://www.bugday.org/portal/BagisAdimAdim.php

EFT/havale yoluyla bağış yapmak istiyorsanız:
Alıcı Adı: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
Garanti Bankası Karaköy Şubesi - Şube No: 400
Hesap No: 6295240
IBAN No: TR67 0006 2000 4000 0006 2952 40

www.bugday.org - www.yasasintohumlar.org
facebook.com/BugdayDernegi
twitter.com/BugdayDernegi
Twitter paylaşımlarınız için hashtag: #YasasinTohumlar

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.