31 Ekim 2012 Çarşamba

Milliyetçiliğin Geleceği Ve MHP


Türk milliyetçiliğinin millî meselelerdeki tepkileri hakkında, Cumhuriyet Bayramı katılımı önemli bir ayıraç oldu.

Bir grup ülkücünün kendi başına kutlama yapması dışında, MHP’nin teşkilat olarak kendini halkın kutlamalarından ayrı tutması son derece düşündürücüdür.

MHP bu davranışıyla  nevzuhur dinci elitlerin safında yer aldığını göstermiştir.  MHP’nin bayram kutlamasındaki tavrını “devletçi” saiklerle açıklamak ancak bir safdillik olabilir.

MHP’nin devletin safında yer aldığına dair oluşturulmak istenen intiba yanlış bir kabule dayanıyor. O kabul de MHP’nin hangi devleti benimsediğini bilememesidir.

Bugün Türkiye nevzuhur bir seçkinler kümesinin elindedir. Bu  nevzuhur seçkinler, hiçbir medenî mirasa sahip olmayan ve dolayısıyla geleceğe dair de  bir bakış tanımayan, devlet imkânlarıyla zenginleşmeyi kendisine hak bilen ve seçkinleşmeyi de zenginleşmekten ibaret sanan bir  grup.

Bu grubun maddî güdüleri, “ dini egemen kılmak uğruna”, her ne pahasına olursa olsun zenginleşmek ve “dinsizlerin” hayat alanlarını ele geçirmek.

Bunu belirtmemizin sebebi de şu:  Siyasal İslâmcılar, maddi kabullerini hayata geçirebilmek için bütün toplumu, devlet eliyle yeniden  dizayn etmeye çalışıyorlar. Onlara göre bugünkü toplum, cumhuriyetin, daha doğrusu Atatürk’ün dinsiz ve ahlâksız tasarımının bir ürünü. Dolayısıyla bu toplumsal yapıyı  kendi “İslâm ahlâklarına” göre yeniden kurmak, onların  başlıca hedefi. “Dindar/kindar nesil” yetiştirme fütursuzluğunun altındaki temel saik bu.

Peki MHP’nin bu hedefe bakışı ne?

MHP ne yazık ki siyasal İslâmcılığ'ın bu hedeflerine karşı durabilecek bir birikime sahip değil. Daha da  kötüsü bu emellere karşı durmak gibi bir niyeti yok.

Çünkü MHP oy avcılığı uğruna    cemaatlere ve tarikatlere yaranmaya çalıştığından bu yana artık Atatürk’ün “cumhuriyet”  sembolüyle hayata geçirmeye çalıştığı Türk çağdaşlaşması ve akılcılığı yolundan ayrılmıştır.  Zaten o aşamadan sonra da MHP  Türk adını kerhen ağzına alan,  bütün kafa yapısı şeyhlerinin kendilerine telkin ettiği Arap örfünü ahlâk sanan insanların mekânı haline gelmiştir.

Bugünkü MHP’nin, kurulduğu günkü  lâik, medeniyetçi ve akılcı MHP ile zerre kadar ilgisi yoktur. MHP halka yönelmekle beraber halkı akılcı ve medeniyetçi bir politikaya çekmeye çalışan insanların elinden çıkıp bu günkü “kara kitaplı” taşra dindarlarının eline geçmiştir.

Bunun anlamı MHP’nin devletçilikten bahsederken veya  devleti öncelerken hangi devletten bahsettiğini bilmediğidir.

MHP’nin taraf olduğu devlet artık, Atatürk’ün Türk Milleti’ne miras bıraktığı lâik, medeniyetçi, akılcı “cumhuriyet” değildir. MHP bugün  açıkça Türk düşmanı bir dinci akımın tasarımladığı, enternasyonalist/ümmetçi bir bürokrasi ve siyaset esnafı seçkinliğine taabi olmakta ve bunu da Türk devletine sahip çıkmak zannetmektedir.

Bunun sebebi de tarihten bahsederek bir bilince sahip olabileceğini sanmasıdır. Oysa  tarih, geçmiş nesillerin felsefelerini ve mantıklarını anlayabilmek için okunur, kendisine tapınılması için değil… Dolayısıyla meselâ Bilge Kağan’dan bahsetmek Bilge Kağan olmaya yetmez.

Atatürk bunu anlamış olduğu içindir ki şimdilerde  belki dinciliğe teslim olmuş  MHPlilerin bile dalga geçtiği “Güneş Dil” kuramını geliştirmiştir. Bu,  Türk’ün kendine özgülüğünü anlatmak için bir bilinç oluşturma teşebbüsüdür. Bu, milletleşmenin başka milletleri taklit ederek oluşturulamayacağını anlatan bir bakıştır.

Bugün gelinen noktada, Atatürk’ün zamanı aşan, dinî ve lisanî kısıtlamaların ötesinde gördüğü Türk uluslaşmasının bütün felsefesi ayaklar altına alınmış ve etnik bir temele indirgenmiştir. MHP bu büyük  çarpıtmayı fark edecek ve hele düzeltecek felsefeden, mantıktan ve  ahlâktan ne yazık ki yoksundur.

Çünkü MHP’nin ahlâk diye kabul ettiği şey, siyasal İslamcı’ların kadını aşağılamakla kurulacağını telkin ettiği,  Arapçı  bir uçkur korkusundan başka bir şey değildir.

Dünyaya bir kere ikinci sınıf bir Arap gözüyle bakmaya başladığınızda, ortada  ne Türk’ün tarih oluşturan, yaratıcı büyük özü kalır ne de Türk devletçiliğinin uygar, akılcı ve hürriyetçi   temelleri…

MHP’nin öğrenmesi gereken şey, bizim için devletin, kimliksiz, niteliksiz, tarihsiz bir bürokratik seçkinler  heyeti olmadığıdır. MHP’nin öğrenmesi gereken ikinci şey siyasetin bürokrasinin  esiri veya takipçisi olmadığıdır.

Mesele odur ki devlet geleneğinin mantığını ve ahlâkını içine sindirmiş bir Türk bürokrasisi olmadıkça  siyaset asla kendi başına bir devlet tasarlayamaz. Çünkü siyaset, maalesef en gelişmiş demokrasilerde dahi en nihayetinde, gelgeç oyların ve heveslerin, temsil makamına taşınarak taraftarlara menfaat temin etmesinden öteye geçememektedir.

MHP herşeyden önce Türk’e ait olanın ne olduğunu öğrenmeli, “Türk İslâmcı”/ ümmetçi  ahlâkî bulanıklığından kurtulmalıdır. Aksi takdirde MHP’nin milliyetçiliğin geleceğinde hiçbir yeri olmayacaktır. Belki daha kötüsü, Türk  milliyetçiliğinin siyaset eliyle katlinden sorumlu olarak tarihin sabıka defterinde kara bir leke olarak kalacaktır.


30 Ekim 2012 Salı

Türk Siyasetinin İlâcı Türkçülük IV

(Bu yazının ilk üç bölümü Haberiniz.com sitesinde yayınlanmıştır.)

Burada ana nokta Türk’ün taklitçi değil de üretken bir kültüre sahip olmasıdır. Bu noktada Türk,  dindaşlarıyla Arap örneğinde benzeşmek  veya eşitlenmek gibi bir şeyi aklından asla geçirmemiştir.
Dini Arap örfüyle ve bidatleriyle asla özdeşleştirmemiştir. Türk, dinlerin savaştığı dönemde, dininin bayraktarlığını yaparken, dini taşıyanın kendisi olduğunu, zaferi ancak ve yalnız adı Türk olan bir milletin hak ettiğini unutmamıştır. Dinin diğer dinler karşısındaki konumunu korurken bu şerefi Araplarla veya farslarla paylaşmamıştır.

Dolayısıyla Türk’ün asla enternasyonalist  bir ümmetçi din anlayışı olmamıştır. Birbiriyle aynılaşmış bir din kardeşleri  birliği gibi bir hayale asla düşmemiş, bütün manevi birliğine  rağmen din kardeşlerinin kendi menfaatleri gereği edebilecekleri ihanetleri daima aklında tutmuştur.

Bu gerçekçi yaklaşımı, halifeliği eline alarak göstermiştir.

Dolayısıyla din adına yürüttüğü bir “ilâhî siyaset” veya din savaşçılığı gibi haçlı karakterine benzeyen, şimdilerde evanjelistlerin soyunduğu “büyük din birleştiricisi savaşçı” rolüne de asla soynmamıştır. Türk din konusunda, milletlerin farklılıkları gerçeğini daima göz önüne almış ve belirleyici olanın millî örfler ve menfaatler olduğunu hatırlamıştır.


Bugün Türk siyasetinde MHP’nin zaafı, siyasal islâmcıların benimsediği Arap örfçüsü/ taklitçisi kültürel kalıpları olduğu gibi benimsemek ve Türk’e, enternasyonalist,  kimliksiz bir İslam savaşçısı rolü biçen dinci kalıplara sahip çıkmaktır.

 Türk’ü böyle algılamaya başladığımızda, tarih kendiliğinden çarpılmakta, Türk örfünün yılmaz savaşçıları, bir anda  intihar bombacısı ucube  sakallı Arap militanlar haline gelmektedir. Kendini erkeğinden asla geri görmeyen Kara Fatmalar gitmekte, yerine aklen ve dinen eksik olduğuna inanıp kendine biçilen rolü oynayan, Arap giyimli türbanlı, çarşaflı  pısırık kadınlar gelmektedir. Türk’ün ne idüğü belirsiz muhayyel bir ümmet birliği  üyesi addettiğimizde; dünyaya kendi gözlerimizle bakmayı günah sayıp Arap gibi  görünmek endişesi baş vermektedir. Bugün “Türk-İslâm” diye başlayan fikirlerin savunucuları, üretici, nevi şahsına münhasır bir Türk kültürü fikrinden vazgeçip bu kültürü Arap ölçüsünde taklitçi bir kimliksizlik haline getirmeyi dinin  gereği sananlardır.

Bu neden önemli ve daha kötüsü sakıncalıdır?

Türk’e göre bakmamak Türk’ü bir yerlerde kaybetmek demektir de ondan… İslâm adına Türk’ü, ikinci plâna atıp onu ancak Arap örfünün basit bir savaşçısı ve taklitçi bir konar göçer olarak görmek noktasına varır da ondan… Çünkü Türk ve İslâm adına ortak bir takım şeyler geliştirmeye çalışmak  kendiliğinden bunları birbiriyle yarışan iki kategori olarak görmek anlamına gelir de ondan… Bunun sonucundan bu ikisinden birinden, en nihayetinde vazgeçmek gerektiği manası kendiliğinden ortaya çıkar da ondan.

Bugün  gelinen safhada, AKP denen siyasal İslâmcı fitne programının MHP tabanından bunca oy alabilmesinin sebebi, Türk-İslâmcı zihniyetin, bizi kaçınılmaz olarak götüreceği, “Türk’ten İslâm  adına vazgeçilmesi” noktasına gelinmiş olmasıdır. Nitekim artık Bozkurt sadece  Hamas taklitçisi tuhaf bir dinci siyasetin, tuhaf  bir el işareti haline gelmiş, MHP’nin ve ülkücü kuruluşların  logolarından da  duvarlarından da Bozkurt silinmiştir.

Dinle bakmak tutkusu, Türk’ü kendine göre siyaset geliştirmek şuurundan ve kabiliyetinden uzaklaştırmıştır. Söz konusu olan, Türk’ün din anlayışıyla bakmak olsaydı, belki gene sorun çıkmazdı. Sorun, mevcut milliyetçi siyasetin, “din” dendiğinde, Arap olmaya çalışmayı dindar yaşamak sanmasıdır. Sorun, evrensel bir dine mensup olmanın, evrensel kimliksizlikte erimek anlamına geldiğini sanmaktır. Bazıları bunun hiç de öyle olmadığını mutlaka söyleyecektir ama kimin dini nasıl algıladığı,  giyimiyle, kuşamıyla, kadına bakışıyla, ibadetleri yorumlama biçimiyle vs gün gibi ortadadır. MHP ortalama seçmeninin din anlayışıyla AKP siyasal dinciliğinin din anlayışı arasında hiçbir fark olmadığı da açıktır.

Maalesef MHP, Türk seçmeni için Türk’e göre bir anlayışın öncülüğünü ve rehberliğini yapamamıştır. Belki kurulduğu dönemlerde ciddi bir rüzgâr estirmiş, Türkçülüğün mirasının gücünü kullanmıştır. Sonra gelenler, bu mirası tüketmişler ve adı dışında  basit bir  taşra dindarlığından gayrısını siyasete  bırakamamışlardır. Bu gün MHP fiilen bir küçük AKP gibi düşünmekte ve hareket etmektedir.  AKP’nin hiçbir politikası MHP tarafından nihai oylamalarda reddedilmemiştir. En nihayetinde PKK’ya Suriye’nin kuzeyinde toprak kazandıran politikalar da zayıf gerekçelerle de olsa  desteklenmiş ve meclisten MHP yardımıyla geçirilmiştir.

Türk siyasetinin temel hastalığı,  Atatürk devri sonrası, bir türlü Türk olamamasıdır.

Türkiye Cumhuriyetinin  ve elbette Türk Dünyası’nın bekası, ancak ideolojisini Türk gibi gören ve okuyan, Türk için Türk’e göre düşünen siyasetçilerle teminat altına alınabilir.

Türk’ü başlı başına bir varlık olarak görmeyen solculuk Stalinizm’e, Leninizm’e, Maoizm’e varır ve ajan/provokatör işbirlikçi  olmaktan öteye gidemez.

Türk’ü nevi şahsına münhasır bir Müslüman olarak görmeyen dindarlık, militan, saldırgan  ve Arapçı bir ümmetçilik haline gelir.

Türk’ü kendi başına büyük ve milletleşmiş bir toplum olarak görmeyen liberalizm, milletin hürriyetine ve refahına refahına hizmet etmek yerine,  etnik ırkçılığın sömürü yatağı haline gelir.

Bu yüzdendir ki Türk siyaseti artık Türk’ün siyaseti haline gelmelidir. Türk’ün ancak kendi egemenliğinin tartışmasızlığı altında yürütülecek bir doğal haklar rejimi tesis edilmedikçe;  yürütülecek her siyaset, Türk düşmanlığının mevzii kazanması anlamına gelecektir. Türk siyasetinin bilincinin Türkleştirilmesi Türk’ün hayatta kalması için  elzemdir.

Yazımızı, sözleri ayet olmamakla beraber, ayetlerin  hikmetinden nasiplenmiş bir Türk atasının   sözüyle bitirelim:

Ne mutlu Türküm diyene!

BİTTİ




Millî İradeyi Tanrılaştırmak


Milliyetçiler millî iradeye nasıl bakmalı? Şüphesiz saçma  gibi görünen bu sorunun cevaplanması, memleketin şu an içinde bulunduğu dinci çılgınlığın tabiatını anlamak için elzem…

Hayatın her alanının dine göre tasarlanmış kanunlarla düzenlenmesi ilkelliğini, yasama organı vasıtasıyla haya geçirenler, yaptıklarını millî bir istek, karşı konulmaz bir millî ve kolektif  iradeymiş gibi sunduklarında acaba buna karşı milliyetçiler ne demelidir?

Milliyetçilerin mevcut siyasal eğilimi, dinî saiklerle milletin her yaptığının hak olduğuna inanmaktır. Milliyetçilerin mevcut ana akım çoğunluğunun hareketlerindeki temel güdünün, din olması başlı başına bir mahzurdur.

Milletin her yaptığı hak olabilir mi? Halkın sesi gerçekten Hakk’ın sesi midir? Veya milliyetçilerin yapması  gereken şey, “milletin” denen varlığın, kendi başına irade sahibi bir büyük kolektif kitle olduğunu savunmak mıdır?

Milliyetçilik ve milletle ilgili yaygın yanlış kanaatler, maalesef milliyetçilerin düzeltmek ihtiyacı duymadığı bu yanlış kabullere dayanmakta.

Milletin kolektif bir  değer  olması onun fertlerin aklının üstünde kolektif bir akla sahip olduğu anlamına gelmiyor. Millet, fertler,  onu tarihin  belli bir  döneminden beri bir ortak bir değer kabul ettiği için kolektif. Bunu anlamamız, daha sonra yönetim biçimi olarak demokrasinin zaaflarını anlayabilmemiz açısından, ehemmiyet arz ediyor.

Milletin kolektif değer olmasının sınırı doğru belirlenmezse, oy çoğunluğu diktası vasıtasıyla onu bir antik çağ  tanrısı haline getirmek tehlikesi baş gösterir ki bu gün ağızlarından “Allah” ismi düşmeyenlerin tavırlarının, şirke yakın olmasının sebebi de budur.

Bugün millî iradeye dayandıklarını iddia edenler, oylarını “Hakimiyet Allah’ındır!” diyen kesimlerden almaktadır.

Bir çelişki gibi görünen bu durum,  hâkimiyet kavramının yanlış anlaşılmasındandır.

Milletin, düzenin  yöneticiliği hakkına tek başına sahip olması kayıtsız ve şartsız meşrudur. Millet bu hakkını ne bir başka hükümdarla ne de yabancı bir güçle paylaşmaz.

Mesele millet denen egemen  öznenin, bu hakkının sınırsız olup olmadığı, bu hakkını kendi fertlerinin temel haklarına karşı kullanıp kullanamayacağıdır.

Dincilik, iktidarı eline herhangi bir şekilde geçirmek ve din adına istediği  her şeyi yapabilmekten gayrısıyla ilgilenmediği için onun ne yapacağı  ve zaten yaptıkları ortadadır. Dinciliğin milletle ilgisi onun oyu sayısı kadardır.

Milliyetçiler bu sorun hakkında ne düşünmelidir? Hakimiyet bilâ kayd-ü şart milletin ise milletin içinden çıkıp gelen dinciliğin gene milletin vekili olmak sebebiyle memleketi şeriat rejimine sürüklemesi meşru değil midir?

Ne yazık ki milliyetçiliğin ana akım siyasi kanadı bu konuyla zerre kadar ilgilenmemekte ve kendi dini güdülerine uygun gördüğü  dinci değişikliklerine en azından sessiz kalmaktadır.

Millî irade, milletin egemenlik/ hakimiyet hakkının millet çoğunluğunca nasıl kullanıldığı anlamına gelir. Bundan dolayıdır ki millî irade,  egemenlik hakkı gibi sorgulanamaz bir şey değildir. Millî irade, kaynağını millî egemenlikten alır. Kaynaklandığı sorgulanamaz  ve irade üstü özün aksine millî irade birileri tarafından bütün toplumun hayatını ilgilendiren işler için kullanıldığından, sorgulanabilir ve sorgulanması gereken bir zor kullanma yetkisidir.

Millî irade denen şey, yanılabilir, kandırılabilir, kışkırtılabilir insanların elinde tuttukları bir tür silâhtır. Buna bir ekmek bıçağı gözüyle de bakabiliriz. Millî irade milletin elinde tuttuğu bir ekmek bıçağıdır. Millet isterse o bıçakla turp, ekmek ve hatta tavuk kesebilir. Sorun, o bıçakla insan da boğazlayıp boğazlayamayacağıdır.

Bu örnek sivri gelmişse şunu belirtmekte fayda vardır: Bir insanın boğazını kesmek, onun temel haklarından “hayat” hakkını elinden almanın, muhtemel  şekillerinden biridir.

Eğer millî iradenin,  milletin fertlerinin temel haklarının üstünde bir şey olduğunu iddia ediyorsak bu ona,  bir insanüstülük ve hatta Tanrısallık/uluhiyet atfetmek demektir. Millî iradeye Tanrısallık izafe ettiğiniz takdirde -bunu açıkça ifade etmeksizin bu  şekilde kullanarak-         “hakimiyet Allah’ındır!” sloganındaki Allah’ın yerine millî iradeyi kullanıyorsunuz demektir. “Hâkimiyet Allah’ındır!” bağnazlığı, hakimiyeti gerçekte kimin kullandığıyla ilgilenmemekte Allah’ın yerine  zor kullanan kişinin kendisini Allahlaştırdığını da fark edememektedir.

Millî iradenin,  milletin fertlerini ezebilen bir şey haline getirilmesi, milletin hürriyetini ve refahını önceleyen milliyetçiler için kabul edilemez  bir  davranış olmalıdır.

Millî iradenin bir yasama meclisinde tecelli etmesi, yasama meclisinin teşkil edilme şeklinin, çalışma şeklinin ve hukukî sınırlarının çok iyi tespit edilmesini gerektirir. Bu sınırlamanın ölçüsü milletin fertlerinin temel haklarıdır.

Diğerlerinin temel haklarını ihlal için kötüye kullanımları dışında, milletin fertlerinin temel hakları hiçbir kurumca  sınırlanamaz. Bu kurumlara millî iradenin tecelli ettiği yasama organı da dahildir.

Millet fertlerinin, temel haklara yani hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına saygı asgari müşterekinde bir araya gelerek meydana getirdikleri gönüllü beraberlikleri tanrısal bir güç haline getirmeye gayret etmek milliyetçiliğin hakkaniyet, medeniyetçilik ve akılcılık yönleriyle bağdaşmaz.

Eğer milliyetçiliğin bunlarla ilgisi olmadığı düşünülüyorsa o zaman  bugünkü dinci  yarı diktanın yaptıklarına karşı herhangi bir eleştiri yapmak hakkı da yok demektir. Millî iradenin doğru tanımlanması ve kullanımı hakkında hassasiyet göstermek, en başta milliyetçilere düşen bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun     farkında olunmazsa  belki milliyetçi  siyaset profesyonelleri birkaç dönem daha milletvekili olabilir ama kendilerini seçecek irade artık Türk adını taşır mı bu bilinmez.

BİTTİ




23 Ekim 2012 Salı

Etnik Irkçılık Ve Ortak Akıl Problemi


Etnik ırkçılık, Türkiye’nin devlet yapısının ırksal temelde özerkleştirilmesini ve ileri aşamalarda buna göre parçalanmasını öngörüyor.

Etnik ırkçılık bunu, amaç güdülü Marksist ideolojisiyle sınır tanımaksızın her türlü aracı kullanarak yapıyor.

Bu amacının temel güdüsü de dünyayı, temsil ettiğini söylediği aşiretlerin gözüyle algılamasından kaynaklanıyor.

Etnik ırkçılığın akıl yürütmesinin başlangıç noktası, kabullenmemek, korku, tedirginlik, dışlayıcılık gibi olumsuz psikolojik kalıplar. Dolayısıyla, sebebini tam anlayamadığı ve  bir türlü dindiremediği bir öfkeyi,  biteviye Türk insanına kusuyor, bundan dolayı Türk insanını suçluyor.

Etnik ırkçılık yapısal olarak herhangi bir gelişmiş toplumla entegre olmak kabiliyetinden yoksun. Milletleşme dairesine girememiş, etkileşimi düşük bütün kapalı toplumların  mensubiyet duygularının istisnasız “etnik ırkçı” olmasının sebebi de bu. Sözgelimi Avrupa ülkelerinde siyasete giren, meslek sahibi olan Türk’ler  milletleşmiş yapılara daha kolay uyum sağlarken bugün artık İngiltere gibi bir ülkede Türk vatandaşlarına  Kürt kökenli olup olmadıkları soruluyor. Belki işin içinde bir emperyal entrika aramak aklımıza gelen ilk sorudur ama sorun artık etnik bilincin, milletleşmiş toplumlara yönelttiği ciddi uyuşmazlık ve hatta tehdit haline gelmiştir.

Burada anladığımız kadarıyla “etnik akıl” ile “büyük toplum aklı” arasında derin  bir uçurum var.

Milletleşmiş toplumlar, nüfuslarının büyüklüğü, kültürel çeşitlilik ve etkileşimleri, kültürlerinin canlılığı, üretkenliği ve dönüştürücülüğü ile dünyayı kabile mensuplarından çok daha farklı algılıyorlar. Dolayısıyla herhangi bir  soruna yönelik çözümleri de farklı oluyor.

Toplumlaşmada kabile aşamasını geçememiş grupların dünyayı algılamalarında yukarıda saydığımız olumsuz duygusal kalıplar temel teşkil ederken bu  duygu durumunun çarpıklığını idrak etmek yerine  etnikçi gruplar bu durumu aklileştirmeye daha sonra da meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Bugün Türkiye’de “demokratik talep” diye silâhlı eylemler ve cinayetlerle  millete dayatılan sayısız kapris, bu aklîleştirme çabasından başka bir şey değildir.

Türkiye’de “tarafların ortak akılda” buluşmasından bahsedenler, dünyayı algılayışları, birbirinden uzlaşmaz derecede ayrı iki  tarafın, ortak bir akıl geliştirebileceğini sanmaktadır.

Milletleşmiş bir toplumun, kandan, ırktan, aile bağından apayrı ve soyut değer beraberliği algılayışı ile ailesi dışındaki herkesi düşman gören bir etnikçi anlayışın, herhangi bir siyasî  müştereki olamaz.

Etnik ırkçılık bir mutabakat arayışı içinde değildir. o yalnızca dediğinin yapılmasını isteyen ve ancak bununla tatmin olacağını sanan bir tatminsizlik bağımlısıdır. Etnik ırkçılık asla tatmin edilemez. Tatmin edilememek onun iptilâsıdır. Bugün Türkiye’nin adını Kürdistan yapıp Türkçe’yi ve Türk adını yasaklasak bile o, Türk’ten en ufak bir iz kalmasa dahi gene de  etnik ırkçılar, huzur bulamayacaktır. Bunu nereden biliyoruz? Meselâ resmen Irak’ın Anayasal ortağı olmalarına rağmen özerkliğin sınırında durmamalarından, Türkmen varlığına  karşı sınırsız vahşetlerinden vs…

Dolayısıyla tatmin edilememekten marazî bir zevk duyan, hayatı sürekli bir acı ve korku tecrübesi olarak algılayan, içe kapanmacı etnikçi yapının, örnek aldığımız liberal demokrasilerin sınırlı demokrasi ve sınırlı devlet gibi kavramlarını anlaması; hele de bu devletlerin meydana gelmesini sağlayan milletleşme sürecini kavrayabilmesi mümkün değildir.

Irkları,  soyları aşan bir hukuk ve değer birliği fikri, Barzanî ve şürekası PKK hainleri gibi grupların asla anlayamayacağı şeylerdendir. Dolayısıyla onlarla ortak bir akıl geliştirmeye çalışmak, zekâsı ancak evrimin belli bir aşamasında takılı kalmış  ve akıl  yürütme seviyesine gelememiş herhangi bir organizma ile devletleşmeyi tartışmaya kalkmak gibi olacaktır.

Etnik ırkçılığa, insanlığı insan yapan değerleri, bu değerleri sürekli kılmak ve korumak adına kurulmuş emniyet ve adalet tekellerini anlatmak mümkün değildir.

Etnik ırkçılık silâh tehdidi tam bir kararlılıkla son üyesine kadar ortadan kaldırılmadıkça ifade hürriyeti sahasını işgal eden zararlı bir ot veya parazitten başka bir şey değildir. Dolayısıyla o ancak silâhı elinden alındıktan sonra genel geçer temel haklar kabulüne göre  terbiye edilmesi ve akıllandırılması gereken bir ilkellikten başka bir şey değildir.

Türkiye  etnik ırkçılığın ilkelliği ile demokrasi nimetinin mümbit sahasını zehirlemeye devam ettikçe bölünme tehdidinden kurtulamayacaktır. Türkiye’nin kurtuluşu öncelikle etnik ırkçılara “aklın” ne olduğunu öğretmesiyle olacaktır.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Milliyetsiz Bir Hükümet Mümkün Mü?


 Son zamanlarda sürekli AKP’nin “milliyetçileşmeye” başladığından dem vuruluyor ve bu konudaki endişeler dile getiriliyor.

 

Bunu söyleyenler Türkiye’nin aslında kimliksiz, milliyetsiz bir toplum olduğunu düşünüyor. Bunu da her  çeşit etnik kökenden insandan oluştuğumuz  teziyle ispatlamaya çalışıyor.

 

Şüphesiz etnik/ırksal bir takım kökenleri var.

 

Problem kurduğunuz devletin etnik kökenleri mi milletleşmeyi mi esas aldığıdır.

 

Dünyada yok olduğu sanılan az sayıdaki  millî/ulusal devlette  devletin kuruluş felsefesi ve hukukî alt yapısı etnikliği reddeden, sorumluluk almak için milletin mensubu olmayı şart koşan  bir  ortak tavır vardır.

 

Hiçkimse meselâ Fransız olmanın getirdiği hakları reddederek, etnik kökeninden dolayı kendisine ayrı bir mahkeme, ayrı bir yasama bölgesi vs talep edemez. Fransa’da  Fransız ulusunun temsilcisi bir hükümet, Fransız insanının haklarını korumak üzere idarede bulunur. Hükümetlerin görevi, etnik kompleks taşıyanların milletleşmeye karşı direncine boyun eğmek değildir.

 

Dolayısıyla herhangi bir millî devlet, etnik komplekslerin, kendi kuruluşlarıyla ilgili meşruiyet tartışmasını “yok hükmünde” sayar ve hele bu tartışmalar silâhlı direnişe dönüşürse o direnişi düşmanca bit tavır sayarak yok etmeye çalışır.

 

Dolayısıyla hiçbir millî/ulusal devletin demokrasisinde devletin kuruluşuna temel sayılan millet oluşumunu reddetmek gibi bir meşru bir davranış  yoktur.

 

Bizdeki etnik ırkçılar, bizim devletimizin kuruluşuna esas teşkil eden kabullerin meşruiyetini sorgularken yaptıkları budur.

 

Bizim ülkemizin anormalliği, milletleşmeden habersiz cemaatlerin, milletin oyunu türlü yalan ( Atatürk’e yönelik yoğun karalama kampanyaları, İstiklâl  Harbi’ni ve şehitleri tahkir eden açıklamalar vs) ve çarpıtmayla yönlendirerek Türkiye’de Türklük aleyhtarı düşmanca bir tutumu iktidara getirebilmiş olmasıdır.

 

Dünyada kendi milliyetini inkâr eden tek hükümet Türkiye Cumhuriyeti hükümetidir.

 

Kendi iktidarını sağlayan hukuksal sistemin dayandığı milletleşme temeline hiçbir düşmanda rastlanmayacak kadar düşman olan hükümet,  bölücü etnik ırkçılara hiçbir silâhlı mücadeleyle elde edilemeyecek bir hareket sahası kazandırmıştır.

 

Türkiye’de siyasal İslamcı işbirlikçiler, milletin başında köksüz ve milliyetsiz bir hükümetin nasıl bulunabileceğinin en korkunç ve kıyıcı örneğini verdiler.

 

Sorunumuz, hükümetimizin devamı için milliyetimizden vazgeçip geçmeyeceğimizdir.

 

Görünen o ki Türkiye’nin yarısı, iktidar sahiplerinin sürekli menfaat halini “istikrar” diye kabullenerek soysuzluğu ve vatansızlığı kökleştirmekte,  kurumlaştırmakta beis görmemektedir.

 

Bu şartlar altında Türkiye Cumhuriyeti, Irak, Afganistan, Suriye gibi ilkel  kabileler konfederasyonlarından biri olmaya doğru hızla yol alıyor.

 
Milletin kendisi egemenliğinin meşruiyetinden vazgeçtiğinde, ortaya çıkacak yeni egemenin nasıl biri olacağını görmek isteyenler mevcut hükümetimize bakabilirler

16 Ekim 2012 Salı

Zirvedeki Dijital Yaratıcılar Toplanıyor!

Digital Age Summit ‘Dijital Yaratıcılık’ temasıyla bu yıl altıncı kez katılımcılarını ağırlayacak.

Digital Age dergisi tarafından 2007 yılından bu yana düzenlenen ve bu yıl 18 Ekim’de  gerçekleşecek olan Digital Age Summit 2012’nin program detayları bellioldu. Ana sponsorluğunu Vodefone’un , Gençlik  Sponsorluğu’nu ise Coca-Cola’nın sahiplendiği Digital Age Summit Four Seasons Hotel’de gerçekleşecek.

‘Dijital Yaratıcılık’ temasıyla, bu yıl altıncı defa katılımcılarını ağırlayacak olan Digital Age Summit’12’nin ana konuşmacılarından ilki Forbes.com tarafından dünyanın en önemli 10 sosyal medya uzmanından biri olarak gösterilen ‘Unmarketing’ kavramının yaratıcısı ve UnMarketing isimli bestseller kitabın yazarı Scott Stratten. Stratten bu yılki Digital Age Summit’te ‘The Business of Awesome’ isimli yeni kitabından; pazarlama, markalaşma, halkla ilişkiler, sosyal medya, insan kaynakları ve müşteri hizmetleri ile ilgili ana iş konseptlerini kapsayan bir sunum gerçekleştirecek.

Digital Age Konferansı 2012′nin bir diğer konuşmacısı ise sanal âlemde medya tasarımı konusunda araştırmalar ve yaratıcı çalışmalar yapan Beth Coleman. MIT’de ‘Writing and Humanistic Studies and Comparative Media Studies’ bölümünde Yeni Medya Yazarlığı dalında yardımcı doçent olarak çalışan Coleman, son kitabı Hello Avatar: From Virtual Worlds to X-Reality’de ‘sanal tasarım’ ve ‘sosyal ağ kimlikleri’ konularını incelemişti.

Konferansın diğer konuşmacısı ise Porter Novelli Global Teknoloji Uygulama Lideri Richard Cline. Daha önce Voce, Google, Yahoo!, eBay, NetApp, Bell Sports, Intel, Playstation, Dolby, Discovery Channel, Unisys ve diğer benzeri markaları yöneten Richard Cline konferansta Beyond the Conversation: The Evolution ofCorporate Social Media’ başlıklı konuşmasını yapacak.

Bir diğer konuşmacı ise; Mariano A. Bosaz. 2007 senesinden itibaren Coca-Cola South Latin’de İnteraktif Pazarlama Direktörü olarak görev almaya başlayan Bosaz, Coca-Cola’nın dijital pazarlama stratejisini geliştirdi, markaların web/mobil platformlarını birleştirdi ve WorldCup 2012 ile Powerade Latin Amerika gibi projelerin tüm dijital işlerini devraldı. 2011 senesinde Coca-Cola’nın Avrasya ve Afrika Grup İnteraktif Pazarlama Müdürü olan Mariano Bozas konferansta katılımcılarla deneyimlerini Coca-Cola Türkiye İnteraktif Pazarlama Müdürü Yüce Zerey ile ortak gerçekleştirecekleri sunumlarında paylaşacaklar.

Digital Age Summit 2012’nin program detayları ise şöyle:

Digital Age Konferansı saat 9’da Digital Age Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Pelin Özkan’ın açılış konuşmasıyla başlayacak.

Saat 9.30 – 10.20 arasında ise Beth Coleman ’Hello Avatar’ başlıklı konuşmasıyla sahnede olacak.

Coleman saat 10.20 – 10.50 arasında da kitabını imzalayacak.

Saat 13.50 – 14.40 arasında etkinliğin diğer bir önemli ismi Scott Stratten ’Untalk’ başlıklı konuşmasıyla sahnedeki yerini alacak.

Stratten saat  15.30 – 16.00 arasında kitap imzası için okurlarıyla bir araya gelecek.

Saat 16.10 – 16.40 arasında ise Porter Novelli Global Teknoloji Uygulama Lideri Richard Cline ’Beyond the Conversation: The Evolution of Corporate Social Media’ başlıklı konuşmasını yapacak.

İletişim;

Alper Barış alperbaris@kapital.com.tr / 0 212 282 26 40 – 138
İnternet sitesi :http://www.mci.com.tr/konferanslar
Twitter hesap bilgisi : @digitalage
Twitter hashtag :  #digitalage2012




Bir bumads advertorial içeriğidir.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Türk İslâm Ülküsü Hurafesiyle Nereye Kadar?


Adına ister “sentez” deyin ister “ülkü”  , Türk-İslâm terkibi, Türk milliyetçilerinin fikrî hareketlerini kısıtlamaya, vicdanlarını uyuşturmaya devam ediyor.

Müslüman Türk devletleri, diğer bütün devletler gibi kendi egemenlik alanlarında  halkın vicdanın desteğini almak ve egemenliklerine tartışılmaz bir meşruiyet kazandırmak için sürekli “inanç önderliği”  rolüne soyunmuşlardır.

Bu devletlerin içinde  sadece Türk devletleri, samimi bir  dinî heyecanla fetihler yapmışlardır.  Burada dikkat edilmesi gereken şu: Ne olursa olsun Türk devletleri birer din devleti olmamışlar.

Yani devlet idaresinde genel ahlâkî prensiplerin kaynağı olarak dini görmekle beraber, devlet yönetimini din profesyonellerini eline veya aklına bırakmamışlardır.

Buna dikkat çekmemizin sebebi  şu: Her şeyi tarihten  kaynaklandırmak arzusuna karşılık o devrin kendi şartları içinde dine bakışı kısaca özetlemek…

Dolayısıyla Türk Milleti’nin, Müslüman mileltler arasında samimi inancı ve akılcı devlet yönetimi ile önde olmak dışında herhangi bir “Türk-İslâm” ideolojisi falan olmamıştır.

Bunun sebebi de şudur ki Türk’ler Müslüman toplumlar içinde en geniş coğrafyalara  yayılmış, imparatorluk ölçüsünde devlet tecrübesi en fazla olan ve milletleşme sürecinde en ileri gitmiş toplumdur.

Bugün bir ideolojiymiş gibi sunulan Türk İslâm Ülküsü veya sentezi fikri ise Türk’leri Emevi Arapları gibi her şeyi dine dayandırmaya çalışan, Arapça bilmeyen  bir tür ikinci sınıf Arap toplumu gibi  kabul etmekte…

Türk İslâm ülküsü denen düşünce Türk’ün örfünde yer almayan bir hayalî şeriat devleti özleminin Türk’e giydirilme çabasından başka bir şey değil. Nitekim Türk-İslâm  terkibini savunanların içinde türban aşırılığının, cemaatçilik ve tarikatçılık fitnelerinin ne kadar kolay filizlendiği de bilinen bir gerçek.

Türk-İslâm denen fikrin iki zararlı özelliği var:

Bunlardan biri aşırıcılığı, diğeri ise kesin inanca dayalı fikirsizliği….

Aşırıcılığı, dini hayatın her sahasında egemen kılmak düşüncesini, “ülkü” sanmasından ve günlük hayatta uyguladığı Arap örflerini de dinin kendisinden saymasından kaynaklanıyor. Böylece günlük hayatta  din profesyonellerine danışılmadan hiçbir adım atmamak taassubu ve paranoyasıyla Türk İslâm Ülküsü fikri, başörtülü, çarşaflı  ikinci sınıf eksik akıllı kadınlar yaratmak ve onların toplumdan uzaklaştırmak aşırıcılığını milliyetçiliğin gereği sanıyor. Aşırıcılığı, ferdi tanımamak ve ferdi herhangi bir şeyhin, şıhın, imamın veya parti liderinin harcadığı, irade yoksunu bir üye haline getirmek tavrıyla da su yüzüne çıkıyor.

Türk-İslâm  fikrinin, ferdin aklına slogan uydurmak dışında ki aslında bu bile teşkilat eliyle yapılır, hiçbir yaratıcı yetki tanımaması, onun üstelik övündüğü yok edici bir diğer özelliği. Bu özelliği de dini Arap/Emevî siyasal İslâmı’nın gelenekleşmiş algısından kaynaklanıyor. Böylece Türk-İslâm ülküsü milliyetçiliğinin fikri yönünü  ferdî zekâlardan yetkinliği tartışmalı popülist ve fırsatçı siyaset esnafının eline bırakıyor. Siyasetçilerin halktan oy almak dışında  gerçekten fikir üretip üretmediği  son derece tartışmalı. Türk İslâm ülküsü , fikri ve entelektüel namusu, fertlerin gerçek vicdanlarından alıp bu gün dediğinden yarın caymakta beis görmeyecek  oy avcılarının eline teslim etmekte beis görmüyor. Bir de bunu “Lider doktrin teşkilât” gibi içeriksiz sloganlarla ciddi bir fikirmiş gibi milliyetçilere dayatabiliyor.

Türk İslâm Ülküsü savunucuları, “hayırda yarışmayı”, dindarlıkta yarışmak şeklinde anlayan, dinî sembolleri göstermekte aşırılığa gitmeyi dindarlık sayan ve bu açıdan, ülkemizi bir fitne batağına sürükleyen siyasal dinçlerden pek de farklı olmayan bir grup.  İşin kötüsü bu grup Türk milliyetçiliğinin siyasetinden matbuatına kadar her aşamasında   hâkim.

Türk İslâm Ülküsüne göre sıradan Müslüman olmak diye bir şey yok. Türk İslâm ülküsünün aşırılığı, insanı günahsız ve otoriteye itaatkâr kılmak isteyen Emevî  manipülatif  zorbalığının Türk adıyla etiketlenmiş hali…

Bu haliyle milliyetçileri uyuşturan afyonlaştırılmış bir din telâkkisi…

Türk İslâm Ülküsü denen dinci aşırılık, Türk Milleti’nin vicdanına sokulmuş kıvrık bir Arap hançerinden başka bir şey değil. Bu hançer Türk Milleti’nin aklından ve vicdanından çıkarılmadıkça beyni, din adına hurafelerle uyuşturulmuş bir toplum olarak  riya ve cehaletin peşinden yok oluşa gitmemiz işten bile değil.


6 Ekim 2012 Cumartesi

MHP’ye Rağmen Milliyetçiler


“Aman ha ona bir şey olmasın!” psikolojisi, onun yaptığı her yanlışa göz yummamıza sebep oluyorsa…

“Yapıyorsa vardır bir bildiği!” diyerek her hareketinde  bir hikmet vehmediyorsak…

O kişi veya kurum, artık kendinde aklın ve vicdanın dışına çıkabilmek yetkisinin olduğunu vehtmetmeye başlar.

Bu gün MHP’nin içinde bulunduğu hal budur.

MHP seçmeni  büyük ölçüde Arapçı dincilikle uyuşmuş/uyuşturulmuş, Türk adını kerhen ağzına alan aslında kendisini siyasal İslamcılığ'a  yakın hisseden bir kitledir.

Bu kitle ve onun seçtiği lider kadrosu vs. hiçbir entelektüel birikimi ve endişesi olmayan bildiğimiz köylü muhafazakârlığı içinde insanlardan oluşuyor.

Bu kitlenin bütün ihtiyacı, kendisine emri verecek bir lider seçip ömür boyu ona itaat etmek. Yoksa milletin  gerçek menfaati, millî gurur ve şuur için akılcı yöntemler belirlemek ve  mevcut siyasetin omurgasız uzlaşmacılığından uzak, onurlu bir  siyaset üretmek değil.

MHP’nin yaptığı, iktidarın akılcı eleştiriş ve ona akıl ve vicdan ışığında yol göstermek değil.

MHP bugün, iktidar partisine karşı içten içe bir aşağılık duygusu içinde, taabi olduğu Arapçı dinciliğin itaat kültürüyle sözde siyaset yapmaya çalışan, Türk’ü az, ümmeti bol,  köylü popülisti bir taşra partisinden başka bir şey değil…

Bugün milliyetçilerin önünde iki yol var. Bütün din algısı kadına başını örttürüp ikinci sınıf örgütlenmelerde ona kerhen yer vermek  olan köylü dindarlığı yolundaki MHP’yi  desteklemek….

Veya Türk’ün Dede Korkut’tan beri gelen kendine özgü din algısı ile bireye saygılı, özgürlükçü, lâik ve akılcı bir yol izlemek. Bu yolda örgütlenme saplantısına düşmeden, gönüllülüğe dayanan beraberlikler kurmak. Bu beraberlikler içinde, aklın ve sanatın özgürce üretmesini sağlamak.

İkinci yol, Atatürk’ün Türkiye  Cumhuriyeti için belirlediği medeniyetçilik hedefinin milliyetçi çizgisidir.

Bugün MHP’den beklenen ucuz hikmetler savurup  iktidardan himmet beklemek değil.  Ama bundan öteye gidemeyeceği de ortada…

Bundan dolayı, milliyetçi camia içinde,  bir nevi dinsiz grup gibi algılanan  Türkçüler, artık   ancak dincilikle kendilerini milliyetçi sayabilenlerden kendilerini ayırmalı ve dincilikle uzlaşmaya çalışanlarla hiçbir fikri beraberlik göstermemelidirler.

Çünkü içine dincilik ve ümmetçilik sokulmuş bir milliyetçilik, taşra nüfusundan  dindarlık ile oy almaya çalışmaktan ve dinci iktidar partilerine destek olmaktan başka bir şey yapamıyor.

Ayrıca MHP içinde, lideri eleştiren herkesin ya partiden atılması veya ağır hakaretlere maruz kalması da bu hareketin içinde artık medeni  hiçbir öz kalmadığının açık delili…

Gerçek Türk milliyetçileri yani Türkçüler,  parti kuramasalar da ürettikleri ile Türk Milleti’nin fikir hayatına tesir etmelidirler.  MHP’nin oy avcılığından  vakit bulamadığı ve ayrıca sürekli engellediği entelektüel faaliyetlerle insanların akıllarını ve vicdanlarını ikna etmeye çalışmalıdırlar.

MHP’nin nereye gittiği belli değil ama hiç olmazsa Türk milliyetçileri kendilerine ciddi bir ahlâkî ve akılcı  yol çizmelidirler.

2 Ekim 2012 Salı

Milletleşme Düşmanı Grupların Ortak Ahlâk Yoksunluğu


Etnik terörle ilgili “ Karşılıklı silâh bırakma” ifadesi karşı konulmaz, eleştirilemez bir hümanizm tabusu halini aldı.

Silâh bırakması gereken taraf kimdir? Türkiye’yi ırkçı temelde bölüp, egemenliği paylaşmak veya devralmak isteyen düşmanımız PKK! Türk Ordusu’nun silâh bırakması söz konusu edilebilir mi?

Bir ordu ancak kesin bir yenilgiden sonra silâh bırakır. Oysa Türk Ordusu yenilmemiştir.

PKK bir devletin nizamî ordusu değildir ve bu yüzden herhangi bir savaş mevzuatından yararlanması da söz konusu  değildir. Öyle bile olsaydı Türk Ordusu’nun görevi düşmanı yok ederek zaferi kazanmaktır.

Silâh bırakılacaksa bu bize PKK’nın lütfu olamaz. Silâh bırakma konusunun müzakeresi normal  bir millî devlette ancak düşmanın canının bağışlanması  şartı ile müzakere edilir. Canı için yalvaran bir düşmanla da egemenliğinizi tartışmazsınız.

Oysa bu gün “ulusçulukla hesaplaşan” dinci iktidar partisi,  milletin düşmanına karşı zaaf göstermekte, milletin onurunu korumak bir yana, onu, etnik ırkçı kuduz köpekler sürüsü karşısında, mağlup ve zelil bir pazarlıkçı yerine koymaktadır. Kim ne derse desin dinci partinin bu tavrı dünyanın her yerinde “vatana ihanet”  kabul edilir. Elbette bütün derdi seccadesini özgürce serecek bir köşe bulmak olan siyasal İslamcılık ve onun seçmen kitlesi için Türk vatanının, vatan kavramının, millet olmanın, millî şeref ve haysiyetin, millî değerlerin ve tarihin hiçbir anlamı yok.

Millet olmanın ahlâkî temeline dair bir fikri olmayan, bütün ahlâkı kadını örtmekten ve onu aşağılamaktan ibaret olan, muhaliflerini de aklındaki tek ölçüyle cinsellikle sindirmeye çalışan ve şantajı  ahlâksızlık saymayan bu iki yüzlü kitlenin, etnik ırkçı bebek katillerine karşı devletin tavrının  millet olmanın ahlâkıyla  ilgisini anlaması mümkün değil.

Millet olmanın ahlâkî temeli nedir? Millet, “değere ve kurala dayanan, ” bir toplumsal yapı olduğu içindir ki ahlâkla doğrudan ilgilidir. Bir “zarar vermemek iradesi” olarak ahlâk ancak kuralla yaşamayı, beraberliğinin temeline kuralı koymuş ve kurallı beraberlikle farklılıkları bir bayrak, dil ve tarih içinde birleştirebilen yapılar için yani milletler için değerlidir,  ehemmiyetlidir, hayatîdir.

Milletleşememiş topluluklarda “ahlâk”, beraberliğin temellerinden değildir. Millet dışı topluluklarda, yoğun olarak yaşanan kapalılık ve kıt kültürlülük, fertlerin  beraberliğini, “itaat” üzerinden geliştirir. Kabile liderine, “önderliğe”, aşiret reisine itaat, milletleşmemiş yapılarda  her şeyden önce gelir. Ve meselâ gücü yettiği için taciz ve tecavüzde bulunanlar, böyle yapılarda cezalandırılmaz, dışlanmaz, ayıplanmaz. Veya cemaat imamının dediklerini yaparken cemaat üyelerini haksız yere kayırmanın ahlâksızlık sayılması gerektiği de dinci yapılarda idrak edilemez.

İşte PKK bu yüzden, kendi içine kapalı ve milletleşmenin çeşitliliği ve dönüştürücü gücüne düşman siyasal İslâmcılık ile bu kadar rahat pazarlık edebiliyor. İki grup da Türk Milleti’nin, büyük, dönüştürücü, kavrayıcı kültüründen korkan, içe kapalı ve itaat güdülü toplumsal yapılar. Dolayısıyla, ağalarından  veya örgütün tehdidiyle belirlenen adaylar dışında meclise vekil gönderemeyen etnik ırkçı kesim ile adayları tarikat ve cemaatlerce belirlenip bütün istekleri Türkiye’yi aynı renk türban, cüppe ve aynı boy sakalda “birleştirmek” olan siyasal dincilik, aynı bilinç  seviyesinde ve düşünüş biçiminde hareket ediyor.

Dolayısıyla “silah bırakmak” tabirinin etnik ırkçılarla bizim aramızdaki  anlam farkına dikkat etmeyenler kuru sıkı bir hümanizmle önlerine gelen her değeri istismar ediyor, kirletiyor, bozuyor tahrip ediyor.
Silâh bırakmak konusunda Türk Ordu’sunu pazarlığa sokmak isteyenler, ahlâkî yetmezlikler ve  gerilikleri yüzünden Türk Ordusu’nun hangi değerlerin savunucusu ve koruyucusu olduğunu anlamak istemiyorlar çünkü aynı değerleri anlayacak ne toplumsal yeterlilikleri ne bilinçleri ne de arzuları var.

Türkiye, kendi kızlarına dağda tecavüz edenlerden bağımsızlık, devlet ve ulus bekleyen etnik ırkçılarla devleti ve milleti dolandırmakta mahzur görmeksizin türban ve Arapça ezberlerle istediği her şeyi yapabileceğini sanan, ahlâk fakiri siyasal İslâmcılar arasında şu anda paylaşılıyor.

Türk Milleti bu gün ciddi bir ahlâk sınavı veriyor.

“ Hayırda birbiriyle yarışmayı”,  namazda, örtünmede, Arapça konuşmakta gösteriş yarışı sanan, dinci riyakârlığın fark edilmesi ve artık  siyaset sahasında bu tip bir riyanın istismarına engel olunması, bunun yanı sıra karşısındakini ölümle tehdit ederek demokrasi kuracağını sanan, ırkçı terör örgütünün demokrasi sömürüsünün de ebediyen engellenmesi başta gelen sorumluluğumuz.

 Her ikisi de ancak  zarar verebildiği, ezebildiği, yok edebildiği ölçüde var olabilen bu  iki grubun  gelecekte millî egemenliğe ortak edilmemesi  en mühim iştir. Çünkü bu iki grubun da asıl saldırdıkları mevzi milletleşmenin temelindeki ahlâkî tutarlılık ve değere bağlılık davranışıdır. Türk Milleti, siyasal dinciliği ve etnik ırkçılığı siyaset sahnesinden ebediyen uzaklaştırmadıkça, din ve ırk sömürüsü arasında yıpranmak tan kurtulamayacaktır.

Yazımızı sözleri ayet olmamakla beraber  hanif bir Müslümanlığın örneği olan büyük bir Türk atasının sözüyle bitirelim:

Ne mutlu Türk’üm diyene!

1 Ekim 2012 Pazartesi

Türban Seninle Gurur Duyuyor!




Öyle bir memleket haline geldik ki çocuklarımızın katillerinden gurur duyar olduk…

Bunu yazınca siyaset mi yapmış oluyoruz, meselâ?

Peki ya bu densizliği yapanlar? Onlar ne yapmış oluyorlar?

İnsanlığın bir sınırı var mı? Katillere niye katil diyoruz, onları niye kınıyoruz?

Kadını türbanla ikinci sınıf yaptığımızda namusumuzu kurtarıyor ve evimizi bebek katillerine açarak mı “insan” oluyoruz?

Çok ağır olacak belki ama… Barzani ile gurur duyanlar bana öyle geliyor ki eşleri, başlarında türbanlarıyla o itin adamlarının tacizine uğrasa,  başlarını  çevirip bakmayacak kadar  insanlıktan çıkmış adamlar… Bunun bir başka izahını bulamıyorum.