28 Ocak 2012 Cumartesi

İyisini Kim Bilsin?


Bir insan kaç kişinin yerine yaşayabilir?
Elbette başkasının  durumuna yaklaşmak da gereklidir.
İyi ama nereye kadar?

İki hayat birbirinin ne kadar içine girebilir?

Başkasını düşünmenin bir sınırı olmalıdır. Çünkü:

Öncelikle hiç kimse diğerinin hayatını bütünüyle kavrayamaz
Sonrasında, eğer bunu yapmaya çalışırsa, bir müddet sonra diğerinin hayatına müdahale hatta hükmetmeye başlayacaktır.

Oysa tercihlerimizin ne olacağını kendimiz bile bilmemekteyiz. Bir sonraki yol ayırımında elimizde neler olacak, biz neler hissedeceğiz hiç birimiz bunları bilemeyiz.
O halde ne yapmalıyız? Başkalarını hiç düşünmeksizin bencilce mi yaşamalıyız?
Buradaki hayatî sınır, “zararsızlık”tır. Davranışlarımızda zarar vermemeye dikkat etmek dışında, öncelikli ve âmir hiçbir sınır yoktur.
Bir iş yaparken, öldürmemek, yaralamamak, çalmamak ve yalan söylememek sınırlarına uymak dışında, başkalarının iyiliğine doğrudan doğruya katabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Çünkü bizim iyilik diye bildiğimiz katkıların belki diğerinin tercihleri arasında bir yeri yoktur, belki de onun hayatını kötü etkileyecektir.
Buradaki bir diğer sınır, karşıdakinin talebidir. Bizden istenen faydanın, iyiliğin genel zararsızlık ilkesine uyması halinde bir “iyilik” olarak adlandırılması mümkündür… Ama bu niteleme, gene de ancak  onu elde edence takdir edilmelidir, edilecektir de. Veya kısaca şöyle söyleyebiliriz, “Herkesin iyisi kendinedir.”

Bu önemsiz bir ayrıntı mıdır? Kesinlikle hayır.
Başkasının adına iyilik biçmeye kalkmanın büyük hali, diktatörlüktür de ondan…

En iyisi, başkalarına zarar vermemeye dikkat ederek kendimiz hakkında en iyisi olduğunu düşündüklerimizi seçmek ve hayırlısını ummaktır.
Net ve cesur bir akılla seçebilmeyi seçiyorum. 

Kararlı ve cesur olmayı seçiyorum.
Kararlı ve cesur olmayı seçiyorum
Kararlı ve cesur olmayı seçiyorum.
Kararlı ve cesur olmayı seçiyorum.
Kararlı ve cesur olmayı seçiyorum.

19 Ocak 2012 Perşembe

Nedensellik Üzerine Küçük Bir Yanlışlık Üzerine

Nedensellik kabaca sebep sonuç ilişkilerinin anlaşılması demektir.

Olayların sebep-sonuç ilişkilerini incelerken iki şeyi birbirinden ayırt etmeliyiz.

Tabiatın olaylarında neden-sonuç ilişkileri, kendiliğinden yürüyen kurallara tabidir.

Oysa insan eylemlerinde sebep-sonuç ilişkileri insan seçimlerine/iradesine bağlıdır. Mesele şudur ki her insanın birbirinden az veya çok etkilenmesinden dolayı , insan eylemleri asla hedefledikleri sonuca doğrudan ulaşamaz. Genellikle insan kaynaklı olaylar, başka insanların eylemlerinin sonuçlarıyla  etkileşir.

Bir şehirden diğerine gitmek için yola çıktığınızda kabaca varış zamanınızı hesap edersiniz ama, bir yol çalışmasının veya trafik kazasının sizi nasıl etkileyeceğini bilemezsiniz. Üniversiteye sıkı çalışır fakat sizden daha sıkı çalışmış birinin önüne geçmesini engelleyememişsinizidir.

Buna rağmen insan çalışmaktan, eylemde bulunmaktan vazgeçmemiştir, vazgeçmeyecektir. Çünkü dışarıdan gelen etkiler ne olursa olsun bilir ki başarı kazanmanın yolu çalışmaktan geçmektedir. Ve istenen başarıya derhal ulaşılamasa bile, çalışmanın sağladığı faydalar, başlı başına arzu edilir şeylerdir. Buradaki temel  kural, çalışmak sebebinin, başarı sonucuna  yaklaşmak ihtimalini arttırdığıdır. . Bundan dolayıdır ki “Başarının yüzde onu zekâ ve yüzde doksanı çalışmaktır!” denmiştir.

Buna mukabil, şiddete eğilimli insanların şiddetle karşılaşma ihtimallerinin  daha yüksek oluşu, bir doğal  ve kaçınılmaz nedensellikten değildir.  Bu insanların şiddetle ilgili unsurları seçmek yönünde gösterdikleri ısrar ve bu unsurlarla daha çok vakit geçirmeleridir. Bundan dolayıdır ki “Su testisi su yolunda kırılır.” denmiştir.

Bunun ne önemi vardır? İnsan eylemlerindeki nedenselliğin gerek tabiat, gerekse insan eylemleriyle  karmaşık şekilde etkileşmesinden dolayı meselâ fakirliği bir çırpıda yok edecek bir insanî iradenin var olamayacağını kendiliğinden görürüz. Çünkü insan eylemlerinde meşruiyet kuralı gereği, kabule dilebilir davranışın “ zararsızlığı” gözetileceğinden, birilerini fakirlikten kurtarmak adına diğerlerine zarar vermeyi göze alarak doğrudan bir dağıtım/üleştirme işini yapamayız.

Burada görürüz ki, bizim sorun olarak algıladığımız sonuçların her biri, birbirine bağlı pek çok karmaşık nedenlerden dolayı meydana gelmiştir. Dolayısıyla bir tek sonucu ortadan kaldırarak bürün nedenleri ortadan kaldırmamız mümkün değildir.

Deneysel bilim bize özellikle kuantum kuramıyla beraber, sonuçların, gözlemcinin bakışından bile etkilendiğini söylerken anlatmak istediği de buydu. Çünkü ne kadar  yalıtmaya çalışırsak çalışalım, deney ortamı, daima “gözlemsel kirliliğe”, kontrol dışı unsurlara maruz kalacaktır ki bu da  küçümsenmeyecek farklara yol açacaktır.

İnsan eylemlerinde , neden sonuç üzerinden yargıya varırız o halde? Bir insanı suç işlemeye, vahşete yönelten sayısız sebep varsa, suç bir şeylerin kaçınılmaz sonucu ise insanı yargılamak hakkını nereden buluruz?

Sorun şu ki meselâ insanın kendi canını veya yakınlarını koruması dışında şiddet uygulaması dışında şiddete başvurmasının insan varoluşuna aykırı olduğu açık bir gerçektir. Dolayısıyla hayatı korumak gibi  “zorlayıcı” bir sebep olmaksızın şiddete başvuran insanın tercih şansının her zaman var olduğu kabul edilir.  Bu tercih şansıdır ki insanın seçimlerinden mutlak şekilde sorumlu tutulmasının dayanağıdır.

Demek ki nedensellik, tabiatın insan dışı unsurları ile insan eylemleri arasında çok farklı şekilde işlemektedir.

Bütün tercih imkânlarımızı  kendi elimizle yok edersek elimizde neden hiç imkân kalmadığından şikâyet etmeye de hakkımız kalmaz. İnsan eylemlerinde kaçınılmaz olan, yalnızca seçimlerimizle kaçınılmaz hale getirdiklerimizdir. 

17 Ocak 2012 Salı

Bu Memlekete Kimin?

Düşünüyorum, içinde çıkamıyorum. Birileri, sizin hakkınızda her şeyi söyleyerek canınızı yakabilecek durumda oluyor… Ve bunun adına demokrasi denebiliyor…

Birileri sırtınızı dayadığınız her şeye açıkça savaş açabiliyor, yaptıklarından dolayı  korunuyor ve buna demokrasi denebiliyor.

İşin  daha da garip tarafı şu… Bütün bunlar olup biterken blog aleminde veya basında sanki bunların hiç biri aslında olmuyormuş gibi bir hava yaratılabiliyor.

Yani meselâ Türk bayrağı yakılıp ayaklar altına alınırken bir takım zevat bundan bir ileri demokrasi dersi bile çıkarabiliyor. Öyleye ya artık demokrasinin önündeki son engel de kaldırılmış oluyor, mesela… “Türk” der demez nefret edilesi bir yaratık haline gelebiliyorsunuz.

İnsanlar nelerle ilgileniyor artık cidden anlayamıyorum. Memleketiniz bölünmek üzere farkında mısınız? Hayır! Çünkü zaten artık bu memleket artık düşmanlarından başka hiç kimseye ait değil!

11 Ocak 2012 Çarşamba

Tamir Etmek Mi Değiştirmek Mi?

Tasarruf alışkanlıklarımıza göre bu soruya derhal, “ Elbette tamir etmek!” diye cevap veririz.

Bu, yerleşik bir kadim kıtlık psikolojisinin cevabıdır, aslında.  Her şeti korumanın tutumluluk olması gerektiği kanaati içimize öyle yer etmiştir ki yakın zamana kadar herhangi bir eşyayı yenisiyle değiştirmeyi bile israf gibi görürdük. Şu anda yaşadığımız ölçüsüz tüketim çılgınlığının sebebi de aslında bu yerleşik kıtlık ve açlık duygusudur. Bu duygudan kurtulmak için  “harcayabileceğimizi kendimize göstermek isteriz.”

Somut bir örnek verelim:

Annemin mikrodalga fırını yüz lira civarında bir fiyata satılıyor. Arızalanan sigortasını değiştirmemiz otuz beş liraya mal oldu. Yüz liralık bir malın basit bir parçasının onun fiyatının üçte birine denk gelmesi kıtlık duygusuyla yaşayan bir topluma şüphesiz tuhaf gelmektedir. Eğer mal yüz  lira ediyorsa, parçalarının çok daha ucuza gelmesi gerekmez mi? O halde tamirat toplumunun bireylerine şunu sormak isterdim: neden bütün parçaları edinerek basit bir montaj şemasıyla kendi mikrodalga fırınınızı yapmak yerine gidip onu satın alıyorsunuz?

Ticaret hakkında asgari bir bilgisi olanlar derhal olayın maliyetle ilgili olduğunu söyleyecektir. Cevap doğrudur. Ürünlerin üretim faktörleri, yani  büyük oranda parçaları, tedarikçi işletmelerden, üretici  firmalarca çok büyük miktarlarda, toptan alınır. İşte bu yüzdendir ki her bir mikrodalga fırının fiyatı  daha en baştan  düşük maliyet baskısıyla şekillenebilir.

Peki bu nasıl mümkün olur? Her şeyden önce büyük miktarlarda mikro dalga fırını üretebilmenin tek yolu, mikrodalga fırının parçalarının da ( üretim faktörlerinin bir kısmı) aynı şekilde büyük miktarlarda ve sür’atle  üretilebilmesidir. Böylece  her biri, birbirinden bağımsız ve uzmanlaşmış şekilde çalışan onlarca  iş bölümleri parçalara ayrılarak basitleştirilmiş büyük üretimin her bir basit parçasını büyük hızda gerçekleştirerek kaynakların  israf edilmesinin önüne geçer ve bunlardan en büyük miktarda sermaye mallarının üretilmesini sağlarlar. Kumdan silikon devre yapılmasına dair meşhur örneğin esprisi budur.  Bundan dolayıdır ki üretici tarafından üretime katılmayan sermaye malları, sermaye malı üreticisinin elinde kalır. Bunlar az miktarda ve ancak üreticinin işine yarayan şeyler olduklarından marjinal fayda kanunu gereği fiyatları, daima üretime dahil edilen hemcinslerinden daha yüksek olur.

Mikrodalga fırının, üretime giren sigortaları, her partide  binlerle ifade edilen şekilde  satın alındığında, sigorta üreticisi firma elindekileri kâra dönüştürebilir. Oysa  fabrikanın almadığı sigortalar, başka çok nadir üretimlerde o da belki kullanılabilir. Bu durumda sigorta üreticisi için elindeki mal günden güne artan bir risk anlamına gelir. Bu durumda bu riskin maliyetini karşılayabilmek için, kırk yılda bir meydana gelecek arızlarda kullanılacak bu “kıt” mallar için alabildiğine yüksek bir fiyat ister.

Bundan dolayıdır ki mikrodalga fırını tamir ettirmek her halükârda daha pahalıdır.

Yani malları ucuzlatan şey, işçinin emeğinden çalınması değildi. Marx, maliyeti düşürmenin, emekten çalmakla mümkün olacağını sanırken yaptığı hata, buydu.  Maliyeti düşüren, işçinin emeğinden çalmak değil, onun emeğini verimli hale getirmekti ki bu da ancak sınırlı bilgisi ve yeteneği olan vasat işçilerin dahi  verimli çalışabilecekleri,  verimli üretim imkânlarını yaratmakla mümkün oluyordu. Böylece işçilerin çoğu, hayatlarında aklılarına gelmeyecek kadar karmaşık teknolojilerin başında, onlar için basitleştirilmiş yöntemlerle, kendi başlarına asla gerçekleştiremeyecekleri üretim işlerini yürütebildiler.

Yine bu yüzdendir ki gelişmiş ülkeler geri  dönüşüm teknolojilerinde liderdir. Eskiyen sistemleri tamir etmenin maliyeti yerine, maliyeti  düşüren ve bu yüzden eskiyi daha pahalı kılan teknolojileri  geliştirmeyi ve sermaye mallarının  sürekli yeniden kaynak halinde kullanılmasını bu yüzden tercih etmektedirler. Yani  Marx’ın “yeniden üretim” dediği, aynı malların  sürekli birbirleri üzerinden veya kaynak israfıyla  üretimi gibi bir şey yoktur. Çünkü eğer maliyetleri düşürmeye yönelik sürekli bir çabamız olmasaydı, ne kaynaklarımızı koruyabilir ne de fabrikaları tahrip ederek karnını doyurabileceğini sanan bir kısım  işçileri istihdam edebilirdik.

Bu yüzden meselâ ABD’de  kullanım ömürlerini dolduran mallar mutlaka hurdaya ayrılır. Çünkü kullanım  ömrünü dolduran malların, gelişen teknolojiye göre geri kalmış bir teknolojiyle yapılmış üretim faktörlerinin temini, her geçen gün daha pahalı hale gelmektedir. Bu da tamiratın maliyetinin, yeni mala göre daha fazla olmasına sebep olmaktadır.

Bizimki gibi yaratıcı olmayan montaj ekonomilerinin tüketicileri ise bu maliyet hesabını yapamadıkları içindir ki  gelenekleşen israf, sürekli bir negatif kurum olarak bizi fakirleştirmektedir.



8 Ocak 2012 Pazar

Kötülüğün Tabiatına Dair

Kötülüğün tabiatı aslında çok ilginç. Çünkü “kötülük” aslında kültürden kültüre değişiklik  arz eden  bir kavram.

Meselâ Hıristiyan kültüründe, her türlü olumsuzluk da “kötülük” sayılarak ciddi bir  teolojik problem haline getirilmiştir. Aqinalı Thomas’ın iradeye yaptığı vurgu maalesef Hıristiyan dünyasının kötülük problemin nihaî olarak çözememiş.

Peki ama  başımıza gelen her olumsuzluğu “kötülük” olarak addetmek ne kadar doğru?
 Bu sorunun cevabını belki de “iyiliğin” ne olduğuna bakarak  vermek icap eder.
İyilik insan dışında meydana gelen bir şey değildir.  İnsanın varoluşunu sağlayan şeyler iyi, diğerleri kötü veya yararsızdır. İnsanın varoluşunu destekleyen her  olay ve davranış iyi kabul edilir. Bu açıdan sahibini koruyan köpek iyidir ama “iyilik” yapmamaktadır. İyilik eylemin, yani insan yapıp etmelerinin  bir ölçüsüdür.
Bundan dolayı da kötülük de ancak insan davranışları için vardır. Depremlerin kötülüğünden bahsetmek yanlıştır. Şüphesiz depremler can kaybına yol açara fakat bunun içinde  insan varoluşuna yönelik bir kasıt yoktur. Depremlerin can kaybına sebep olması kötü olmakla beraber, bu tabiat olayının içinde bir “kötülükten” bahsetmek onu insanîleştirmek anlamına gelir ve saçmadır.
Bu açıdan bakıldığında maddeler ve  insan dışındaki canlıların “iyi olmak” özelliklerini “iyilik” olarak değil, “faydalı”,  veya iyi olmamak hallerini “zararlı” sıfatlarıyla niteleriz.
Bundan dolayıdır ki kötülük insana mahsustur.

Kötülüğün birinci özelliği, onun varoluşumuza, insan olmaklığmızın biricik temeline  karşı olmasıdır.
İnsan eyleminin, varoluşa karşı olanlarına “kötülük” deriz.

Kötülüğün, insan varoluşuna karşı oluşu, onun yegâne varlık sebebidir. O yıkmak ve yok etmek için vardır. Kötü insanların, varoluşa karşı yürüttükleri her türlü cinayet, gasp ve zorbalığın yegâne amacı ancak ve yalnız, kendinden başka hiçbir şeyin var olmamasını sağlamaktır. O yalnızca yok etmek için vardır.

Kötülüğün bir başka özelliği sınır tanımamasıdır.Kötü insanlar  yok etmek için gerekli gördüklri her şeyi yapar. Varoluışun ancak belirli kayıt ve şartlar altında sınırlarla anlamlı olduğunu, iyiler bilmez, bunu farkında olmaksızın yaşarlar. Fakat bu kayıt ve şartlarla sınırlandırılmanın  asıl farkında olanlar kötülerdir ve onlar amaçlarına ulaşmak için hiçbir  sınırlamayı gözetmezler.  Onla riçin ilkelerin, karinelerin, kuralların vs hiçbir anlamı yoktur. Onlar yalnız ve ancak kendileri için var olan ve bunun için her şeyi bozmakta, çarpıtmakta, bulandırmakta ve kirletmekte sakınca görmeyen insanlardır. Dolayısıyla… Nerede bir mazluma karşı, kibir gösteren birini görürseniz bilin ki o kötü biridir.

Kötülüğün bir diğeri özelliği “uzlaşmaz” oluşudur.  Kötülük asla  kendi amaçlarından  ve fayda telâkkisinden vazgeçmez. Onun faydası, yalnız ve ancak kendisi için ve kendisinin bildiği şekilde hükmetmekten ibarettir. Buna boyun eğmeyen hiç kimseye hayat hakkı tanımaz. Dolayısıyla Ayn Rand’ın dediği gibi: “İyilikle kötülük uzlaştığında, kaybeden kesinlikle iyiliktir.” Bunların anlamı şudur: Herkesin içinde iyiliği ve kötülüğü aynı anda taşıyor olmasına değil, taşıdıklarından hangisine boyun eğdiğine bakmak gerekir. İnsan için yargılanmanın özü budur.  Yargılamayı bulanıklaştıranlar ancak iyiliği perdeleyip kötülüğü rahatlatan kişilerdir. Vicdanınız ölmemişse eğer bütün yapmanız gereken yukarıdaki ölçülere göre çevrenizi  gözlemlemektir. O zaman, neden hayatla ve toplumla bir türlü barışamadığınızı anlayacaksınız.



2 Ocak 2012 Pazartesi

Nefret Üzerine

Nefret   kötü bir duygu kabul… Ama onu kötü yapan, kendisi mi? Yoksa yöneltildiği kişi mi?
Meselâ insanlığın mahvına sebep olmuş  kişilerden nefret etmek de bir suç mudur?
Hayat tek taraflı fedakârca ve tarafsız bir sevgiyle var olabilir mi? Yani içinde hiç nefret içermeyen bir hayat sağlıklı olabilir mi, sürebilir mi?

Hayat tek taraflı bir fedakârlıkla devam edemez. Her şeyden önce fedakârlık geçici ve gönüllü bir durum olmalıdır. Birinin, hayatını, sadece diğeri istiyor diye sürekli kısıtlayarak yaşaması mümkün değildir.
Bundan dolayıdır ki fedakârlığı değerli kılan, gönüllülüğü ve geçiciliği inkâr eden hiçbir ilişki, sevgi doğuramaz ve sevgiye de dayanıyor olamaz.

Nefret, ilişkilerin  meşruiyet sınırlarını çizen özelliklerin bozulmasına karşı gösterilen bir tepkidir. Veya meşru bir nefret, ilişkiyi bozmak isteyen kişiye karşı yöneltilen meşru bir tepkidir.
Bundan dolayıdır ki nefret duygusunu yok etmek isteyenler aslında insanı, kötülüğe, şiddete ve tecavüze karşı silâhsızlandırmak istediklerini fark edememektedirler.
Saf nefretsiz bir dünya neden mümkün değildir, o halde?

Çünkü asla, içinde kötülük olmayan bir dünya var olmayacaktır. Kötülük için kötülük isteyenler var ise onlara karşı bir savunma aracımız da olmalıdır. Kötülük için kötülükle tatmin olanlara karşı hiçbir duygusal savunmamız olmazsa ancak dünyayı kötülüğe teslim etmiş oluruz.

Bu yüzdendir ki önemli olan, nefretin kendisi değil ama  yöneldiği hedeflerdir. Savunmasızları hedef alan bir nefret kötüdür. İyi niyeti, fedakârlığı istismar edenlere karşı nefretse bir görevdir.
Şu iyi bilinmelidir ki nefret, ancak bir kötülüğe karşı tepki olarak işe yarar. Nefret asla tek başına, varoluş için yaratıcı bir güdüleme, bir motivasyon kaynağı ve aracı değildir.
Nefret  ancak yıkım doğuran bir  ateşleyicidir. Mesele ateşlemeden sonra neyi havaya uçurduğumuzu iyi bilmektir. Masumlara yönelik bir nefretle donanmış kötüleri mi yoksa masumların kendilerini mi?
Eğer bu ayırımı yapmayı bilmiyorsak zaten sevmekten de haberimiz yok demektir. Çünkü sevmek, ilgilenmek, korumak, kollamak, yoğunlaşmak ve benimsemek demektir.
Benimseyerek varlığımızın bir parçası saydıklarımıza  karşı yönelmiş, herhangi bir şiddet ve tecavüze karşı, hiçbir şey hissetmememiz mümkün müdür?

Nefret insanî bir duygudur ve ancak  her insanî duygu gibi varoluşu desteklemekte kullanılırsa meşru ve kabul edilebilir bir duygudur.
 Nefretsiz değil ama nefreti doğuracak kötülüklerin en az olduğu bir dünya için…
Sevgi vermeyi ve  müşfik olmayı seçiyorum.
Sevgi vermeyi ve müşfik olmayı seçiyorum.
Sevgi vermeyi ve müşfik olmayı seçiyorum.
Sevgi  vermeyi ve müşfik olmayı seçiyorum.
Sevgi vermeyi ve müşfik olmayı seçiyorum.