16 Ağustos 2012 Perşembe

İslâmî Evlilik Sitesinden Caiz Şeyler

Yaşasın! Bıyıkları tam risale bademi!

“İslâmî evlilik sitesi” diye bir şey var…

Oradan evlenirsen İslâmi oluyor. Yok kendi başına evlenecek olursan şüpheli… Her ne kadar hükümet evlilik dışı ilişkiyi zina olmaktan çıkardıysa da  uçkurunuzu kimin çözdüğünü de umursuyor yani!

İmamın huzurunda flört edip risale-i nurdan okumazsan evlilik sakat! Sonra “Vay be ne ettim de zina ettim!” diye ağlamayın! gerçi dediğim gibi hükümet artık zina mina dinlemiyor ama olsun… Sonra cemaatten arkadaşlardan şefkat şamarı falan yersiniz, utanırsınız…

Siteye besmeleyle girip sol ayakla çıkıyorsunuz ki “edebe” uyasınız.
Sitenin en başında takva seviyenizi belirliyorsunuz. Takva seviyenize göre kadın adayların yüz görüntüleri değişiyor. En müttaki erkeklerin “cezve” adayları Taliban burkasıyla gösteriliyor… “Yüzünü görmeyince nereden bileyim?” demeyin, adayın burkasının cinsi ve rengi size ip ucu veriyor.

Flörtün türbanlısı makbul… Hangi cemaatten kızla flört edilecekse ona uygun türban modeli tıklanıyor.

 Erkek yazın haşema, kışın yelken paça pantol giyecek… Fotoğraf biyometrik olacak ve belli dişlere kadar  gülümseme belli olacak… Aksi takdirde takva puanınız düşüyor  ve kadın adaylar arasındaki cazibeniz azalıyor.

Sitenin HTML kodları Arabistan’dan geliyor. Gavurca kod içermiyor.
Ayrıca gerçek isminiz Arapça  değilse site size, uygun takma  isimler öneriyor.
Fotoğrafınızda bıyığınız yoksa  caiz bıyık ve sakal modelleriyle rahatlıkla islâmî bir kişiliğe bürünebiliyorsunuz.

Sanırım site üyeliğinde erkeklerin dört kadına kadar flörtüne izin veriliyor. Sanal imam bir nikah kıyıyor. Nikâhta hangi mezhebe uyulacağına dair öncelikle form dolduruluyor. Nikâhtaki mehirin dörtte biri, Müslümanca bir yaşam tarzının devamı için sitenin imamınca  alınıyor…

Sanal gerdek gecesinde, imam gerekli duaları  kod olarak gönderiyor… Kodları alıp sitedeki şeyinizin şeyine  kopyala- yapıştır yapıyorsunuz tamam! Ekstra güç kuvvet için dua edilecekse elbette azıcık daha zamm-ı mehir gerekiyor.

Evliliği bitirmek isterseniz “Üçten dokuza mı?” “ Sekizden beşe mi?” “Bak dönüşü yok!”, “ Hatunu elletmek istediğinizden emin misin?” “Son şansın!” gibi uyarılar çıkıyor…

Sitenin altındaki akan karınca duasında “ Sitemiz kişisel anlaşmazlıklardan dolayı biten evliliklerden dolayı sorumlu tutulamaz.. Kıymetli eşyanızı girişte  bırakınız… Otopark ücretlidir. Küçük beş risale büyük on…” gibi uyarılara dikkat edilmesi çok önemli…

Böyle siteye böyle  yazı muhteremler!
.

14 Ağustos 2012 Salı

Türk Milliyetçileri MHP’ye Mahkûm Mu?


Milliyetçi yayın organlarında yaygın kanaat, MHP’nin ve liderinin tartışılmaz ve vazgeçilmez olduğu…
Bu kanaatin sebebi  “öğrenilmiş çaresizlikten” başka bir şey değil.
’80 öncesi komünizm işgaline karşı   destansı mücadelesi, milliyetçi camiayı  en azından başlarda lâik, bir ölçüde medeniyetçi ve akılcı ölçülerde derleyip toplamış olması MHP’yi bir efsane yapmıştı. Bu gerçeği kimse inkâr edemez… Öyle ki sanki MHP olmazsa Türk Milliyetçileri çobansız kalmış koyunlar gibi dağılıp gidecekmiş korkusu milliyetçi camiada hemen yayıldı…

MHP maalesef ’80 sonrası siyasî popülizmi  ve geçmiş günlerin zaferlerinin sarhoşluğuyla anlamsız bir dinci tutum benimseyerek “ülkücülüğü” Türk tarihinden, medeniyetinden ve devletçiliğinden ayrı, Arap özentisi tuhaf bir dindarlık haline getirdi.

Bugünkü öğrenilmiş çaresizliğin altında yatan güdülerden biri de bu dinci/ Arapçı özentinin getirdiği lidere tapınma psikolojisi.
Bunlar acımasız tespitler gibi gelebilir ama yapılmaları, ortaya konmaları, milliyetçiliğin istikbali için elzem…
Bunu nasıl bu kadar rahat iddia edebiliyoruz?
Türk milliyetçilerinin unuttuğu  fazilet şu: Hiçbir örgüt insan rızasının üstünde ve ondan daha değerli değildir! Buna devlet de dahildir.

Türk milliyetçileri Arap özentisi dincilikleriyle neticeyi sebepten ayrı tapınılası bir şey gibi görmeye başladıklarından, bir defa kurulan herhangi bir şeyin ilelebet değişmeden kalması gerektiği kanaatini kafalarında kemikleştirmişlerdir. Bunu nereden anlıyoruz? Şu anda kendisini “ülkücü” kabul edenlerin hemen tamamı, dinin Arapçı yorumuna karşı eleştirilere büyük bir kinle ve hınçla yaklaşmakta… Dini, Arapların öğrettikleri, öğütledikleri gibi Arap örfüne göre yaşanan ve yoruma kapalı, değişmeden kalması  gereken bir tür  kutsal ideoloji olarak kabul etmektedirler.

Bu neyi  getirir? Bu kurulan teşkilâtlara, seçilen liderlere değişmez tek varlık olan Tanrı’ın özelliklerini izafe ederek onları bir nevi Tanrılaştırmak bağnazlığını… Bunu yaptığınız takdirde kurumları inşa eden insanların, kurumların tuğlaları arasında kullandıkları rıza harcını görmezden geliyorsunuz demektir.

Fertlerin rıza meşruiyetini göz ardı ettiğinizde;  bir sonraki kaçınılmaz durak, cemaat  durağı olacaktır ki bugün bilhassa ülkücülüğün cemaatçi/tarikatçi bir dinci renk arz etmesinin sebebi budur. Bu durum “lider, doktrin, teşkilat”   gibi iç son derece boş ve fakat bir o kadar zararlı bir sloganla kafalarda betonlaştırılmıştır.

Böylece ülkücüler karılarını eve tıkıp kafalarına türban taktıran, ağızlarından Arapça deyimler eksik olmayan, cemaatlere ve tarikatlere kolaylıkla kapılan ve hatta Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun ‘90ların başında söylediği gibi artık Bozkurt’u kabul etmeyen tuhaf  Filistin/ İran melezi  militanlar imajına bürünmüşlerdir. MHP içindeki ülkücülerle bu açıdan  dinci BBP tabanı “alperenlerinin”   hiçbir farkları yoktur. Türk Ocakları’nın  belini doğrultmaya çalıştığı seksenlerin sonu ve doksanların başında, hemen her faaliyetini sabote eden, basan “ülkücüler” bu dinci tipolojinin örneğiydiler…

Dinciliğin ferdin rızasını fitne kabul eden ve lidere tapınmayı kutsayan çarpık bilincini benimseyen MHP, geçmiş günlerin mirası ve milliyetçilerin vefa duygusundan dolayı hâlâ oy alabilmektedir.
Yoksa kendisi ne oyların rıza özüne ulaşmaya çalışmakta ne de kendini eleştiriye açarak gelişmeye çalışmaktadır.

MHP bugün, siyasi bilincine sızmış Arapçı dinci popülizminin yarattığı oy bağımlılığından dolayı  kendini sorgulayamıyor, tahlil edemiyor. MHP bugün, üyelerinin, sevenlerinin sesine kulak vermek yerine, onların çaresizliklerinin üstüne yatmakla yetiniyor.
MHP, kafasındaki dinci şartlanmadan sıyrıldığı takdirde Türk’ün,  liyakat ve eleştiri örfüne   dönecek ve o zaman budunun iyiliği için vazgeçilemeyecek hiç kimsenin olmadığının farkına varacaktır. Budunun iyiliğini düşünürken rızayı gözetmekte gafil olmayacaktır.  Birine “başbuğ” dendiğinde, bu, onun töreye bağlı kaldığı müddetçe “baş” olacağı ve aldığı “kut’u” koruyacağı anlamına gelirdi. Türk Milleti “kut’u”, meşruiyet ve ahlâk sınamasına kesin bir dürüstlükle bağlı kılmıştır.

Oysa dincilikle ifsat edilmiş  milliyetçi hareket, ferdi rızasını  ezmeyi kendine görev bilirken “kul hakkının” bireysel ve aşılamaz bir şart olduğunu unutmuştur.
Bu yüzdendir ki eğer  MHP, Türk milliyetçiliğinin fikri gelişimini,  tepkisel yeterliliğinin siyasi mülahazalarla engellemekte beis görmüyorsa yıkılıp yerine daha akılcı, daha rızaya ve liyakate dayalı başka bir milliyetçi teşkilâtların her zaman kurulabileceği  akılda tutulmalıdır. (Aynı şey Türk Ocakları için de geçerlidir. “Bilge” diye tanıtılan vazgeçilmez “ağabeyler” Türk Ocakları gibi bir yüce kurumu kahve muhabbeti kıvamında sığ siyasî mülâhazaların ve beklentilerin batağına itmiştir, itmektedir.)

MHP yönetimi şunu bilmelidir ki Türk milliyetçiliği bir takım “başbuğların” insanüstülüğünden dolayı değil, mensuplarının gönüllü iştirakinden dolayı vardır ve olacaktır. “Başbuğun” kutu, onun tanrı katından geldiği farz edilen seçilmişliğine gösterilen rıza ile vardır; onun insanları ezen ve sorgulanmayan herhangi bir otoritesinden dolayı değil…

Liderin, buduna liyakatine ve rızaya bağlılığına bakmayarak ona tapınan herkes zelil olmaya mahkûmdur. Liderin liyakatini sorgulamak da    bütün Türk’lerin hakkı ve görevidir!
Bu açıdan ne MHP ve ne de onun liderleri vazgeçilmezdir.

Türk milliyetçileri artık her Türk’ün bir bayrak olduğunu bilerek okumalı, yazmalı ve eleştirmelidir. Türk milliyetçileri, Türk’ün, sürüleşmeye muhtaç olmadan yaşayabilen devlet kurabilen bir insan adı olduğunu artık idrak etmelidir. Türk milliyetçileri, Türk teşkilatlanmasının tapınıcı değil, akılcı ve ahlâkçı olduğunu artık idrak etmelidir.

Granit kaplı gökdelenlerde yazmadan, okumadan duran ve fakat üreten, akleden, eleştiren  herkesi hikmetinden sual olunmayan “reislerin” otoritesiyle susturan bir   teşkilâta hiç kimsenin ihtiyacı yok!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Milliyetçilerin Sosyalizm Özentisi Ve Kapitalizm

Dönüşüm
-Kapitalist domuzları indirin!

- Başkan Nzimande  yeni arabanız geldi.
"Poof"!
- Ne?

Türk milliyetçiliğindeki ideolojik yetersizlik, bilgi noksanlığı  ve  dinci eğilimden kaynaklanan yaygın kollektivist yönelimden bahsetmemiz mümkün.

İçeriksiz kapitalizm  tanımlarına dayandırılan, iktisat felsefesinden uzak, ve tamamen Marksist ekonomi politiğin hurafelerine dayanan bir dağarcık milliyetçi camiada özellikle gençleri ele geçirmiş durumda. Bu çok üzücü.

Özellikle genç kesim, tepkisellikte ve bütüncül düşünüşte sosyalistleri örnek alıyor ve maalesef bunun farkında bile değil.

“Kapitalizm” hakkında konuşurken “kapitalizm” teriminin bir iktisat terimi olmaktan ziyade  piyasa iktisadına karşı yöneltilmiş bir Marksist hakaret  deyimi olduğunu bile bilmeden kendilerince derin tahlillere giriyorlar. İşin kötüsü şu ki tahlilleri birbirinden kopuk  ve yaygın moda ezberlerden öteye gidemiyor.
Ağzını açan, seri üretimin kötülüğünden, tektipleştiriciliğinden, bireyi ezişinden bahsediyor ama kendilerince derin bu keşifler arasında bir  illiyet/nedensellik ilişkisi de kuramıyorlar.
Bunun sebebi Marx’ı bir ahlâk abidesi olarak görerek dünyayı onun hurafeleriyle açıklamayı kendilerince tek zararsız ve ahlâkî biçim olarak  benimsemeleri…

Öncelikle  özellikle genç milliyetçilerin ahlâkla ilgili kabullerinin yanlışlığını ortaya koymamız gerekiyor.
Ahlâkî  yargıda kollektif değer ve normaların kullanılması, ahlâkın öznesinin birey/fert olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Yani hiç kimsenin davranışı, “toplumun suçu olarak” hoş görülemez ve ahlâkî  yargılamadan muaf tutulamaz.

Milliyetçiler, sosyal bilimlerdeki felsefi yetersizliklerinden ve dinci yönelimlerinden dolayı, ferdi/ bireyi, “kapitalizmin uydurduğu bir tür  ahlâkî şeytan” olarak görmek eğilimindeler.
Fert gerçekten sadece kapitalistlerin uydurduğu bir şey mi?

Ama bundan önce kapitalizmin tanımını yapmamız icap ediyor. Bunu yapmamız, kapitalizmin tanımını yaptığını zannederek bozuk gözlerle ona bakıp orasını burasını el yordamıyla yokladıktan sonra  onu tanıdığını sananların fikrî dağınıklığını ve şartlanmasını gidermek için gerekiyor.

“Kapitalizm,    bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti temel haklarına tam bir riayetin güvence altına alındığı toplumlarda yürüyen mübadele rejiminden başka bir şey değildir.”

“Kapitalizm” kelimesini türeten ve kendisine bütün olumsuz izlenimleri yüklemeye kalkan sosyalist/kollektivist okula rağmen o yalnızca liberal/özgürlükçü bir iktisadî süreçtir.
“Modanın şeytanî kötülüğü”, “üreticilerin diktatörlüğü” gibi popüler martavallardan sıyrılabilmenin yolu öncelikle  neyi, nasıl yaşadığımızın farkına varmaktır.
Bunu belirtmemizin  sebebi, konunun sürekli  teorik temelde  tartışılmasına karşı özellikle gençlerde  ortaya çıkan hayatın kötü örnekleriyle yanlışlama gayretleri ve tartışmayı küçümseme eğilimi.

Her şeyden önce kapitalizmle ilgili tanımımıza dönmekte fayda vardır.  Meselâ “şeytan üreticiler” fikriyle  dünyayı keşfettiğini sanan gençlerimiz ve zaten aslında ideoloji diye bir şeyin olmadığını savunan “ağabeylerimiz”, ayaklarındaki marka spor ayakkabıların veya her yıl ağızlarının suyu akarak  almaya uğraştıkları modelli arabaların, aslında tahkir ettikleri üreticilerin eseri olduğunu maalesef fark edemiyorlar.

 Bunları almaya üreticiler ve reklamcılarca  mecbur edildiklerini çocukça bir saflıkla iddia ettiklerinde ise “Aslında bizim irademiz yok!” demekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Hayatı felsefesiz yaşayanlar, sonuçları görüp nedenleri göz ardı edenlerdir. Kendilerinin tüketime zorlandığını iddia edenler, şunu fark etmemektedirler: Her üretilen gerçekten tüketilmekte veya iktisadi  deyimle talep edilmemekte ve dolayısıyla “mal olmak” niteliğini kazanamamaktadır.
Dünyadaki her icat taleple ödüllendirilmiş midir? Elbette hayır! Peki ama  üreticilerin “tüketici” denen “irade yoksunu” sığır sürüsünü gütmesi ve onu sağması gerekmiyor muydu?
Veya şunu sormamıza izin verilmelidir: Tırnaklarınız için besleyici bir çikolatalı pasta ürettiğimi iddia etsem ve bunun reklâmını yapsam, tepkiniz ne olurdu? “Yahu adam madem üretmiş illâ ki bir hikmeti vardır!” veya “ Ah işte yeni bir şey! Hemen almalıyım!” diyerek markete mi koşarsınız? Yoksa; “Tam bir saçmalık!”, “İşim olmaz!” vs diyerek bana güler miydiniz?
O halde üreticilerin tüketiciler üzerinde şeytanî bir egemenlikleri falan yoktur.
Burada Avusturya Okulu’nun dahi iktisatçısı Mises’in “Herkes, aynı zamanda hem üretici hem tüketicidir…” tespitini hatırlamamız elzemdir.
Marx’ın durağan ve tek yönlü izahının aksine, herkes hem elindeki malı arz eder hem de başkalarının elindeki malı talep eder. Burada dikkat edilmesi gereken ama gereken dikkati asla görememiş husus şudur: Burada bahsedilen  “herkes” zamiri, her biri bir irade sahibi olan fertleri geneller!

Yani her bir fert, başka fertlerin rızasına hitap etmek mecburiyetindedir.  Her alışveriş, fertlerin birbirlerinin “değerlerine” dair karşılıklı gösterdikleri rızanın ifadesidir. Üretici malının değeriyle ilgili beklentisini ifade ettiğinde tüketici bu değer beklentisi ile kendisinin malla ilgili beklentisinin uyuştuğuna ikna olduğunda alışveriş gerçekleşir. Yani alışveriş bir rıza  ve irade eylemidir, bir kandırmaca değil!

Burada kapitalizmin tanımının ilk yarısını hatırlamakta fayda vardır: “Kapitalizm,    bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti temel haklarına tam bir riayetin…” Bu şu anlama gelir: Bireyin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına riayet edilmediği hallerde kapitalizm var olamaz.

Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Diğer bireylerin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına aykırı davranan bireylerin, mübadele rejiminde yerleri olamaz.

Yalancı şirketlerin varlığı, kanunsuz işlemler kapitalizmin kötülüğünden  kaynaklanmaz. Hürriyet ortamının kötüye kullanımından kaynaklanır. Hürriyetin kötüye kullanımı hürriyetin kötülüğünden değil, insanların bireysel kötü davranışlarındandır.

Eğer bunu anlayamıyorsanız hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının reddedildiği veya kısıtlandığı bir rejimde, istediklerinizin olup olamayacağını düşünmelisiniz.
İnsanların yalan söylemeleri, zorbalık etmeleri gibi suçları engellemenin yolu acaba onların hayat, mülkiyet ve ifade hürriyetlerini yok etmek midir?  İnsanların mülkiyetlerini reddettiğinizde, hırsızlık biter mi? İnsanları öldürdüğünüzde, başkalarını öldürmelerini engellemiş olur musunuz? İnsanların konuşmalarını yasaklarsanız, yalan söylemelerini engellemiş olur musunuz?
Eminim sosyalistler ve çoğu milliyetçi, bu sorulara heyecanla “Evet!” diye cevap verecektir.
Eğer insanların suç işlemelerini önlemek ve adaleti sağlamak için onları öldürüp mallarını müsadere edip susturmak yeterliyse neden  dünyadaki  örnek alabileceğimiz devletler, bunları yapmak yerine hukuk karinelerine  bağlı kalmayı ve özgürlükleri korumayı seçmiştir?

Neden insan öldürmekte, insanları susturmakta veya yağmalamakta tereddüt etmeyen SSCB, ayakta kalamamış ve daha önemlisi insanlarını mutlu edememiştir? Sosyalistlerin bu soruya “Sosyalizmin pratiğindeki hatalar…” nakaratıyla cevap vereceğini zaten biliyoruz ama asıl merak ettiğimiz, yıllarca “antikomünist” olmak iddiasıyla mücadele eden milliyetçilerin ne düşündüğüdür.

Milliyetçiler özgürlüğün, bireyselliğin birer fitne sebebi sayıldığına dair siyasal  dinci telkinlerden fazlaca etkilenmişlerdir. Bunun bir sebebi de toplumsal tabanlarının büyük ölçüde köylü oluşudur.   Çoğu milliyetçi henüz şehirleşmenin getirdiği farklılığı, menfaat çeşitliliği ve işbirliğini, iş bölümünü  idrak edemeyecek kadar köylüdür. Köylülüğün ayırt edici özelliği ise aynılaşmanın yegâne güvenli yaşam tarzı sayıldığı cemaatleşmenin erdem sayıldığı kapalı toplum  bilincidir…

Böyle bir toplumda liyakatin kişinin faziletleriyle ve gelişmişliğiyle bir ilgisi yoktur. Ülkücülerin lidere, doktrine ve teşkilâta bağlılığına bakın, orada köyünün ihtiyarlarına sorgusuz sualsiz hürmet ederek komşu köyden gelen gelini “dışarılıklı” sayan  köylü zihniyetini bulacaksınız.
Bu zihniyetin, bireyselleşmeyi, aynı toplumsal kimlik altında farklılaşmayı,  farklı menfaatler arasındaki uyumu ve işbirliğini, iş bölümünü anlamasını beklemek fazlasıyla iyimserlik olur…

Ama bu zihniyet sahiplerinin,  “ağabeylerin” dersleriyle beyni yıkanmış  şakirtler haline gelmesi, tarikatlerde Müslümanlık öğrenip geleni geçeni tekfir etmesi,  döneminde her hükümdarlığın tipik müşevviklerinden olan din  egemenliğine yönelik bir siyasî ilkesi olmaktan ileri gitmeyen “ilayi kelimatullah”  gibi terimleri  şeriat devleti kurmak için “Türk İslâm ülküsü” sanması şaşırtıcı değildi.
Aynı zamanda, paylaşmanın erdemini bilmesi  ama bunun erdem olmasını sağlayan şeyin gönüllülük olduğunu anlayamaması da normaldi. Şimdilerde politik analiz yapan hemen her milliyetçinin Marksist hurafeler  ve terminoloji yığınından iştahla yararlanması da bunun delili… İnsanların elindekini devlet zoruyla alarak dağıtmanın ahlaksızlığını idrak edemeyen milliyetçiler, kapitalizmi kötülerken bu yüzden aslında neyi övdüklerinin farkında bile değiller…
Çünkü  milliyetçiler, toplumun kendi köylerindeki gibi aynılaşmış ve değişmez  cemaatlerden ibaret olması halini idealize etmektedir ki bu  değişmez bir sınıfsız toplum ütopyasıyla gayet rahat uyuşmaktadır. Çünkü milliyetçiler Merhum MERİÇ’in “Çünkü sınıf ancak bilinçtir” mealindeki sözde derin Marksist tespitine bağlanmaktaki gayretlerini sınıf fikrinin saçmalığını düşünmek için gösteremeyecek kadar kapalı toplumcudur, köylüdür. Bu yüzden, onların köylülüklerindeki “değişmemek için benzeşmek” refleksi, Marx’ın sınıf bilinci uydurmasına, denk düşmektedir.
Kapitalizm diye tabir edilen piyasa ekonomisi, kahir ekseriyetin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına riayeti sayesinde yürür… Eğer ekmek, ayakkabı, simit, kitap almakta zorlanmıyorsanız bunun sebebi, bunları yaparak veya satarak menfaatlerini sağlayan insanların özgür olmalarıdır.
Bir memlekette kaç fırın açılması gerektiğini insanlara emrederek ekmek fiyatlarını düşüremez ve insanların ekmeğe ulaşmalarını kolaylaştıramazsınız.
İnsanlara ne düşünüp ne söylemeleri veya yazmaları gerektiğini emrederek bir memlekette yaratıcı faaliyeti  ve buna  bağlı olarak maddi  ilerlemeyi sağlayamazsınız.
İnsanları öldürerek onlara “Sizi katillerden koruyoruz!” deyip içlerini rahatlatamazsınız.
Piyasa ekonomisi işlemiyor olsaydı herkesin her yeri yağmalaması gerekirdi. Ve eğer herkesin her yeri yağmalaması “norm” olsaydı toplum yok olur, insan nesli tükenirdi. E kaldı ki hiçbir devletin gücü
Biricik yağmacıyı devlet haline getirdiğinizde, yağmayı bütün topluma yayarak adaleti sağlamış olmazsınız, sadece sorgulanamaz ve yargılanamaz büyük bir hırsız yaratmış olursunuz. O yüzdendir ki ağızlarını her açtıklarında, piyasa ekonomisine söven bazı milliyetçiler, neyi niçin istediklerini daha iyi tahlil etmelidirler. Mülkiyeti inkâr hırsızlığı yok etmez, mülkiyetin yağmasını yaygınlaştırır veya tekelleştirir.
Yapılması gereken kötü davranışları genelleyerek sistemleri eleştirmemek, sistemlerin teorik  temellerini ahlâka dayalı bir fayda mantığı ile sonuçları bakımından mukayese etmektir.
Buradaki “ahlâk”, ferdin zarar vermemek iradesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla ferdin zarar vermemek iradesini sakatlayan tutumların varlığı, hem iradeyi yok etmekten dolayı bireyin ahlâkî davranmasını engeller hem de toplumda ahlâkî normların yok olmasına sebep olur.
Bu yüzdendir ki bir serbest piyasa ekonomisi rejimi olarak kapitalizmi,  kendi ahlâkî açılarından kınayan milliyetçiler, “ahlâk için özgürlüğü yok etmek”  çelişkisinin, milleti hangi felâketlere sürükleyeceğini idrak etmelidirler.

Araba almak için araba pazarlarına akın eden ve sohbetlerinin yarıdan fazlası bu olan çoğu milliyetçi,  araba pazarına gidebilmek özgürlüğünün kapitalizmin ta kendisi olduğu ve “devlet eliyle araba pazarı” diye bir seçeneğin de olamayacağı gerçeğini artık idrak etmelidir.

Milliyetçi siteler veya dergiler yayınlamak için çırpınanlar, bunun maddi bedelini ödemenin yeterli olduğu bir özgürlük ortamının, kapitalizmin ta kendisi olduğunu, insanların ceplerinde devletin elinin olduğu bir memlekette, bunun yapılamayacağını bilmelidirler.

Veya hükûmetleri alabildiğine eleştirebilmenin bir hak olduğunu düşünürlerken bunu yapabilmelerini sağlayan şeyin, birilerinin emri değil, hükûmetlerin keyfî müdahalelerine karşı korunması gereken temel haklar olduğunu, bunların da bir komuta düzeni olan sosyalizmin değil  sürekli tahkir ettikleri kapitalizmin temelleri olduğunu artık idrak etmelidirler.

Milliyetçilere düşen, sosyalistlerin  Marx’ın hurafelerine dayanmaktan başka bir şey olmayan ezber analizleri bir tarafa bırakarak yaşadıkları hayatın gerçeklerinin  hangi ideolojinin fikrî ve ahlâkî  temelleriyle uyuştuğunu anlamaya çalışmak… Aksi takdirde sosyalist enternasyonalin taklitçi köylü çocuğu hayranlarından öteye gidemeyecek ve Türkiye’yi kendi köylerine dönüştürmekten başka bir şey de yapmamış olacaklardır.

Ramazan Ayı'nda Bir Çocuğumuzu da SEN Güldürmek İster misin?

LÖSEV, Türkiye genelinde yaklaşık olarak 11.500 lösemili aileye mutluluk kolileri dağıtıyor.

Vakıf, zorlu tedavi sürecinden geçen lösemili ve kanserli çocukların moral kazanmaları için Türkiye’nin dört bir yanında Ramazan’da iftar yemekleri de düzenleyerek yüzlerce aileye ulaşıyor. Eğer sen de bir koli mutluluk armağan etmek istersen farklı paketlerdeki yardım seçeneklerinden en uygununu seçip bu kutsal ayda desteğini gösterebilirsin.

Detaylı bilgi için www.losev.org.tr sitesi veya www.facebook.com/losev0660 Lösev Facebook sayfasını ziyaret edebilirsin. Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile paylaşımlarınla destekleyebilirsin.


Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Etnikçilik Karşısında Düşük Kalorili Dincilik Salatası: MHP


MHP’nin son dönemde akl-ı selim diye nitelendirilen, yere göğe konmayan bir tavrı var: AKP’yi hemen her konuda desteklemek…

“Memleketin şu halinde iktidarı yıpratmamak…” adına sürekli tekrarlanan bu davranışı artık kaygı verici bir hale gelmiş vaziyette…
MHP’nin toplumsal olaylarda tahriklere cevap vermeme gayreti takdir-i şayandır.
Buna karşılık MHP artık  memleketin haline karşı her türlü tepkiyi soğurmak, söndürmek gibi bir  görev yapıyor gibi görünüyor.

“Ben bilmem başkanım bilir” tavrı milliyetçi camiayı bir “MHP genel başkanı sürüsü” haline getirmiş vaziyette. Milliyetçi aydınların bir kısmı, MHP’yi akılla ve vicdanen eleştirmek yerine MHP genel başkanından (liderden) gelen her şeyi takdis etmeyi kendilerine görev biliyor gibi… MHP’nin şu anki hali “Şeyh uçmaz mürit uçurur!”  benzeri…

Bu benzetme aslında epey gerçek…
Çünkü MHP’nin bu iktidar payandası tavrının altındaki güdü, “Türk-İslâm” diye başlayan popülist  sentetik ve köksüz siyasal İslâmcı hurafe…

MHP, seçmeniyle yönetimiyle adeta tekfir edilmekten ve Müslüman oylarını kaybetmekten korkarak ağzını her açtığında, dincilere hoş görünme çabasına girişiyor.
MHP “Türk Müslümanlığının”  şeklini ve yaşanışını anlamak ve savunmak yerine Arap özentilerinin dilini ve tavrını benimsiyor. Dolayısıyla ikinci el bir Arap özentisi hafif dinci parti şekilsizliğine gömülüyor.
MHP artık şu “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın!”, sloganik tekbir vs. sloganlarını tamamen terk etmelidir.
MHP’nin lidere tapınıcı tavrının arkasında tamamen  Arap dinciliğinin tarihî/ siyasi motifi vardır. MHP maalesef Türk örfüne dayanan “liyakâtele denetleme” tavrını  ve fikrini terk edip  kerameti kendinden menkul lider  fikrine biat etmiştir. Türk milliyetçileri siyasi hareketin dinci popülizmi ile uyuşturulup aklen ve vicdanen köreltilmiş, kötürüm edilmiştir.
Memleketin alenen bölündüğü şu günlerde mecliste “akl-ı selim” namına bulunmamak ve politikası hiçbir şekilde anlaşılamayan  siyasal dinci bir partiyi desteklemek, milliyetçi akla ve vicdana tamamen aykırıdır. Arap hilekârlığı ve hesapçılığı bir siyasal dinci parti için değer taşıyabilir ama MHP gibi bir parti, hareketlerini entrikaya göre ayarlayamaz, ayarlamamalıdır.
MHP’nin sığ siyasal dinci popülizmi onun vicdanına göre hareket etmesine engel oluyor, bu artık anlaşılmalıdır.
MHP milliyetçi denecek insanların maalesef tek temsilcisi olduğu içindir ki bugün meclistedir ama yaptıklarının milliyetçilikle ilişkisi çok şüphelidir.
Zamanı ve zemini kollayarak nabza göre şerbet vermek işini politika  olarak yürütmek milliyetçiler için aslında züldür ve MHP bundan başka bir şey yapmamaktadır. MHP’nin görevi milletin vicdanına tercüman olmak, millî menfaatlerimiz açısından gerekeni,  pozisyon falan kollamadan olduğu gibi söylemektir.

Artık 1980 öncesinin şanlı mirasının arkasına sığınarak eleştirileri susturmak  kabadayılığı, kimseyi  ilgilendirmiyor, korkutmuyor. MHP’nin ’80 sonrası durumu, kendi başına incelenmeli ve cesaretle eleştirilmelidir. MHP ’80 sonrasında ilkeli ve akılcı tavrını terk edip siyasal dinciliğin  tadını almış, tarikatlerin ve cemaatlerin  güdümüne girmiştir.

MHP’nin dinciliğe yaklaşma çabaları her zaman sonuçsuz kalacaktır ve hatta kendi tabanının siyasal dinciliğe kaymasına da yol açacaktır, açmıştır! MHP şunu anlamalıdır ki insanlar MHP liderinin veya kadrosunun hikmetlerinden dolayı milletini sevip Müslümanca davranmıyor… Kimse kusura bakmasın ama MHP olsa da olmasa da Türk çocukları milletlerini sevip millet bekası için mücadele edecektir. Ve belki  MHP’nin siyasal dinci popülizmiyle uyuşturulmasa, Türk çocuğu çok daha  üretici ve akılcı olabilir…

Memlekette etnik ırkçılık,  alıp başını giderken  her gün he türlü ihanetle ve tehditle  gündemi belirlerken Türk insanının, haftada veya ayda bir  MHP liderinin  ağzından “iktidarı yıpratmayacak, dinci seçmeni küstürmeyecek”  suya sabuna dokunmaktan duyduğu rahatsızlıkla da mazur bir iki lâf işitmesi artık sabrı ve tahammülü zorluyor.

MHP, olayları, ancak kendi aklının hızıyla algılayıp zaman zemin kollamaktan konuşmaya zaman bulamayan, popülist hafif dinci liderinin ve siyasî bilincinin hikmetlerini beklemeye devam ederse; memleketin etnik ırkçılıkça bölünmesine ağzı açık ayran budalası gibi seyirci kalacak… Ondan sonra da zaten milliyetçiliğinin kimseye bir gereği ve faydası kalmayacak…



9 Ağustos 2012 Perşembe

Kimin Cenazesi


Amca oğlunuz, diyelim ki PKK’ya katıldı… Ne yaparsınız?
Meselâ… Sadece meselâ…

Amcanıza gidip her gün,   dağdaki oğlunun halini hatırını  mı sorarsınız? “Amca çamaşır neyin ihtiyacı varsa  yengesi yollasın. ..” mı dersiniz? “Amca şafak kaç? Bir sıkıntısı var mıymış dağda?” falan mı dersiniz?

Veya amca oğlunuzu PKK “celbine” gönderirken sallanan çaputu hatıra diye saklar mısınız? Meselâ! Sadece meselâ!
Yoksa “Benim senin gibi amca oğlum artık yok!” mu dersiniz?
Herhalde onu reddedersiniz, değil mi?
Hatta bunu alenen yaparsınız ki onunla bir ilginizin olduğu sanılmasın diye değil mi?
Öyle şeyler vardır ki bütün yakınlıkların, akrabalıkların ötesinde bağlayıcıdır, vatan  ve millet sevgisi, bağlılığı gibi…
Amcaoğlunuz size kızıp kavgada gözünüzü morartsa  gün gelir; sarılır, affedersiniz…
Ya komşunuzun askerdeki oğlunu, alnının çatından vursa; şehit etse?

Canım amca oğlum dururken elin oğlunun derdini mi çekeceğim?” mi dersiniz? Böyle düşünmeyi kendinize yedirebilir misiniz?

İnsan aileleri hayvan sürülerinden farklı olarak sadece  kan bağından, zürriyet bağından oluşmaz.
İnsan aileleri bunların ötesinde değer bağlılığından dolayı vardır. Bundan dolayıdır ki kayıttan ve şarttan ari bir mutlaklık taşımaz!

En çok merak ettiğim: Ailesinden biri, PKKlı bir katil olan,  herhangi bir insanın, devletin en mahrem bilgilerine ulaşabilmesinin mümkün olup olmadığı…

Ve meselâ öyle biri varsa, o PKKlı katil öldüğünde; cenazesine gidip gitmeyeceği? Büyük ihtimalle devlete ve Türk  Milleti’ne kin kusmak için bir direğe çekilecek kuduz köpek sürüsü çaputunun altında oturup taziyeleri kabul  edip etmeyeceği…

Ve tutup meselâ  telef edilmiş katilin babasına “ Amca merak etme, oğlunun kanı yerde kalmayacak! Onu vuranı bulup bizzat ben cezalandıracağım! Vatan(!) sağ olsun!” deyip demeyeceği…

Hakikaten devletin gücünü elinde  tutan  böyle bir adam olsa… Acaba o katil köpeği telef eden devlet görevlisi hakkında soruşturma açtırır mıydı? “Onlar da bizim  çocuklarımız niye vuruyorsunuz?” diye azarlar mıydı onu?
“Meselâ” diyorum, sadece meselâ…

5 Ağustos 2012 Pazar

Blogcunun Derdi


Blogumun okunurluğu düşmüş…
Pekâlâ...Senin blogunu okuyabilirdik.. Veya sen bize yalnızca okulda gününün nasıl geçtiğini anlatabilirdin
Eskiden de okuyan pek yoktu zaten. Millet ne okumak istiyor, gerçekten bilemiyorum.


İnternet kullanıcısı ne okumak istiyor? Vatan millet mevzuları yazdığımızda da doğru dürüst okuyan yoktu…

Blog  bir internet günlüğü ise kişisel düşünceleri ve izlenimleri yazalım.. O da değil.
Blogculuk bir tür kes yapıştır  işine döndü gibime geliyor. Yemek tariflerini kes, son moda giyecekler, teknolojik dedikodular vs vs vs…
Bugün hava gerçekten sıcak… Pencereden biraz esiyor ama.
Bloglar ilgi bekliyor. Kim ne derse desin... İnsanlar, blogları aracılığı ile açılmak istiyor dünyaya… Oysa bloglar günden güne daha kişiliksiz, daha standart birer gazete veya dergi haline geliyor. Belki bunun sebebi büyük yayın organlarının blog alanlarına el atması ve yayın politikalarını belli başlıklar altında yönlendirmesi.

Böyle olmayınca blog  genişleyemiyor Genişleyince de kişiselliği kayboluyor. Genel geçer ve tartışılmaz objektiflikte şeyler yazınca ancak kitlesel aracılara ulaşabiliyorsunuz. O zaman kişisel düşüncenin kışkırtıcılığının ne anlamı kaldı ki?

Gene de blog yazmak bir zevk… Kutu kutu bir yazı köşesi…
Ben blogumu seviyorum.

,

4 Ağustos 2012 Cumartesi

İşte Bu Mahallede Yaşar Perihan Abla


“Perihan Abla” kötü bir dizi miydi? Zamanında solcu bir vekil, milletin kültürünün “Perihan Abla” seviyesinde olduğunu söyleyip dalga geçmişti.

Bunu söyleyen vekil muhtemelen Allah’ın günü Rus klâsikleri okuyup varoluşçuluk hakkında kafa yoruyordu.

Bizim bildiğimiz vekiller iş bulma kurumu gibi çalışır. Etnik ırkçılık, cemaatçilik,  tarikatçılık, mezhepçilik, ahiret emlâkçiliği falan gibi işlerle uğraşıp geçinip giderlerdi.
Perihan Abla kötü bir dizi miydi? Ne aşılardı seyircisine?

Bayramında,  düğününde, cenazesinde bir arada yaşayan sırada Türk mahallesinin hikâyesiydi, “Perihan Abla”. Safiyetin, masumiyetin, affediciliğin dizisiydi, “Perihan Abla”…

Ve bunlar sözüm ona toplumcu bir vekilin canını sıkmıştı. Doğru ya… Bunların ne gibi bir öğreticiliği olabilirdi ki? Her sahnesinde ırza geçen  kötü ağaların tiksindirici öyküleri dururken sıradan Türk insanının yaşantısından kim ne öğrenebilirdi ki?

Ve sonra ekranlarımız, sosyalist balgamların öve öve bitiremediği, etnik kindarlıkların, kan davalarının, iki yüzlü namus gerginliklerinin, ayrılıkçılığın yatağı haline geldi.

Doğruydu aslında vekilin söyledikleri… Bu toplumun “Perihan Abla’dan” edineceği hiçbir şey yoktu. Kadını öldürüp adalet karşısında köpekleşen kartondan kahramanların etnik hırçınlıkları dururken artık “Perihan Abla” kimi nasıl eğlendirebilirdi?

Aslında Perran KUTMAN ders vermekten vazgeçmedi ve “Hayat Bilgisi’nde” umutsuz  çabasını sürdürdü… Safiyetin, masumiyetin ve affediciliğin, bir bayrak altındaki medeniyet mücadelesinde bayraktarlık yaptı…

 Çok yaşa sen Perran KUTMAN… Çok yaşa “Perihan Abla”!