|
Dönüşüm
-Kapitalist domuzları indirin!
- Başkan Nzimande yeni arabanız geldi.
"Poof"!
- Ne?
|
Türk milliyetçiliğindeki
ideolojik yetersizlik, bilgi noksanlığı
ve dinci eğilimden kaynaklanan
yaygın kollektivist yönelimden bahsetmemiz mümkün.
İçeriksiz kapitalizm tanımlarına dayandırılan, iktisat felsefesinden
uzak, ve tamamen Marksist ekonomi politiğin hurafelerine dayanan bir dağarcık
milliyetçi camiada özellikle gençleri ele geçirmiş durumda. Bu çok üzücü.
Özellikle genç kesim,
tepkisellikte ve bütüncül düşünüşte sosyalistleri örnek alıyor ve maalesef
bunun farkında bile değil.
“Kapitalizm” hakkında konuşurken
“kapitalizm” teriminin bir iktisat terimi olmaktan ziyade piyasa iktisadına karşı yöneltilmiş bir
Marksist hakaret deyimi olduğunu bile
bilmeden kendilerince derin tahlillere giriyorlar. İşin kötüsü şu ki tahlilleri
birbirinden kopuk ve yaygın moda
ezberlerden öteye gidemiyor.
Ağzını açan, seri üretimin
kötülüğünden, tektipleştiriciliğinden, bireyi ezişinden bahsediyor ama
kendilerince derin bu keşifler arasında bir
illiyet/nedensellik ilişkisi de kuramıyorlar.
Bunun sebebi Marx’ı bir ahlâk
abidesi olarak görerek dünyayı onun hurafeleriyle açıklamayı kendilerince tek
zararsız ve ahlâkî biçim olarak
benimsemeleri…
Öncelikle özellikle genç milliyetçilerin ahlâkla ilgili
kabullerinin yanlışlığını ortaya koymamız gerekiyor.
Ahlâkî yargıda kollektif değer ve normaların
kullanılması, ahlâkın öznesinin birey/fert olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Yani hiç kimsenin davranışı, “toplumun suçu olarak” hoş görülemez ve ahlâkî yargılamadan muaf tutulamaz.
Milliyetçiler, sosyal
bilimlerdeki felsefi yetersizliklerinden ve dinci yönelimlerinden dolayı,
ferdi/ bireyi, “kapitalizmin uydurduğu bir tür
ahlâkî şeytan” olarak görmek eğilimindeler.
Fert gerçekten sadece
kapitalistlerin uydurduğu bir şey mi?
Ama bundan önce kapitalizmin
tanımını yapmamız icap ediyor. Bunu yapmamız, kapitalizmin tanımını yaptığını
zannederek bozuk gözlerle ona bakıp orasını burasını el yordamıyla yokladıktan
sonra onu tanıdığını sananların fikrî
dağınıklığını ve şartlanmasını gidermek için gerekiyor.
“Kapitalizm, bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti
temel haklarına tam bir riayetin güvence altına alındığı toplumlarda yürüyen
mübadele rejiminden başka bir şey değildir.”
“Kapitalizm” kelimesini türeten
ve kendisine bütün olumsuz izlenimleri yüklemeye kalkan sosyalist/kollektivist
okula rağmen o yalnızca liberal/özgürlükçü bir iktisadî süreçtir.
“Modanın şeytanî kötülüğü”,
“üreticilerin diktatörlüğü” gibi popüler martavallardan sıyrılabilmenin yolu
öncelikle neyi, nasıl yaşadığımızın
farkına varmaktır.
Bunu belirtmemizin sebebi, konunun sürekli teorik temelde tartışılmasına karşı özellikle gençlerde ortaya çıkan hayatın kötü örnekleriyle
yanlışlama gayretleri ve tartışmayı küçümseme eğilimi.
Her şeyden önce kapitalizmle
ilgili tanımımıza dönmekte fayda vardır.
Meselâ “şeytan üreticiler” fikriyle
dünyayı keşfettiğini sanan gençlerimiz ve zaten aslında ideoloji diye
bir şeyin olmadığını savunan “ağabeylerimiz”, ayaklarındaki marka spor
ayakkabıların veya her yıl ağızlarının suyu akarak almaya uğraştıkları modelli arabaların,
aslında tahkir ettikleri üreticilerin eseri olduğunu maalesef fark edemiyorlar.
Bunları almaya üreticiler ve
reklamcılarca mecbur edildiklerini
çocukça bir saflıkla iddia ettiklerinde ise “Aslında bizim irademiz yok!”
demekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Hayatı felsefesiz yaşayanlar,
sonuçları görüp nedenleri göz ardı edenlerdir. Kendilerinin tüketime
zorlandığını iddia edenler, şunu fark etmemektedirler: Her üretilen gerçekten
tüketilmekte veya iktisadi deyimle talep
edilmemekte ve dolayısıyla “mal olmak” niteliğini kazanamamaktadır.
Dünyadaki her icat taleple
ödüllendirilmiş midir? Elbette hayır! Peki ama
üreticilerin “tüketici” denen “irade yoksunu” sığır sürüsünü gütmesi ve
onu sağması gerekmiyor muydu?
Veya şunu sormamıza izin
verilmelidir: Tırnaklarınız için besleyici bir çikolatalı pasta ürettiğimi
iddia etsem ve bunun reklâmını yapsam, tepkiniz ne olurdu? “Yahu adam madem üretmiş illâ ki bir hikmeti
vardır!” veya “ Ah işte yeni bir şey!
Hemen almalıyım!” diyerek markete mi koşarsınız? Yoksa; “Tam bir saçmalık!”, “İşim olmaz!” vs
diyerek bana güler miydiniz?
O halde üreticilerin tüketiciler
üzerinde şeytanî bir egemenlikleri falan yoktur.
Burada Avusturya Okulu’nun dahi
iktisatçısı Mises’in “Herkes, aynı
zamanda hem üretici hem tüketicidir…” tespitini hatırlamamız elzemdir.
Marx’ın durağan ve tek yönlü
izahının aksine, herkes hem elindeki malı arz eder hem de başkalarının elindeki
malı talep eder. Burada dikkat edilmesi gereken ama gereken dikkati asla
görememiş husus şudur: Burada
bahsedilen “herkes” zamiri, her biri bir
irade sahibi olan fertleri geneller!
Yani her bir fert, başka
fertlerin rızasına hitap etmek mecburiyetindedir. Her alışveriş, fertlerin birbirlerinin
“değerlerine” dair karşılıklı gösterdikleri rızanın ifadesidir. Üretici malının
değeriyle ilgili beklentisini ifade ettiğinde tüketici bu değer beklentisi ile
kendisinin malla ilgili beklentisinin uyuştuğuna ikna olduğunda alışveriş
gerçekleşir. Yani alışveriş bir rıza ve
irade eylemidir, bir kandırmaca değil!
Burada kapitalizmin tanımının ilk
yarısını hatırlamakta fayda vardır: “Kapitalizm, bireyin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti
temel haklarına tam bir riayetin…” Bu şu anlama gelir: Bireyin hayat, mülkiyet
ve ifade hürriyeti haklarına riayet edilmediği hallerde kapitalizm var olamaz.
Bu aynı zamanda şu anlama gelir:
Diğer bireylerin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına aykırı davranan
bireylerin, mübadele rejiminde yerleri olamaz.
Yalancı şirketlerin varlığı,
kanunsuz işlemler kapitalizmin kötülüğünden
kaynaklanmaz. Hürriyet ortamının kötüye kullanımından kaynaklanır.
Hürriyetin kötüye kullanımı hürriyetin kötülüğünden değil, insanların bireysel
kötü davranışlarındandır.
Eğer bunu anlayamıyorsanız hayat,
mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının reddedildiği veya kısıtlandığı bir
rejimde, istediklerinizin olup olamayacağını düşünmelisiniz.
İnsanların yalan söylemeleri,
zorbalık etmeleri gibi suçları engellemenin yolu acaba onların hayat, mülkiyet
ve ifade hürriyetlerini yok etmek midir?
İnsanların mülkiyetlerini reddettiğinizde, hırsızlık biter mi? İnsanları
öldürdüğünüzde, başkalarını öldürmelerini engellemiş olur musunuz? İnsanların
konuşmalarını yasaklarsanız, yalan söylemelerini engellemiş olur musunuz?
Eminim sosyalistler ve çoğu
milliyetçi, bu sorulara heyecanla “Evet!” diye cevap verecektir.
Eğer insanların suç işlemelerini
önlemek ve adaleti sağlamak için onları öldürüp mallarını müsadere edip susturmak
yeterliyse neden dünyadaki örnek alabileceğimiz devletler, bunları
yapmak yerine hukuk karinelerine bağlı kalmayı
ve özgürlükleri korumayı seçmiştir?
Neden insan öldürmekte, insanları
susturmakta veya yağmalamakta tereddüt etmeyen SSCB, ayakta kalamamış ve daha
önemlisi insanlarını mutlu edememiştir? Sosyalistlerin bu soruya “Sosyalizmin
pratiğindeki hatalar…” nakaratıyla cevap vereceğini zaten biliyoruz ama asıl
merak ettiğimiz, yıllarca “antikomünist” olmak iddiasıyla mücadele eden
milliyetçilerin ne düşündüğüdür.
Milliyetçiler özgürlüğün,
bireyselliğin birer fitne sebebi sayıldığına dair siyasal dinci telkinlerden fazlaca etkilenmişlerdir.
Bunun bir sebebi de toplumsal tabanlarının büyük ölçüde köylü oluşudur. Çoğu milliyetçi henüz şehirleşmenin
getirdiği farklılığı, menfaat çeşitliliği ve işbirliğini, iş bölümünü idrak edemeyecek kadar köylüdür. Köylülüğün
ayırt edici özelliği ise aynılaşmanın yegâne güvenli yaşam tarzı sayıldığı
cemaatleşmenin erdem sayıldığı kapalı toplum
bilincidir…
Böyle bir toplumda liyakatin
kişinin faziletleriyle ve gelişmişliğiyle bir ilgisi yoktur. Ülkücülerin
lidere, doktrine ve teşkilâta bağlılığına bakın, orada köyünün ihtiyarlarına
sorgusuz sualsiz hürmet ederek komşu köyden gelen gelini “dışarılıklı”
sayan köylü zihniyetini bulacaksınız.
Bu zihniyetin, bireyselleşmeyi,
aynı toplumsal kimlik altında farklılaşmayı,
farklı menfaatler arasındaki uyumu ve işbirliğini, iş bölümünü
anlamasını beklemek fazlasıyla iyimserlik olur…
Ama bu zihniyet
sahiplerinin, “ağabeylerin” dersleriyle
beyni yıkanmış şakirtler haline gelmesi,
tarikatlerde Müslümanlık öğrenip geleni geçeni tekfir etmesi, döneminde her hükümdarlığın tipik
müşevviklerinden olan din egemenliğine
yönelik bir siyasî ilkesi olmaktan ileri gitmeyen “ilayi kelimatullah” gibi terimleri şeriat devleti kurmak için “Türk İslâm
ülküsü” sanması şaşırtıcı değildi.
Aynı zamanda, paylaşmanın
erdemini bilmesi ama bunun erdem
olmasını sağlayan şeyin gönüllülük olduğunu anlayamaması da normaldi.
Şimdilerde politik analiz yapan hemen her milliyetçinin Marksist hurafeler ve terminoloji yığınından iştahla
yararlanması da bunun delili… İnsanların elindekini devlet zoruyla alarak
dağıtmanın ahlaksızlığını idrak edemeyen milliyetçiler, kapitalizmi kötülerken
bu yüzden aslında neyi övdüklerinin farkında bile değiller…
Çünkü milliyetçiler, toplumun kendi köylerindeki
gibi aynılaşmış ve değişmez cemaatlerden
ibaret olması halini idealize etmektedir ki bu
değişmez bir sınıfsız toplum ütopyasıyla gayet rahat uyuşmaktadır. Çünkü
milliyetçiler Merhum MERİÇ’in “Çünkü sınıf ancak bilinçtir” mealindeki sözde
derin Marksist tespitine bağlanmaktaki gayretlerini sınıf fikrinin saçmalığını
düşünmek için gösteremeyecek kadar kapalı toplumcudur, köylüdür. Bu yüzden, onların
köylülüklerindeki “değişmemek için benzeşmek” refleksi, Marx’ın sınıf bilinci
uydurmasına, denk düşmektedir.
Kapitalizm diye tabir edilen
piyasa ekonomisi, kahir ekseriyetin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti
haklarına riayeti sayesinde yürür… Eğer ekmek, ayakkabı, simit, kitap almakta
zorlanmıyorsanız bunun sebebi, bunları yaparak veya satarak menfaatlerini
sağlayan insanların özgür olmalarıdır.
Bir memlekette kaç fırın açılması
gerektiğini insanlara emrederek ekmek fiyatlarını düşüremez ve insanların
ekmeğe ulaşmalarını kolaylaştıramazsınız.
İnsanlara ne düşünüp ne
söylemeleri veya yazmaları gerektiğini emrederek bir memlekette yaratıcı
faaliyeti ve buna bağlı olarak maddi ilerlemeyi sağlayamazsınız.
İnsanları öldürerek onlara “Sizi
katillerden koruyoruz!” deyip içlerini rahatlatamazsınız.
Piyasa ekonomisi işlemiyor
olsaydı herkesin her yeri yağmalaması gerekirdi. Ve eğer herkesin her yeri
yağmalaması “norm” olsaydı toplum yok olur, insan nesli tükenirdi. E kaldı ki
hiçbir devletin gücü
Biricik yağmacıyı devlet haline
getirdiğinizde, yağmayı bütün topluma yayarak adaleti sağlamış olmazsınız,
sadece sorgulanamaz ve yargılanamaz büyük bir hırsız yaratmış olursunuz. O
yüzdendir ki ağızlarını her açtıklarında, piyasa ekonomisine söven bazı
milliyetçiler, neyi niçin istediklerini daha iyi tahlil etmelidirler. Mülkiyeti
inkâr hırsızlığı yok etmez, mülkiyetin yağmasını yaygınlaştırır veya
tekelleştirir.
Yapılması gereken kötü
davranışları genelleyerek sistemleri eleştirmemek, sistemlerin teorik temellerini ahlâka dayalı bir fayda mantığı
ile sonuçları bakımından mukayese etmektir.
Buradaki “ahlâk”, ferdin zarar vermemek iradesinden başka bir şey
değildir. Dolayısıyla ferdin zarar vermemek iradesini sakatlayan tutumların
varlığı, hem iradeyi yok etmekten dolayı bireyin ahlâkî davranmasını engeller
hem de toplumda ahlâkî normların yok olmasına sebep olur.
Bu yüzdendir ki bir serbest
piyasa ekonomisi rejimi olarak kapitalizmi,
kendi ahlâkî açılarından kınayan milliyetçiler, “ahlâk için özgürlüğü
yok etmek” çelişkisinin, milleti hangi
felâketlere sürükleyeceğini idrak etmelidirler.
Araba almak için araba
pazarlarına akın eden ve sohbetlerinin yarıdan fazlası bu olan çoğu milliyetçi, araba pazarına gidebilmek özgürlüğünün
kapitalizmin ta kendisi olduğu ve “devlet eliyle araba pazarı” diye bir seçeneğin
de olamayacağı gerçeğini artık idrak etmelidir.
Milliyetçi siteler veya dergiler
yayınlamak için çırpınanlar, bunun maddi bedelini ödemenin yeterli olduğu bir
özgürlük ortamının, kapitalizmin ta kendisi olduğunu, insanların ceplerinde
devletin elinin olduğu bir memlekette, bunun yapılamayacağını bilmelidirler.
Veya hükûmetleri alabildiğine
eleştirebilmenin bir hak olduğunu düşünürlerken bunu yapabilmelerini sağlayan
şeyin, birilerinin emri değil, hükûmetlerin keyfî müdahalelerine karşı
korunması gereken temel haklar olduğunu, bunların da bir komuta düzeni olan
sosyalizmin değil sürekli tahkir
ettikleri kapitalizmin temelleri olduğunu artık idrak etmelidirler.
Milliyetçilere düşen,
sosyalistlerin Marx’ın hurafelerine
dayanmaktan başka bir şey olmayan ezber analizleri bir tarafa bırakarak
yaşadıkları hayatın gerçeklerinin hangi
ideolojinin fikrî ve ahlâkî temelleriyle
uyuştuğunu anlamaya çalışmak… Aksi takdirde sosyalist enternasyonalin taklitçi
köylü çocuğu hayranlarından öteye gidemeyecek ve Türkiye’yi kendi köylerine
dönüştürmekten başka bir şey de yapmamış olacaklardır.