Aklımdan nicedir hikâye yazmak
geçiyor… Bir şey beni blog yazmaya itiyor.
Bugün köye dolu yağdı, hem de ne
dolu! Yamaçlar sanki yeniden karla kaplandı. Bunun ne önemi var?
Ben de bilmiyorum, doğrusu… Bilip
de bilmemek gibi.. Bir an
aydınlanıyorsunuz sonra… “neydi bulduğum?” diye düşünüyorsunuz.
Belki de aydınlanmak öyle
tesadüfen olan bir şey değildir? belki aranmayınca bulunmuyordur? Belki de aramanın
bir usulü vardır, kendince?
Aydınlanmayı niçin istediğimizle ilgilidir belki de her
şey?
Yani… Aydınlanmayı, onun kıyafeti
için aradığımızda onu bulamıyoruz… O bizi farklı yapacak sanıyoruz… Bambaşka
biri gibi görünüp fark edileceğiz sanıyoruz…
Oysa bizi en sakin köşelerde, en
tembel anlarımızda, en gamsız zamanlarımızda buluyor belki de? İyi de neden?
Galiba… Galiba o anlar en masum
olduğumuz anlar olduğundan… Hesapsızlıkla yaşadığımız anlar olduklarından…
Güzelliği ve zevki en saf haliyle
yaşadığımız anlar olduklarından… O anlarda omuz başımıza konuyor ve gülümsüyor…
Sanırım, öyle oluyor…
İyi de bunlardan size ne değil mi? Haklısınız… Da…
Bencilce bir lâf olacak belki ama burası benim blogum… Nasihat de benim kendime
nasihatim… Kendi blogumda kendime
sesleniyorum, belki de delilik ediyorum…
Anlayamazsam içimin aydınlığını,
aydınlatamam… Aydınlatmaya uğraşarak değil, aydınlanamadığımdan… Hepimizde
vardır fikrin saflığı ve aklın sezgisel
yumuşaklığı… Ama çok azımız kulak
veririz ona…
Aydınlanınca insan, çabalamasına
gerek kalmaz… Kendiliğinden bir fener olur, bir kandil, bir mum, bir lâmba…
Bunun ne önemi mi var?
Kendini aydınlatamayanlardan
olmak istemiyorum da ondan…