Bir toplumun düzeni, yani fertlerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin oluşturduğu bütün, kabaca iki türlü olabilir: Otoriteye dayalı veya rızaya dayalı…
Otorite ve rızanın, toplumsal düzenle değil de daha ziyade devlet idaresiyle ilgili olduğunu düşünebiliriz. Bunun da sebebi, monarşilerin ve demokrasilerin, ayrı birer devlet şekli olmasıdır.
Otorite ve rıza her ne kadar akla ilk olarak devlet şekillerini getirseler de demokrasinin günümüzde karşılaştığı problemler, asıl meselenin toplumsal düzenle ilgili olduğunu göstermektedir.
Günümüzde, klasik monarşi, geri kalmış ülkeler dışında neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Monarşinin hâlâ varlığını sürdürdüğü ülkeler, çoğunlukla, demokrasi içinde kraliyetlerin, artık yalnızca millî bütünlüğü temsil eden birer sembol olarak kaldıkları ülkelerdir.
Buna mukabil, “demokrasiler” çok çeşitli görünümler arz etmektedir. Genellikle “ Yönetimi, halkın belirlediği rejim” olarak bilinen demokrasi, rıza, temel haklar, millî egemenlik, çoğulculuk, katılımcılık gibi pek çok unsurun değişik ölçülerde ve biçimlerde etkilediği, tartışıldığı, bunun da sınırlarını belirsizleştirdiği bir rejim haline gelmiştir.
Demokratik rejimlerde, sorunlar, iki şeyden kaynaklanmaktadır:
Demokrasinin ideolojik yorumundan…
Demokrasinin uygulandığı ülkedeki toplumsa düzenin baskın unsurlarından…
Demokrasinin ana konusu, en sınırlı ve dar anlamda, bir ülkede, kamu(bürokrasi) yürütücü aygıtını, kimin çalıştırdığıdır.
Sorun da bu dar anlamın, ideolojik kabullere veya toplumsal bir takım kaprislere göre genişletilmeye çalışmasıdır.
1948’de BM Güvenlik Konseyi’ndeki yoğun SSCB baskısıyla, kapsamı neredeyse anlamsız hale gelecek kadar genişletilen İnsan Hakları Beyannamesi, bu genişlemenin, belirsizleşmenin ilk örneği sayılabilir.
Demokrasi dendiğinde akla gelen ilk tanımın içindeki “çoğunluk hâkimiyeti”, başlangıç için yeterli ama uygulamada, bireylerin temel haklarına riayet kaydıyla sınırlanmadıkça ciddi sıkıntılara sebebiyet verebilecek bir unsur.
Yani çoğunluğun, bir ferdin, hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına, bu haklar kötüye kullanılmadıkça müdahale etmemesi gereği, model kabul edilebilecek liberal demokrasilerin en belirgin özelliğidir.
“Sosyal demokrasi” denen demokrasilerde ise, daha önce devrimle başa getirilen kerameti kendinden menkul bir sınıfın yerini, demokrasinin belirleyicisi olan sayısız çoğunluk almıştır. Yani totaliter sosyalizmlerin temel hakları ezmek keyfiliği, sınıfın yerine çoğunluğa verilmiş ve böylece demokrasinin “rızaya dayanması”, şartının sağlandığı sanılmıştır.
Bu yazının konusu olan “rıza” kavramının, çarpıtılmasının en büyük sebebi, demokrasideki çoğunluk hâkimiyetinin, iki önceki paragrafta bahsedilen, temel haklara müdahalesizlik kaydının dışına çıkarılmasıdır.
Sosyal demokrasi kavramının, çoğunluk oyunun, temel haklara müdahale edebilmesine imkân vermesi ile demokrasi, elde edilen sayısal çoğunlukla, arzulanan her şeyin yapılabileceği düşünülen bir tür iktidar rekabetine dönüşmüştür. Bu durumda ferdin tek başına devlet aygıtına, iktidara vs karşı temel haklarını savunması, fiilen imkânsız hale gelmiş, fikri olarak da sosyal demokrasinin dayandığı kolektivist felsefece aşağılanmıştır.
Demokrasinin sosyalist yorumu olan sosyal demokraside demokrasinin aktörleri bireyler değil, menfaat gruplarıdır. Ona göre demokrasi bu gruplar arasındaki bir “pay kapma” yarışıdır. Sosyal demokrasinin sosyalizme dayandığını söylememizin sebebi, sosyal demokratların da aynen totaliter sosyalistler gibi “ bir şekilde ve birilerince nasıl olsa üretilen refahın” çoğunluk emriyle paylaştırılabileceğini sanmasındandır.
Demokrasinin ferde dayalı “liberal” tanımının unutulup popüler dağıtımcı bir sosyalist yorumuna itibar edilmesi, demokrasinin temelindeki “rıza” kavramının da çürümesine sebep olmuştur.
Liberal bir demokraside rıza, hem ferdin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyetinin, çoğunluğun ve devletin keyfi müdahalesinden korunmasına dair toplumdaki genel mutabakatı ve kabulü hem de ferdin, temel haklarının teminat altına alınması şartıyla çoğunluk iradesine uyması anlamlarına gelir. Liberal bir demokraside, ferdin temel haklarına riayet edilmesi, onun herhangi bir menfaat grubuna girmeden, kendi zekâsı, bilgisi ile kendi hayatını sürdürmesine imkân verir. Çünkü başa gelen iktidar kim olursa olsun, liberal bir demokraside temel haklar her bir ferdin, iktidar karşısında gerçek ve etkili bir varlık olmasını sağlar.
Oysa karma ekonomilerin Siyam ikizi sosyal demokraside, ferdin kendi zekâsıyla meşru olarak ne elde ettiğinin, elde ettiğini ne yamak istediğinin hiçbir önemi yoktur. Sosyal demokrasi, ferdin elde ettiği her şeyi, toplum adına ondan alıp topluma dağıtmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmez.
Bu durumda ferdin iktidar karşısında hiçbir anlamı kalmaz. O artık muhayyel bir varlıktır. Ondan bahsetmek ancak “kendi çıkarları için topluma kazık atmak isteyen bencillerin işidir”, sosyal demokratlara göre… Ferde sürekli telkin edilen şey “Berabersek güçlüyüz!” fikridir. Birileriyle beraber olmayan ferde her türlü zorbalığın yapılabileceğini düşünmek tam da demokrasiyi bir sayısal çoğunluk diktatörlüğü olarak gören sosyal demokratların işidir. Onlara göre “güç” ancak Marx’ın çarpık algısıyla kabullendiği, keyîi kaba kuvvet uygulayabilmek potansiyelidir. Ve onlar için elle tutulmayan, gözle görülmeyen sözlerden ibaret olan hukuk tamamiyle anlamsızdır.ferdin kendini hukuk yoluyla koruması diye bir şey onlara göre mümkün değildir. O yüzden “örgütlenme”, sosyalistlerde, sosyal demokratlarda adeta bir fetiştir.
Sosyal demokrasinin, gerek fert yerine grupları esas alarak, toplumu bir cemaatler yekûnu olarak görmesi gerekse sayısal rekabetten güçlü çıkanın mutlak hâkimiyetini kabul etmesinden dolayıdır ki “rıza” kavramı anlamını kaybetmiştir. Çünkü önce rızanın, “temel haklara saygıyla sınırlandırılmış bir çoğunluk” üzerindeki yaygın mutabakat bağlamındaki anlamı ortadan kaldırılmıştır. Bunun yerine, çoğunluğun iradesinin ayrıca bir meşruiyet testi gerektirmeyen mutlak bir hükmedici olduğu fikri yerleştirilmiştir.
Daha sonra demokrasi, oya bağlı bir cemaatler arası iktidar savaşı haline getirilerek ferdin, iktidardan razı olup olmamak imkânı elinden alınmıştır. Bugün Türkiye’deki yaygın korkunun ve ümitsizliğin temelinde, herkesin kendisine bir an önce sığınacak bir “cemaat” bulmak endişesi vardır. (“Cemaat” burada sadece dinî cemaatleri anlatmamaktadır. Genel olarak sosyolojideki “topluluk” karşılığı olarak kullanılmıştır. Yazının bazı yerlerinde topluluk kelimesi de kullanılabilir.).
Peki ama bu neden önemli olmalıdır?
Birincisi, ferdin kendi başına var olamadığı hiçbir toplumsal düzende, hukuk devleti var olamaz.
İkincisi, çoğunluğun kayıtsız şartsız kaba kuvvet kullanabilmek imkânını kabul ettiğimizde, rızayı fertten kaynaklanan değil, ferde dayatılan bir şey haline getirmiş oluruz.
Hal böyle olunca çoğunluğun mutlak iktidarı, bir realite olarak mevcut olsa bile meşruiyeti tartışmalı olduğu için yürütülen kolektivist düzende her cemaat, kendi kaba kuvvet uygulama alanını kurmak ve bu alanda çoğunluk iradesinden bağımsız olmak ister.
Temel haklara uygunlukla sınırlandırılmamış bir çoğunluk yönetimi, kendiliğinden bir çoğunluk diktasıdır. “Yeniden dağıtım” amacıyla ürünleri ve gelirleri, mülkiyet hakkını ihlal ederek sahiplerinden alarak dağıtmaya kalkan her türlü yönetim de bu anlamda bir diktadır.
Türkiye’de mevcut karma ekonomi modeline dayanan siyasal sistemimiz, fiiliyatta açıkça kolektivisttir. Mevcut siyaset anlayışımız, partilerimizin etiketlerindeki bütün farklılıklara rağmen, “Devletin, adaletli bir yeniden dağılım sağlaması” kolektivist fikrine dayanmaktadır. Bu açıdan zaten Türkiye’de hiçbir partinin liberal demokrasiye yaklaştığını söylemek mümkün değildir. Bütün partilerimiz, istisnasız, demokrasiyi, mutlak sayısal çoğunluk hâkimiyeti olarak kabul etmektedir. Bütün partilerimiz, ürünleri ve gelirleri, yerden bitip yağmalanan ve bu yüzden devletçe yeniden dağıtılması gereken varlıklar olarak görmektedir.
Peki bunun pratikteki sonucu ne olmaktadır? Bunun pratikteki sonucu milletin ve millî egemenliğin sadece sayısal bir çoğunluk meselesi haline getirilmesi olmaktadır. Böylece milli egemenlik ferdin rızasından ayrılmakta ve bir dayatma aracı ve hatta amacı gibi gösterilmektedir.
Rızanın kurala dayalılığı zedelendiğinde de ortada, zor kullanabilen herkesin, zor kullanabildiği herkesi kendine itaat ettirmesi fiilî hali kalmaktadır. Yani bir gücü gücü yetene hali, bir seçim seramonisine bağlandığı için sanki doğal ve hukuki imiş gibi addedilmektedir. Böyle bir durumda her topluluk, Türk Milleti’nin meşru millî egemenliğini, kendine düşman bilip bundan ayrılabilmek için elinden geleni yapmaktadır.
Onlara kültür birliğinden, tarih birliğinden, milletleşmenin dayandığı kadim rızanın aklî dayanaklarından, bunların devletleşmeyle ilişkisinden vs bahsetmek artık anlamsız hale gelmiştir. Dikkat edilirse siyasal dinciler, eski köye yeni adet getirmekte, sanki Türk diye bir varlık hiç olmamış gibi bir hava yaratarak en temel hukuk metnimizden adımızı silmek istemektedirler. Etnik ırkçı teröristler ve siyasal taşeronları, dünyada nüfusu üç yüz milyonu bulan ve kndilerininki gibi pek çok kabileyi, kavmi barındıran bir millet yapısıyla kendilerini denk görmektedir.
Rızanın çarpıtılmasına yol açan, demokrasinin güç mücadelesi algısı yüzünden artık ikna bir metot değildir. Siyasal dincilere de etnik ırkçılara da saatlerce milletleşmenin sosyolojisini anlatsanız, bu onlar için hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü onlar için “demokrasi” , “yalnızca arzu etmenin yettiği” bir güç savaşıdır. Özellikle etnik ırkçıların, bebek katillerinin taleplerinin hemen hemen tamamının yerine getirilmiş olmasına rağmen hâlâ milletimizi kışkırtmaları, bir iç savaş çıkarmak için uğraşmalarının temelinde, güç mücadelesi haline getirilmiş bir demokraside, hükmün sözlerle, kurallarla değil, kaba kuvvetle verileceği kanaati yatmaktadır.
Nitekim polisimize “Parfüm bile sıkamıyorsun!” diye saldıran hainlerin demokrasiden anladıkları tek şey, millî egemenliği kullanma aracımız olan çoğunluğumuzdan tamamen ayrılmaktır.
Çarpıtılmış bir rıza anlayışı ile ellerinde kaba kuvvet bulunduranların herhangi bir şeyden razı olmaları ancak ve yalnız kendi kaba kuvvetlerine mutlak itaatle mümkündür. Bugün Türk Milleti etnik terör tehdidiyle barış ve demokrasi kelimelerinin çarpıtılmış anlamlarını kabule zorlanmaktadır. Kürtçe TV açılması, Kürtçe propaganda yapılması vs bu yüzden etnik ırkçıları asla tatmin etmemektedir. Onlar, bizim rıza sistemimizi kabul etmemektedirler bir kere. Onlar gerek toplumsal yapılarındaki zor kullanıcılık eğiliminden, gerekse ideolojilerinden dolayı, bir şeyin “yalnızca onlar istediği için olması gerektiğini” düşünmektedirler. Bu kabul ile demokrasi, temel haklara uygunlukla sınırlı çoğunluk iradesi anlayışı, bir arada bulunamaz.
Onlar ancak kendi zorbalıklarına, kayıtsız şartsız itaat ettiğimiz takdirde, rıza gösterdiğimiz takdirde, kendi rızaların sunacaklarını bildirerek Türk millî egemenliğini hiçe saymaktadırlar.
Demokrasinin çok sesliliğini anlamlı kılan sınır, çoğunluğun temel haklara saygısı sınırında, grupların ifade hürriyetinin durdurulmasıdır. Hiçbir ifade hürriyeti, rızaya dayanan, temel haklara saygılı bir demokrasiyi yıkmak için kullanılamaz. Meşru ve tadil edilebilir bir hukuk devleti, rızaya dayanarak tartışmaya açılamaz. Hiç kimse, bir memlekete adını verip orada, kendi sosyolojik kimliğinin bütünlüğünü meşru mücadeleler sonucu egemen kıldıktan sonra herhangi bir ulusun egemenliği konusunda rıza beyan edemez. O egemenliğin kuruluşu, o rızanın zımnen sağlandığı anlamına gelir. En nihai şekilde, İstiklal Harbi ile egemenliği hakkındaki tartışmaları bitirmiş Türk Milleti’nin meşru devleti için rıza testi yapılamaz. Hiç kimse canı öyle istediği için bizim devletimizi, kendi razı olacağı biçime getirmeye kalkamaz. Varlıklarını Türk Milletinin hukuk biriliğine, egemenliğine ve koruyuculuğuna borçlu olan hiçbir topluluk, kendi keyfi kaprisi için demokratik rızayı zorlayamaz. Zorlamaya kalktığı takdirde, rızanın ifadesi olan mutabakata ihanet etmiş olur ve ancak düşman olarak kabul edilebilir ki düşman, varlığımıza karşı husumetiyle, rızasına dikkat edilmeksizin yok edilmesi gereken kişi demektir.
Etnik ırkçılar, varlıklarının sebebi olan şeyin Türk Milleti’nin milletleşmeye onlarıı da zamanında dahil etmek rızası olduğunu idrak edemezlerse, sonlarının Türk Milleti’nin tarihî kahrediciliğinden geleceğini göreceklerdir.