Anayasal ve meşru olmak iddiasındaki Kürt etnikçi partilerinin en çok kullandıkları kelimelerden biri herhalde “savaş”. Sürekli üzerinde durdukları üç şey var:
Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu…
Kürt’lerin kendi kaderlerini tayin hakkı olduğu…
Türk devletinin “Kürdistan’da” kirli bir savaş yürüttüğü…
Kürt denen toplumsal oluşumun bir millet/ ulus değil, milletleşmemiş bir kabile veya kavim olduğu ortadadır. Çünkü ne nüfusları, ne coğrafî dağılımları, ne ırkî kültürel çeşitlilikleri ve kültürlerinin cevap oluşturma gücü açısından Kürtler bir millet haline gelebilmiştir. “Kendini ayrı hissetmek” millet sayılabilmek için yeterli değildir. Çünkü “millet” olmanın tarihi, siyasî, hukukî bir süreci ve ciddi hukukî ve siyasi sorumlulukları ve sonuçları vardır.
Kürt’lerin kendi kaderlerini tayin hakkı olduğu yolundaki görüş, Kürt’lerin barındıkları ülkelerdeki egemen ulusların egemenlik haklarının yanında, böyle bir sözde hakkın sınırlarının belirlenemeyecek olmasından dolayı safsatadan ibarettir. Hiçbir “hak” sınırları belirlenemeyen bir menfaat olamaz. Kürtlerin içindeki aşiretlerin her birinin kendi kaderini tayin hakkı istendiğinde ne olacaktır?
Gelelim “savaş” kelimesine. Bu kelime, telâffuz edilirken dahi birkaç defa düşünülmesi gereken bir kelimedir. Dikkat edilirse sürekli taciz edilen, kışkırtılan Türk Milleti, ne böyle bir savaşın varlığını kabul etmektedir, ne de “savaş” kelimesini kullanmaktadır. Bunun en büyük sebebi, “milletleşmiş” bir toplum olarak Türk’lerin, kendilerine kardeş bildikleri, dil farklılığını önemsemeksizin kendi ailelerinden bildikleri insanlarla savaşmayı ayıp, günah ve kabul edilemez saymasıdır. Türkiye’de Türk bayrağı, bir ırkın keyfî egemenliğini değil, Türk adıyla bütünleşmiş, bir millet haline gelmiş sayılan insanların hepsinin mensup olduğu ve korumak üzere mutabık kaldıkları hukuk birliğini ve değerler ortaklığını temsil eder. Bu ortaklık ciddi ve tartışılmaz bir bedelle ve savaş yoluyla elde edilmiştir.
Savaş kelimesini telâffuz edenler bilmelidirler ki savaşta birbirinden uzlaşmaz derecede farklı hale gelmiş, birbirleriyle tartışma yoluyla çözüm yollarını tüketmiş ve ancak biri diğerini, mücadele edemeyecek kadar zayıf düşürmek veya yok etmek isteyen iki taraf söz konusudur. Savaş, karşılıklı yaşamak haklarının reddine dayanan bir sonuçlandırma aracıdır.
Türk Milleti İstiklâl Harbi ile, yedi düvele, bu toprakların Türk vatanı olduğunu, bu vatanda yaşayan herkesin de doğumundan itibaren, bu vatana adını veren milletin doğal ferdi ve mensubu sayılacağını kabul ettirmiştir. Bunu söyledikten sonra da artık kimin ırken Türk, kimin Boşnak, kimin Kürt veya Çerkes vs olduğunun tartışılamayacağını, milletleşmemizin, yani bu topraklara millî kimliğimizi vurmanın temel şartını, değiştirilemez şekilde koymuştur.
Amerika’da doğan biri doğal ABD vatandaşıdır. Bu şekilde o dili İngilizce, kültürü/ hayat tarzı anglo sakson ve Hıristiyan olan bir ülkenin doğal parçası haline gelmiş sayılır. ABD çok kültürlüğü, yukarıda saydığımız özelliklerin tartışılmaz egemenliğine bağlı kalındığı için vardır. ABD’e bir Müslüman olmanız, başkalarına Müslümanca davranabileceğiniz anlamına gelmez. ABD’de bir Kürt olmanız “ Amerikan ulusu adına karar veren mahkemeleri tanımıyorum!” demek hakkını size vermez. Hele “Kürtler Amerikalı’ların hayatını cehenneme çevirecek!” gibi bir söz etme hakkını asla vermez! Amerika’da hiç kimse Amerikan uluslaşmasının yani Anglosakson hayat tarzının, İngilizce’nin, Hıristiyan dininin belirleyici tekelini sorgulayamaz. Amerikalılar size ancak onların hayat tarzı içinde kaldığınız takdirde saygı ve koruma sağlar. Bu, dünyanın her yerinde böyledir, çünkü işin tabiatı, budur. Amerika, kendi hayat tarzına yönelik bütün tehdit ifadelerini savaş sebebi sayar. Bu Almanya için de böyledir, İngiltere için de böyledir.
Çarşaflı bir kadın İngiliz polisi, İngiliz Milleti’nin parlamentosunu kendisine düşman bilemez. “Ben İngiliz değilim ki..” diyerek İngiliz toplumunu ve onun kurumlarını yok sayamaz. Kendini ne kabul ederse etsin, İngilizler onu, İngiliz kanunlarına ve siyasal birliğine bağlı bir İngiliz olarak kabul ettikleri için “hak sahibi” olur ve hakları korunur. Eğer İngilizler artık onu İngiliz saymazsa o zaman ya sadece hakları kısıtlanmış şekilde o ülkede barınır veya sınır dışı edilir.
Dolayısıyla, doğumdan kaynaklı hakların kullanıldığı bir memlekette “doğumdan kaynaklı haklar” ,içine doğulan egemen ulus seviyesindeki toplumun bir parçası olmanın sonucudur. Bu hakların kökenini reddettiğinizde, hakların kendilerini de reddetmeniz gerekir. Eğer bu hakların kaynağı olan “doğal mensubiyetin” sağlayıcısını düşman kabul ederseniz, yalnızca haklarınızı kaybetmez, yok edilecek bir düşman haline de gelirsiniz.
Dolayısıyla “doğuştan gelen doğal haklarından” dolayıdır ki Türkiye’de Kürtler en azından hukuki ve siyasi olarak Türk kabul edilirler. Bunun yanı sıra, da, Ortadoğu’da hiçbir örneğine rastlanmayacak şekilde, Türk toplumunun doğal ve ayrılmaz bir parçasıdırlar.
Demek ki “savaş” kelimesini telaffuz eden etnik ırkçılar, gerek terörist gerekse terör sempatizanları olarak, Kürt kökenli vatandaşlarımızın, Türk adı ile tescillenmiş ve Türk Milleti’nce bedeli ödenerek oluşturulmuş doğal bir beraberliğini reddetmekte ve buna karşı savaş açmaktadırlar.
Bu durumda:
1- 1- Kendilerini Türk adına karşı düşman kabul etmektedirler.
2- 2- Türk Milleti ile aralarında var olduğunu düşündükleri sorunların tek çözüm yolunun savaş olduğunu kabul etmektedirler.
3- 3- Buna göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çaresizce zayıf düşürene veya onu tamamen yok edene kadar Türk Milleti’nin hayat hakkını yok sayacaklarını, reddedeceklerini beyan etmektedirler. Nitekim “bombalar savaşın bir parçası!”, “Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!” gibi sözler açık savaş ilânıdır.
Bu durumda, eğer ortada ilân edilmiş bir savaş varsa…
1- 1- Savaşın tarafları kesin ve net bir şekilde belli edilmelidir.
2- 2- Herkes bu savaşta hangi tarafta yer alacağını beyan etmelidir.
3- 3- Savaşta düşmanımız olduğunu söyleyenler , bizimle aynı hakları kullanmaktan imtina etmelidir.
4- 4- Kendisini savaşta bir taraf ve bize düşman kabul edenler derhal işgal ettikleri resmi makamları ve unvanları terk etmelidirler.
5- 5- Türk Milleti ve devleti ile savaştığını iddia eden herkes doğrudan vatana ihanet suçunu işlemektedir. Bu suçun kanunla ortadan kaldırılması söz konusu olamaz. İngiliz anayasası olmaması nasıl İngiliz egemenliğini tartışmamıza yol açamıyorsa, “doğal bir uç” olan vatana ihanetin de kanunla muvakkaten varlığı söz konusu edilemez.
Bu şartlar sağlandıktan sonra “savaşmak” iddiasını güdenler yani ellerinde silâhla Türk askerine, polisine, bayrağına, mahkemelerine karşı koyacaklarını söyleyenler şunu bilmelidirler.
Bir savaş halinde savaş, yalnızca ordularca yapılmaz. Savaş genel bir seferberlik halidir ve bir millet, bütün fertleriyle, düşmana karşı direniş gösterir, gösterecektir. Bu durumda “Kürt halkı adına” savaştığını iddia edenler, artık Türk Milleti ile vatandaş sayılmayacaklar, düşman kabul edilecekler ve yok edileceklerdir.
Bir savaş esnasında, düşman kabul edilenlerin hayat hakları tanınmaz. Düşman, yargılanmaksızın yok edilmesi gereken kişi demektir. “Bombalar savaşın bir parçası!” diyerek kendince bir savaşta taraf olduğunu düşünenler, bahsedilen savaş, Türk milleti tarafından kabul edilirse, görüldükleri yerde vurulması gereken düşmanlar olacaklarını bilmelidirler.
“Kürtler veya başka herhangi bir topluluk adına savaş açan” insanlar bu iddialarından vazgeçmezler ise masum veya suçlu ne kadar Kürt veya ilgili topluluk mensubu varsa hepsini, kendiliğinden böyle bir savaşın tarafı ilân etmiş olduklarını bilmelidirler. Bu durumda Türk bayrağının altında birleşmeyen her kim olursa, Türk Milleti, kendisine savaş ilân etmiş bir düşmana ne yaparsa, ona da aynısını yapmak hakkına sahiptir.
Şu anda bütün etnik ırkçı kışkırtmalara rağmen ülkede sükûnetin sürmesinin tek sebebi, Türk Milleti’nin herhangi bir savaş girmiş olduğunu kabul etmemesidir. PKK yandaşları, eylemlerine halktan bir tepki görmüyorlarsa, bu, Kürt’leri toptan karalamaktan imtina eden, böyle bir şeyi zul sayan büyük Türk Milleti’nin, yapıcı ve doğal milliyetçiliğindendir. Nitekim olanca terör ve mafyalaşma faaliyetlerine rağmen, Türk Milleti ısrarla gösterilerde açılan pankartlarında “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” demektedir.
Sorun, bu hüsn-ü kabulün nereye kadar süreceğidir. Israrla telâffuz edilen savaş Türk Milleti tarafından kabul edilirse etnik Kürt ırkçıları, yemeye ekmek bulamayan, çocukların çoğunu harplerde kaybetmiş bir halde düvel-i muazzamayı dize getirmiş bu milletin yek vücut halde ayağa kalkmış ve ezici öfkesiyle karşılaşmaktan kurtulamayacaktır. Şimdi “savaş” kelimesini telâffuz edenler bir kere daha düşünmelidir.
Türk Milleti’ne savaş açarak herhangi bir hak kazanabileceğinize gerçekten inanıyor musunuz?
Meydanlarda polise, mağazalara taş, Molotof kokteyli atan, kızlarımızı yakıp, bombalayan, çocuklarınızın, geri dönüp akşamları içinde yemek yiyebildikleri, uyuyabildikleri evlerini ayakta bulması, sizce Türk Milleti’nin korkaklığından mıdır?
Polise taş atmaya başladıkları anda, çocuklarınızın polisten değil ama halkın kendisinden aynı şekilde cevap almasını gerçekten arzular mısınız?
Çocukları meydanlarda, sokaklarda Serapları yakan, Buseleri parçalayan teröristlerin, ailelerinin, mahallelerinde aynı şekilde bombalanıp yakılmasını mı arzu edersiniz?
Bir “savaştan” bu kadar kolayca bahsedenler, savaşın nefretinin tek taraflı olmayacağını ve bir kere uyandırıldı mı o nefretin önüne hiçbir şeyin geçemeyeceğini bilmelidirler.
Türk Milleti ne korkaktır ne de zalim. Bundan dolayıdır ki haksızlığa karşı cevabı, bütün milletlerden çok daha serttir. Böyle bir milleti zorbalıkla itham etmek ve “savaşla” tehdit etmek hiç kimsenin haddine değildir. Bir devi uyandırmak çok zordur, onu uyandırmayı göze alıyorsanız, ayağı altında kaldığınızda halinizden şikâyet etmemelisiniz.