29 Haziran 2011 Çarşamba

Ök(s)üzün Twitterı

 "Twitter Ök(s)üzü"        ( İllüstrasyon:  Afşar ÇELİK)
 Nasıl bir şey bu Twitter, anlayan beri gelsin. Bedava reklâmdan, ânî saçmalamalara kadar her işe yarıyor.

Hayır hadi ben tvitledim, diyelim. 

Mesele koskoca  siyasetçilerin falan Twitterları neye yarıyor? Meselâ ABD başkanı,  Twitterın başına geçtiğinde, genel kurmay başkanına, “Abi iki dakka bi izin ver Allasen! Yahu bir twitterımız var onu da yazdırmıyorsunuz. Varsa yoksa   bomba, uçak, Rambo, mambo .. Mambo Brezilya eriği miydi be?” mi diyordur acaba?

Ucuz yollu beyin salatası fast food rayihası…

Söz yetmezliği aromalı geyikleme şamatası…

Evde reçel yapan yarı profesyonellerin bedava reklam tahtası… ( Hatta kayısıları arka bahçede kendimiz yetiştiriyoruz. Yok rakı işine girmeyiz abi…)

Memleket ne la? Güzel kız düşüyo mu la oraya?”  mahsunik delikanlılık çay molası istirahatgâhı…

Bölünürse bölünsün lan, şeyim mi bölünecek?” deyip de   hâlâ boy kompleksi çekip en uzunun peşinden gidenlerin samanlığı…

Bencileyin salakların iyot gibi açıkta kalıp ay ışığında şabalakladıkları mehtap ovası…

Eller apış arası… Kokum ayı  mayası… Biz gideriz ormana hey ormaaana!


28 Haziran 2011 Salı

Fikirsiz Maymun

Fikirlerin peşine takılmakla geçer mi zaman? Fikir dediğin nedir Allah aşkına? Kim bir fikri kovalar ki aklı başındaysa?

Aklı başına almak, başını nereye atmaktır o zaman?   İnsanın aklı neyle çalışır? Yemeyi, içmeyi, sevmeyi, üremeyi sağlamaksa bütün mesele… Bir maymun olmamak için değer mi uğraşmaya? Bütün mesele, güçlünün artıklarından kapmaksa… Bütün mesele, güçlüden kalan güzellere razı olmaksa…

Bütün mesele, maymunlaşmanın kurumsallaştırılmasıysa… Bütün mesele, Tanrı’nın bir büyük maymun  kralı  yapılmasıysa… Ve bütün mesele onun  gölgesi  olanlara boynunu uzatmaksa…

Gene mi batıyor sözlerim beyninize? Ne kadar incitici ve itici değil mi? Oysa duymak istedikleriniz, kek, börek ve ıspanaksa… Sinemalarda sıfır beden kaburgalarsa… Teknomanyanın  çılgınca zıplamasıysa…

Alıp elinize bir  eğri değnek…  Kollayıp arkanızı…
Sahip  maymunlarınızın yemeklerinin kutularıyla tırmanın daha yükseğe ve insan olduğunuzun hayaliyle…

Haydi durmayın artık… Düşürün muzlarınızı…

Train Song



Train Song lyrics
Traveling north, traveling north to find you
Train wheels beating, the wind in my eyes
Don't even know what I'll find when I get to you
Call out your name love don't be surprised

It's so many miles and so long since I've left you
Don't even know what I'll find when I get to you
But suddenly now I know where I belong
It's many hundred miles and it won't be long

Nothing at all in my head to say to you
Only the beat of the train I'm on
Nothing I've learn all my life on the way to you
One day our love was over and gone

It's so many miles and so long since I've met you
(From: http://www.elyrics.net/read/v/vashti-bunyan-lyrics/train-song-lyrics.html)
Don't even know what I'll say when I get to you
But suddenly now I know where I belong
It's many hundred miles and it won't be long

What will I do if there's someone there with you?
Maybe someone you've always known
How do I know I can come and give to you?
Love with no warning and find you alone

It's so many miles and so long since I've met you
Don't even know what I'll find when I get to you
But suddenly now I know where I belong
It's many hundred miles and it won't be long
It won't be long, it won't be long, it won't be long



Enfes bir şarkı... Yolculuğun sızısı ve ritmi ne güzel işlenmiş, sözleri de çok hoş ve sade... Vashti Bunyan muhteşem bir ses... Yolculuğun zaman kaybı olduğunu düşünenlere, yılların ötesinden yankılanan bir şarkı... İyi dinlemeler...

27 Haziran 2011 Pazartesi

Nefret Ne Zaman Suçtur?

Nefret kötü müdür?  Mutlaka kötü müdür? Yoksa burada göreceliğe sığınmamız mümkün mü? “Duruma göre” demek gerçekte  nefretin görece bir kavram olduğunu mu gösterir?

Nefret görece bir şey değil. Nefret, bir şeyi varoluşumuzun açık düşmanı olarak görmek veya var oluşumuzla ilişkilendirmekten  kaçınmak… Yani en azından böyle tanımlıyorum, belki yeter, belki yetmez…

Nefretin duruma göre iyi veya kötü olması,  en nihayetinde, “durumların” ne olduğuna dair mutlaklarımızla belirleniyor.  Öyle ki  bir mütecavizden nefret etmeyi haklı kabul ediyoruz mesela, çünkü tecavüzün, saldırganlığın mutlak kötülüğünü biliyoruz. Kendini korurken  zarar verenden nefret etmiyoruz, çünkü nefs-i müdafaanın mutlak haklılığını biliyoruz.

O halde nefret davranışımızda da aslında “mutlak doğruları” gözetmeye çalışıyoruz. Aksi takdirde “nefret dolu” olmakla suçlanacağımızı biliyoruz. Yani nefreti her şeye değil ama yalnızca haksızlığa, şiddete ve yalana yöneltmemizin haklı olacağını biliyoruz ve şunu da biliyoruz ki bunlardan nefret etmemek bir anormalliktir.

Bu durumda meselâ bir belediye otobüsünde giden kendi halinde bir kızın   ne olduğunu anlayamadan  bir yangının içinde kalmasına sebep olan birilerinden nefret etmek,  o kızı yakanları varoluşumuzla ilişkilendirmekten şiddetle kaçındığımız anlamına gelir. O halde kendimize şunu sormalıyız: “ Bir kızın, bir otobüste yanması, kıza ile bile olsa kabul edilebilir bir durum mudur?” Aslında sormaya devam etmeliyiz: “O kızın kasıtla yakılması, kabul edilebilir ve varlığımızla ilişkilendirmek isteyeceğimiz bir durum mudur?”

Eğer bu iki soruya da “hayır” diye cevap veriyorsak o halde o kızın yanmasına sebep olan kişinin kaşının, gözünün rengi, varsa kuyruk uzunluğu,  kulak sayısı vs bizi ilgilendirmez. Çünkü nefretimiz, işin ahlâksızlığınadır. Eğer bir insan  kasıtlı şekilde zarar vermeyi seçiyorsa o kişi kendisinden nefret edilmemek  hakkını kaybeder, kaybetmeli… Onu sevenler de aynı şekilde, ona yöneltilen nefrete ortak olmayı kabul ediyorlar, demektir.

Nefrete dayanarak zarar veren  kişi ise nefreti başlı başına  bir amaç edinen kişidir ki “nefret” işte o zaman bir suç haline gelir. Her şey doğru kullanılmak kaydıyla  kabul edilebilir olur… Nefret ettiğinizde kendinize şunu sorun: “ Nefret ettiğim şey gerçekten var oluşuma karşı mıdır?”  Başka sorum yok, sayın yargıç!

Bir Fener Olmaktır Aslında Hayat


Fikirlerin seyri, fikirlerin sahibi ve Allah dışında kimse  tarafından bilinemez. Böyle olduğundandır ki zahir… Bir gün bir de bakmışız ki sevdiklerimizle ayrı düşmüşüz…

Bir gün bir bakarız ki doğrunun mihenkleri ayırmış yollarımızı… Ama doğrular mı çeşitli yoksa vicdanı kandırmanın yolları mı, soran olmaz.

Bana saplantılıymışım, takıntılıymışım gibi bakan arkadaşlarıma sormak isterdim: Neden hayatınızı daima tek bir ilkeye göre yaşayıp  birden fazla doğru olduğunu söyleyip duruyorsunuz?

Herkesin doğrusu ayrıysa siz nasıl olup da kendinize arkadaşlar buluyorsunuz?

Arkadaşlarınızı ahlâkın terazisinde tartmadan mı seçiyorsunuz? Bir sürü doğru varsa sizin ahlâkınızın ne önemi kaldığını hiç düşündüğünüz oluyor mu?

Yoksa her “doğruya”, her gerekçeye, her mazerete göre kendinizi eğip büküyor musunuz? Hırsızla hırsız, katille katil mi oluyorsunuz? Yoksa hırsızla konuşurken ona doğrunun deniz feneri gibi bir yol mu gösteriyorsunuz?

Ama omurgaların eriyip hamurlaştığı… Tebessümlerin yılanlaştığı… İmanların sulanıp bulandırıldığı… Pazarlıkların iman üzerinden yapıldığı bir esnek doğrular cehenneminde…

Bir tepenin üzerinde dikilip tek mi tek başına göğsünün gerip rüzgârın en hırçınına göğün buluttan duvarlarını sarı ışıklarıyla delmeye uğraşan, ışığı doğru, duruşu doğru bir fener olmak çok mu zor? Fenerler fırtınaların içinde yaşayıp da   eğilmeyen, ümidimizin nirengileri, bağırları taştan örülmüş ak çivileridir şol yer kürenin…

Belki kopmak lâzım… Gerçekten kopmak lâzım… Her fener nasıl yalnız başına dikiliyorsa kayaların en yalçın yerinde, komşusuz, kapısız, yanaşıksız…

Kalabalıklarda ışıksız,  kükreyen kasırgaların kara bağrında aydınlık dikilmek lâzım…
Öylece lâzım…








23 Haziran 2011 Perşembe

Arkadaş Olmak

Arkadaşlık bazılarına göre bâki bazılarına göre geçici bir değer.

İşin üzücü yanı, , arkadaşlığa aynı şekilde bakmadığımızı, bir zaman sonra fark etmek…

Bazılarımız daha çok şey veriyor, kendinden… Bazılarımız  yalnızca  programına uygunken benimsiyor düşünmeden…

Bazılarımız beyninin bir parçası gibi   kabul ediyor, uzaktaki arkadaşını…  Bazılarımız  işine  uymayan bir parçayı kaldırıp atar gibi atıyor arkadaşını…

Bazılarımız hem kendisi hem arkadaşları için geliştiğini düşünüp seviniyor… Bazılarımız hatırı, hatıratı, kariyerinin geride kalan  basamağında bırakıveriyor…

Bazılarımız  arkadaşlarını, ırağı yakın eden gönüldaşlar sayıyor… Bazılarımız  ırak olunası asalaklar olarak görüyor…

Bazılarımız  yükselen arkadaşların gururunu  çocukça benimsiyor…. Bazılarımız yükselmeyi çocukluktan kurtulmanın gereği sayıyor.

Bazılarımız çocukluğun saflığını ve ışığını arkadaşlarında yaşatıyor…  Bazılarımız büyürken bütün bir çocukluğu çiğneyip geçiyor…

Bazılarımız  bir haberin sevincini bütün arkadaşlar paylaşır sanıyor…  Bazılarımız çoktan bizi gereksizler listesine ekliyor…

Böyle böyle geçiyor, hayat…  Belki büyümek, aslında her arkadaşını çoktan ölmüş sayarak kalbini her biri  için ayrı ayrı şimdiden dağlamak…

Yok saymanın hafifliğine kavuşup unutanlara hak ettiklerini verip unutmayanlara yük olmadan yaşamak. Belki ancak böyle bir şeydir zaten arkadaş olmak?

17 Haziran 2011 Cuma

Bebek Katilinden Yarar Umulabilir mi?

Bebek katiliyle görüşmek yararlı olabilir mi?

Bebek katiliyle görüşmek demek ne demektir? Her şeyden önce buna bakmak lâzım.

İmralı’daki terörist tombiğin İmralı’da olma sebebi, bizim mahkemelerimizi, askerimizi, polisimizi, bayındırlık müdürlüğümüzü, ana çocuk sağlığı bilmem nelerimizi,, hepsini birden düşman saymasıdır.

Yani bu katil, bu şerefsiz köpek, bizim değerlerimize açıkça düşmanlık eden, bizi küçümseyen,  bizim egemenlik hakkımıza saldıran bir düşmandır!

Bu demektir ki bir düşman olarak bu adamın bizim için hiçbir değeri yoktur, olamaz! Bir düşmanın tehdidine boyun eğilmez. Düşman açıkça bizi yenmedikçe bize hiçbir şey yaptırmaması gereken, varoluşumuza karşı olan varlık demektir. Bu açıdan bir hastalık etkeni mikropla Apo denen bebek katili şişkonun herhangi bir farkı yoktur.

Bir düşmanın taraftarlarının nasıl düşündüğü de bizi ilgilendirmez. Bir düşman, kendisi ve taraftarları ile toptan ortadan kaldırılması gereken varlıktır.

Varlığımıza karşı olanların varlıkları  batıldır. Varlığımıza  karşı olanların  fikirleri de bizim için “fikir” sayılamaz ve dolayısıyla bir temel hak olarak ifade edilmesine müsaade edilemez.

Bundan dolayıdır ki hırsızları meclise sokmayız. Bundan dolayıdır ki ırkçıları meclise sokmaz ve  ırkçılığı ifade hürriyetine dahil etmeyiz. Diyorum ama  Kürt ırkçılığının  silâhlı tehdit ile  Türk siyasetini nasıl rehin aldığı da ortadadır.

Yok etmemiz gereken varlıkla yani düşmanla müzakereye başlarsak ortaya çıkan şey barış değil, bizim yok oluşumuz olabilir ancak! Çünkü düşmanın hedefi açık ve  tartışılmazdır.

Ayrıca, Apo denen bebek katili domuzun, oraya tıkılmasını sağlayan  ahlâkî değerlerle   eli sopalı maymunların sidik yarışı şeklinde kabul ettikleri güç siyaseti, bir arada bulnamaz!

İşte bu sebeplerden dolayı Apo denen köpekle “konuşmak” diye bir şey siyasetçilerimizce düşünülmemeli bile!

Eğer Apo iti, galip bir ordunun  komutanıysa, siyasetçilerimizin güç ve yetki iddiasından vazgeçip tası tarağı toplayı meclisi terk etmeleri gerekir. Eğer gerçekten bir güç olduklarını düşünüyorlarsa, bir köpekten, bir katilden akıl almayı kendilerine zul bilemeyecek kadar ikbal düşkünü iseler hiç olmazsa  millî haysiyetimizle ilgili bir şeyler düşünmeleri namus gereğidir.

Çünkü ahlâka uymayan şeyin yararı düşünülmez.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Türk Kürt Savaşını Telaffuz Etmenin Taşınamaz Vebali




Anayasal ve meşru olmak iddiasındaki Kürt etnikçi partilerinin en çok kullandıkları kelimelerden biri herhalde “savaş”.  Sürekli üzerinde durdukları üç şey var:

Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu…

Kürt’lerin kendi kaderlerini tayin hakkı olduğu…

Türk devletinin “Kürdistan’da” kirli bir savaş yürüttüğü…

Kürt denen  toplumsal oluşumun  bir millet/ ulus değil, milletleşmemiş bir kabile veya kavim olduğu ortadadır. Çünkü ne  nüfusları, ne coğrafî dağılımları, ne ırkî  kültürel çeşitlilikleri ve kültürlerinin cevap oluşturma gücü açısından Kürtler bir  millet haline gelebilmiştir. “Kendini ayrı hissetmek” millet sayılabilmek için yeterli değildir. Çünkü “millet” olmanın tarihi, siyasî, hukukî bir süreci ve ciddi hukukî ve siyasi sorumlulukları ve sonuçları vardır.

Kürt’lerin kendi kaderlerini tayin hakkı olduğu yolundaki görüş, Kürt’lerin barındıkları ülkelerdeki  egemen ulusların egemenlik haklarının  yanında, böyle bir  sözde hakkın sınırlarının belirlenemeyecek olmasından dolayı safsatadan ibarettir. Hiçbir “hak” sınırları belirlenemeyen bir menfaat olamaz. Kürtlerin içindeki aşiretlerin her birinin kendi kaderini tayin hakkı istendiğinde ne olacaktır?  

Gelelim “savaş” kelimesine. Bu kelime,  telâffuz edilirken dahi birkaç defa düşünülmesi gereken bir kelimedir. Dikkat edilirse sürekli taciz edilen, kışkırtılan Türk Milleti, ne böyle bir savaşın varlığını kabul etmektedir, ne de “savaş” kelimesini kullanmaktadır. Bunun  en büyük sebebi, “milletleşmiş” bir toplum olarak Türk’lerin,  kendilerine kardeş bildikleri, dil farklılığını  önemsemeksizin kendi ailelerinden bildikleri  insanlarla savaşmayı ayıp, günah ve kabul edilemez saymasıdır. Türkiye’de Türk bayrağı, bir ırkın keyfî egemenliğini değil, Türk adıyla bütünleşmiş, bir millet haline gelmiş sayılan insanların hepsinin mensup olduğu ve korumak üzere  mutabık kaldıkları hukuk birliğini ve değerler ortaklığını temsil eder. Bu ortaklık ciddi ve tartışılmaz bir bedelle ve savaş yoluyla elde edilmiştir.

Savaş kelimesini telâffuz edenler bilmelidirler ki savaşta birbirinden uzlaşmaz derecede farklı hale gelmiş, birbirleriyle tartışma yoluyla  çözüm yollarını tüketmiş ve ancak biri diğerini, mücadele edemeyecek kadar  zayıf düşürmek  veya  yok etmek isteyen iki taraf söz konusudur. Savaş, karşılıklı yaşamak haklarının reddine dayanan bir  sonuçlandırma aracıdır.
Türk Milleti İstiklâl Harbi ile, yedi düvele, bu toprakların Türk vatanı olduğunu, bu vatanda yaşayan herkesin de doğumundan itibaren, bu vatana adını veren milletin doğal ferdi ve mensubu sayılacağını kabul ettirmiştir. Bunu söyledikten sonra da artık kimin ırken Türk, kimin Boşnak, kimin Kürt veya Çerkes  vs olduğunun tartışılamayacağını, milletleşmemizin, yani  bu topraklara millî kimliğimizi vurmanın temel şartını, değiştirilemez şekilde koymuştur.

Amerika’da doğan biri doğal ABD vatandaşıdır. Bu şekilde o dili İngilizce, kültürü/ hayat tarzı anglo sakson ve Hıristiyan olan bir ülkenin  doğal parçası haline gelmiş sayılır. ABD çok kültürlüğü, yukarıda saydığımız özelliklerin tartışılmaz egemenliğine bağlı kalındığı için vardır. ABD’e bir Müslüman olmanız, başkalarına Müslümanca davranabileceğiniz anlamına gelmez. ABD’de bir Kürt olmanız “ Amerikan ulusu adına karar veren mahkemeleri tanımıyorum!” demek hakkını size vermez. Hele “Kürtler Amerikalı’ların hayatını cehenneme çevirecek!”  gibi bir söz etme hakkını asla vermez! Amerika’da hiç kimse Amerikan uluslaşmasının yani Anglosakson hayat tarzının, İngilizce’nin,  Hıristiyan dininin belirleyici tekelini sorgulayamaz. Amerikalılar size ancak onların hayat tarzı içinde kaldığınız takdirde saygı ve koruma sağlar. Bu, dünyanın her yerinde böyledir, çünkü işin tabiatı, budur. Amerika, kendi hayat tarzına yönelik bütün tehdit ifadelerini savaş sebebi sayar. Bu Almanya için de böyledir, İngiltere için de böyledir.

Çarşaflı bir kadın İngiliz polisi, İngiliz  Milleti’nin parlamentosunu kendisine düşman bilemez. “Ben İngiliz değilim ki..” diyerek İngiliz toplumunu ve onun kurumlarını yok sayamaz. Kendini ne kabul ederse etsin, İngilizler onu, İngiliz kanunlarına ve siyasal birliğine bağlı bir İngiliz olarak kabul ettikleri için “hak sahibi” olur ve hakları korunur. Eğer İngilizler artık onu  İngiliz saymazsa o zaman ya sadece hakları kısıtlanmış şekilde o ülkede barınır veya sınır dışı edilir.

Dolayısıyla,  doğumdan kaynaklı hakların kullanıldığı bir memlekette “doğumdan kaynaklı haklar” ,içine doğulan egemen   ulus seviyesindeki toplumun bir parçası olmanın sonucudur. Bu hakların kökenini reddettiğinizde, hakların kendilerini de reddetmeniz gerekir. Eğer  bu hakların kaynağı olan “doğal mensubiyetin” sağlayıcısını düşman kabul ederseniz, yalnızca haklarınızı kaybetmez, yok edilecek bir düşman haline de gelirsiniz.

Dolayısıyla  “doğuştan gelen doğal haklarından” dolayıdır ki Türkiye’de  Kürtler en azından  hukuki ve siyasi olarak Türk kabul edilirler.  Bunun yanı sıra, da, Ortadoğu’da hiçbir örneğine rastlanmayacak şekilde, Türk toplumunun doğal ve ayrılmaz bir parçasıdırlar.

Demek ki “savaş” kelimesini telaffuz eden etnik ırkçılar, gerek terörist gerekse terör sempatizanları olarak,  Kürt kökenli vatandaşlarımızın, Türk adı ile tescillenmiş ve Türk Milleti’nce  bedeli ödenerek oluşturulmuş  doğal bir beraberliğini reddetmekte ve buna karşı savaş açmaktadırlar.

Bu durumda:
1-      1- Kendilerini Türk adına karşı düşman kabul etmektedirler.
2-    2-  Türk Milleti ile aralarında var olduğunu düşündükleri sorunların tek çözüm yolunun savaş olduğunu kabul etmektedirler.
3-    3-  Buna göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çaresizce  zayıf düşürene veya onu tamamen yok edene kadar  Türk Milleti’nin hayat hakkını yok sayacaklarını, reddedeceklerini beyan etmektedirler. Nitekim “bombalar savaşın bir parçası!”, “Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!” gibi sözler açık savaş ilânıdır.

Bu durumda, eğer ortada ilân edilmiş bir savaş varsa…
1-    1- Savaşın tarafları kesin ve net bir şekilde belli edilmelidir.
2-    2-   Herkes bu savaşta hangi tarafta yer alacağını beyan etmelidir.
3-    3- Savaşta düşmanımız olduğunu söyleyenler , bizimle aynı hakları kullanmaktan imtina etmelidir.
4-   4-  Kendisini savaşta bir taraf ve bize düşman kabul edenler derhal işgal ettikleri resmi makamları ve unvanları terk etmelidirler.
5-   5- Türk  Milleti ve devleti ile savaştığını iddia eden herkes doğrudan vatana ihanet suçunu işlemektedir. Bu suçun kanunla ortadan kaldırılması söz konusu olamaz. İngiliz anayasası olmaması nasıl İngiliz egemenliğini tartışmamıza yol açamıyorsa,  “doğal bir uç” olan vatana ihanetin de kanunla muvakkaten varlığı söz konusu edilemez.

 Bu şartlar sağlandıktan sonra “savaşmak” iddiasını güdenler yani ellerinde silâhla Türk askerine, polisine, bayrağına, mahkemelerine karşı koyacaklarını söyleyenler şunu bilmelidirler.

 Bir savaş halinde savaş, yalnızca ordularca yapılmaz. Savaş genel bir seferberlik halidir ve bir millet, bütün fertleriyle, düşmana karşı direniş gösterir, gösterecektir. Bu durumda “Kürt halkı adına” savaştığını iddia edenler, artık Türk Milleti ile vatandaş sayılmayacaklar, düşman kabul edilecekler ve yok edileceklerdir.

Bir savaş esnasında, düşman kabul edilenlerin hayat  hakları tanınmaz.  Düşman, yargılanmaksızın yok edilmesi gereken kişi demektir. “Bombalar savaşın bir parçası!” diyerek kendince bir savaşta taraf olduğunu düşünenler, bahsedilen savaş, Türk milleti tarafından kabul edilirse, görüldükleri yerde vurulması gereken düşmanlar olacaklarını bilmelidirler.

“Kürtler veya başka herhangi bir topluluk adına savaş açan” insanlar bu iddialarından vazgeçmezler ise masum veya suçlu ne kadar Kürt veya ilgili topluluk mensubu varsa hepsini, kendiliğinden böyle bir savaşın tarafı ilân etmiş olduklarını bilmelidirler. Bu durumda Türk bayrağının altında birleşmeyen her kim olursa, Türk Milleti, kendisine savaş ilân etmiş bir düşmana ne yaparsa, ona da aynısını yapmak hakkına sahiptir.

Şu anda  bütün etnik ırkçı kışkırtmalara rağmen ülkede sükûnetin sürmesinin tek sebebi, Türk Milleti’nin herhangi  bir savaş girmiş olduğunu kabul etmemesidir. PKK yandaşları, eylemlerine halktan bir tepki görmüyorlarsa, bu, Kürt’leri toptan karalamaktan imtina eden, böyle bir şeyi zul sayan büyük Türk Milleti’nin, yapıcı  ve doğal milliyetçiliğindendir. Nitekim olanca terör ve mafyalaşma faaliyetlerine rağmen, Türk Milleti ısrarla gösterilerde açılan pankartlarında “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” demektedir.

Sorun, bu hüsn-ü kabulün  nereye kadar süreceğidir. Israrla telâffuz edilen savaş Türk Milleti tarafından kabul edilirse etnik Kürt ırkçıları,  yemeye  ekmek bulamayan, çocukların çoğunu harplerde kaybetmiş  bir halde düvel-i muazzamayı dize getirmiş bu milletin yek vücut halde ayağa kalkmış ve ezici öfkesiyle karşılaşmaktan kurtulamayacaktır. Şimdi “savaş” kelimesini telâffuz edenler bir kere daha düşünmelidir.
 Türk Milleti’ne savaş açarak herhangi bir hak kazanabileceğinize gerçekten inanıyor musunuz?
Meydanlarda polise, mağazalara taş, Molotof kokteyli atan, kızlarımızı yakıp, bombalayan, çocuklarınızın, geri dönüp akşamları içinde yemek yiyebildikleri, uyuyabildikleri evlerini ayakta  bulması, sizce Türk Milleti’nin korkaklığından mıdır?

 Polise taş atmaya başladıkları anda,  çocuklarınızın polisten değil ama halkın kendisinden aynı şekilde  cevap almasını gerçekten arzular mısınız?

Çocukları meydanlarda, sokaklarda  Serapları yakan, Buseleri parçalayan  teröristlerin, ailelerinin, mahallelerinde aynı şekilde bombalanıp yakılmasını mı arzu edersiniz?

Bir “savaştan” bu kadar kolayca bahsedenler, savaşın nefretinin tek taraflı olmayacağını ve bir kere  uyandırıldı mı o nefretin önüne hiçbir şeyin geçemeyeceğini bilmelidirler.

Türk Milleti ne korkaktır ne de zalim. Bundan dolayıdır ki haksızlığa karşı cevabı, bütün milletlerden çok daha serttir. Böyle bir milleti zorbalıkla itham etmek ve “savaşla” tehdit etmek hiç kimsenin haddine değildir. Bir devi uyandırmak çok zordur,  onu uyandırmayı göze alıyorsanız, ayağı altında kaldığınızda halinizden şikâyet etmemelisiniz.