Kimdir, bilmiyorum. Gazetenin biri, “bilim adamı” etiketiyle sunmuş kendisini. Prof Dr. İskender ÖKSÜZ’e bir eleştiri getirmiş, kendince… Okuyunca dehşete kapılmamak işten bile değil.
Dediğim gibi necidir, kimdir, hakkında hiçbir bilgim yok. Bu bilgisizliğin bana kazandırdığı tarafsızlıkla eleştiriyorum, İkbal VURUCU adındaki “akademisyeni”.
Şu satırları çok ilginç ve milliyetçiliğin içinde debelendiği felsefî sefaletin kaynaklarına ışık tutması açısından ilginç. İskender Öksüz’e yönelttiği eleştirinin bana kalırsa can alıcı yeri, şu satırlar:
““Geçmişle bugünün kıyaslanmasındaki isimler üzerinden gitmektense bilginin işlevselliği ve toplumsallığından hareket etmek daha isabetli olur. Mümtaz Turhanların, Erol Güngörlerin, Arif Nihat Asyaların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle ‘düşünce’ olmaktadır. Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi. Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtırdı. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki ‘doğal’ dayanışmadır.”
Paragrafın ilk cümlesinin yalnız başına hemen hemen hiçbir anlamı yok. Çünkü bilginin işlevselliğinin anlamına dair hiçbir açıklama yok. Yazarımız herhalde akademik titrine sığınarak biz fanilerin bu tip bir şatafatlı cümleyi anlamasak da olabileceğini düşünmüş. O halde, kendi başına anlamsız bu cümleyi biz anlamlandıralım:
“Bilginin işlevselliği denen şey iki şeye bağlıdır: İlk olarak bilginin, fikir mülkiyeti ile ilgili kabul edilmiş ve korunan ciddi kurumlarla bir değer ifade eder hale getirilmesine… İkincisi de artık “iktisadî bir mal” haline getirilmiş bu bilginin, onu elde etmeye gücü yetenlerce elede edilerek kullanılacağı bir piyasanın parçası olmasına… Burada “gücü yeten” dememizin sebebi nedir? Bir ürünün üretim bilgilerine herhangi bir vatandaşın ulaşması mümkün değildir ve olmamalıdır da. Buna mukabil, gücü bir halk kütüphanesine abone olmaktan, internet aboneliğine veya bilimsel dergi aboneliğine uzanan bir gelir yelpazesindeki her bireyin, elede edebileceği en büyük bilgi kaynağına ulaşabilmesi bilgiyi işlevselleştirir.
Muhtemelen bir sosyal bilimci olan İkbal Bey’in, “bilginin işlevselliğinden” bahsederken Popper’a hiç atıfta bulunmamış olması, milliyetçiliğin akademisyen kadrolarına da sirayet ettiğini artık daha büyük bir üzüntüyle müşahade ettiğimiz felsefi fukaralığın bir başka yönü. Çünkü bilginin işlevselliği diye üst perdeden atarken “ bilimin kamusallığı” denen kavrama atıf yapmamak, ondan yararlanmamak, bilip de söylememenin değil öyle görünüyor ki hiç bilmemenin bir sonucu. Popper bir önermenin “gücü yeten ve buna istekli herkes tarafından” test edilebilmesi gerektiğini söyler. Buna da “bilimin kamusallığı” der.
Bilimin kamusallığı kavramı, “bilimsellik” iddiasındaki her önermenin “her bireyin” sınayıcı/ test edici aklının terazisine vurulabilmesi durumunu öngörür. İkbal Bey’in sonraki satırlarında bizi dehşete düşüren cemaate tapınıcı tavrın tam karşısında, bu kavrayış, bir insanlık abidesi olarak durur.
Yani bilginin işlevselliği sarkık bıyıklar bırakarak Google’dan Arif Nihat şiiri indirivermek kolaycılığı değil, çok daha başka bir şeydir. Gelelim sonraki satırlara…
“Mümtaz Turhanların, Erol Güngörlerin, Arif Nihat Asyaların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle ‘düşünce’ olmaktadır.”
Bu satırların yazarı, bir siyasal İslamcı veya sosyalistse söyleyecek sözümüz olamaz. Onların algıları zaten bireyi , bünyesinde eritip yok eden cemaat veya sınıf odaklı olarak işlemektedir. Onlara göre “akıl” ancak cemaatin veya sınıfın ortak muhakemesi anlamına gelmektedir. Bu açıdan mesela sınavlara cemaatçi gençlerin kayırılması durumu, cemaatin muhakemesinde “iyi” olarak kabul ediliyorsa içlerinden hiç kimsenin bunu ahlakın terazisiyle tartması artık mümkün değildir. Çünkü cemaatin aklı, ahlâkı çoktan kendi içinde eriten bir büyük öğütücüdür.
Bu dediklerimizi sosyalist “cemaatler” için de geçerlidir. Stalinistlerden, sosyal demokratlara kadar “örgütün” aklının üstünde bir akıl kabul eden herhangi bir kolektiviste rastlayamazsınız. “Hakim ve avukat kiralamaktan” bahseden cemaat önderleriyle, POUM gerillalarını Franco’nun önüne atan Stalinistler bu açıdan aynı kanı taşırlar. Cemaatçi/ kolektivist herhangi birine göre bireyin aklı “olmaması gereken” bir tabiat arızasıdır ve cemaat için düşmanlardan daha büyük bir tehlikedir. Devrimlerin niye önce kendi çocuklarını yediklerini düşünüyorsanız Rus ve İran devrimlerinde aydınların başına gelene bakmanız herhalde yeterli olur.
Ama sayın akademisyen burada haddini fazlasıyla aşan lâflar etmekte işin kötüsü bunun farkına da varmamaktadır. Bahsettiği ve kendisinin fikri kapasite olarak kat be kat fevkinde olan bu insanları “ cemaatlerinin eseri” olarak tanıtmıştır. Bu cidden büyük ve affedilmez bir haddini bilmezlik, açıkça bir terbiyesizliktir. Neden mi? Çünkü bu satırlar, yıllara, sağlığa mal olmuş büyük fikri gayretleri ve cehdi, onları gerçekleştiren bireysel akılların ve büyüklüğün elinden alıp ne idüğü belirsiz bir cemaat ahkâmının eline teslim edivermektedir. O halde İkbal Vurucu’ya azıcık felsefe tarihi dersi vermek yerinde olur.
Fikir adamlarını değerli kılan şey, onların bir cemaatin onayını ve takdirini beklemesi veya bundan yararlanması değil, aksine, devirlerinin en güçlü cemaat algılarına ve baskılarına karşı tek başlarına , doğru bildiklerini haykırmalarıdır! Ki bu söylediğimiz şeyler İkbal Bey’in adlarını ağzına alırken dahi hicap duyması gereken insanların bize örnek olmasının ilk sebebidir. Sokrat, devrinin Atina “cemaatinin” sayesinde düşünür olmamıştır.
Bir diğer sebep de düşünürlerin “eldekilerle yetinememek” açlıklarıdır. Onlar İkbal Bey ve onun gibi etiket akademisyenlerinin her gün çekirdek çitler gibi ağızlarındaki geveledikleri ezberlerin kalori değerini, fikrî besin değerini ortaya koyarak, fikri beslenme rejimlerimizi değiştiren büyük akıllardır! Onlar paradigma değiştiricileridir ve paradigmalar cemaatlere yaranarak değil, cemaatlerin onayıyla değil, cemaat sapkınlıklarına ve taassuplarına karşı aklın hakimiyetiyle değişirler.
Bu sebeplerden dolayı İkbal Vurucu sadece şu iki cümlesinde dahi fikir adamlarımıza karşı büyük bir terbiyesizlik etmiştir.
Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi. Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtırdı. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki ‘doğal’ dayanışmadır.”
Sonraki cümleler maalesef bu terbiye noksanlığını gideremiyor. Ülkemizde maalesef etiketlerin insanlara terbiyesizlik etme hakkını verdiği kabulü bir norm haline geldiğinden insanlar terbiyeden önce etiket edinmeyi daha kârlı buluyorlar.
Burada terbiyeye neden bu kadar vurgu yapmaktayım? Çünkü terbiye, en kıyıcı eleştirileri bile yaparken eleştirdiğimiz kişinin genel ahlâk, bilgi yeterliliği ve hakikate bakışı açısından sürekli ama sürekli gözetilmesini gerektirir.
Konuşmalarında açıkça terbiyesizlik eden, sürekli hakaretamiz konuşan birinin diğer özelliklerine bakılmaz.
Etiketinin kendisini, sınırlılık ve belirsizlikten azat ettiğini sanarak sözünün gittiği yeri düşünmeyenler, terbiye kalkanını kullanamaz, karşısındakinden terbiye talep edemez.
Veya… Karşısındakinin veya bahsettiği kişinin varoluşuna karşı herhangi bir saygı beslemeyen kişiler ( ki İskender Bey gibi birini kendince eleştiren İkbal Bey aynı zamanda bu gruba giriyor) terbiyesizlik ediyor demektirler.
Ve diğer bir grup, bir insan veya bir grup hakkında hükme varırken objektif veriler veya akıl yürütmeye dayanmaksızın savuranlardır. İkbal bey aynı zamanda bu davranışı da sergilemektedir.
Saydığı isimlerin bireysel varoluşlarının zaten anlamsız olduğunu zımnen söylemekte ve bunun en azından bizim töremizde bir saygısızlık, terbiyesizlik olduğunu fark edememektedir bile.
Diğer bir ciddi ve tüylerimizi diken diken eden kerameti kendinden menkul hükmü, bilginin cemaatin sayesinde düşünce haline geldiğidir. Öyleyse bu yanılışı düzeltmek boynumuzun borcudur.
Düşünce, düşünen kişinin algılamaları arasındaki ilişkileri kurmak faaliyetidir, etken/iradî bir eylemdir. Bu açıdan düşünce bireyseldir! Birey önce çevresini algılar, sonra algıladığı ideler arasındaki ilişkileri idrak eder ve sonra ilişkilerin ilişkileri üzerinden düşünceyi geliştirir. Düşünce toprakta biten bir doğal varlık değildir. İnsan düşünmemeyi de seçebilir. Çevresi İkbal Bey gibi sayısız malumat sağlayıcıyla doluyken de zaten memleketimizdeki pek çok insan, herhangi bir cemaate kapılanarak bu işten kaytarmanın kolaylığını ,maymun atalarından gelen sopa-muz seviyesindeki akıl yürütmesiyle rahatlıkla keşfetmiştir.
“Bilgi” ne zaman teşekkül eder? Bilgi düşünceden sonra teşekkül eder. Bilim adamları, işleri, tabiatın düzenliliklerini her gün daha derin bir şekilde anlamlandırmaya çalışmak olan “düşünen insanlardır” Kendilerine miras kalan bilgi mirasını diğerlerinden daha iyi değerlendirmiş bu insanlar, tabiata daha ayrıntılı ve irdeleyici bakarlar.
Düşüncenin bilgiden önce gelmesinin en önemli delili, tabiatın düzenliliklerine dair sayısız “bilimsel” düşüncedir. Evrenin yapısıyla ilgili her biri kendi içinde tutarlı ama bir yandan ilerleyen bilgi edinme işinin ışığında akıl terazisinde elenip elenmemek için sırada bekleyen pek çok düşünce vardır. Ve o düşünceler, “cemaatler” onları anladığı için düşünce olmazlar!
Bahsettiğimiz şey felsefe için de geçerlidir ve aslında felsefe için daha çok geçerlidir. Eğer felsefenin hiç biri geçerliliği kanıtlanmamış sayısız saçmalıktan ibaret olduğunu sanıyorsanız büyük ihtimalle siz de düşüncenin, cemaatin kabul ederek, onayladığı bir bilgi olduğu saçmalığına inanıyorsunuz demektir. Eğer felsefenin geçersiz fikirler yığını olduğunu düşünüyorsanız hayatınızın neden tek bir ahlâkî prensiple yürüttüğünüzü kendinize sormalısınız. Yoksa siz, size göre yeri geldiğinde banka soyan, yeri geldiğinde tecavüz eden, yeri geldiğinde adam öldüren ve bütün bunları da hiçbir felsefeye bağlı olmamanın özgürlüğüyle yapabilen “akılcı” bir insan mısınız?
Eğer böyleyseniz siz, sürüler halinde yaşayan herhangi bir canlı grubunun dünyanın en büyük filozoflarını yetiştireceğini düşünüyorsunuz demektir. Siz ne düşünüyorsunuz, bilemiyorum ama görünen o ki sayın akademisyen öyle düşünüyor.
İkbal Bey, insanın birey olarak ne olduğunu, neye yaradığını bilemediği için birilerinin kitaplarının “dayanışma” ile basılması sayesinde onun fikirlerinin işe yaradığını rahatlıkla söyleyebiliyor. Şüphesiz fikir de bir maldır ve piyasaya arz edilir. Amma fikirler/ düşünceler müşterilerinin teveccühü ile sınırlı değillerdir. Bugün modası geçmiş teknolojileri çöpe atabiliyoruz ama fikirlerin modası olmaz! Fikirler tüketici zevkiyle değer kazanmazlar!
Fikirler akıllarımıza rehberlik edebildikleri sürece geçerlidirler ve bu da pek çok iktisadi malın sahip olamadığı bir özelliktir! Sokrat, çağının çok ötesinde, hâlâ bize ışık tutan fikirlerin babasıdır. Karl Marx, yayınlamalarından hemen sonra akıl sahiplerinin eleştirileriyle paçavraya çevrilmiş saçmalıkların yazarıdır.
İkbal Bey’in bu tepeden bakan ve açıkça cehaletle malul tavrı milliyetçi camianın genel fikri fukaralığının tipik bir göstergesi. “Okuma listelerine” ağabeylerinden öğrendikleri dışında iki tane daha ekleyemeyen, listedekilerin yarısını bile okumamış, farklı kişilerin ortak noktalarını bulmaktan aciz milliyetçi camiada, kıskançlık, ihtiras, cemaatçilik, güce tapınmak, maalesf norm haline gelmiştir. İkbal Vurucu milliyetçi midir bilmem ama eğer öyleyse işe en başından başlamasında sayısız faydalar vardır.
Akademisyen olduğu söylenen ve daha bilimin kaynağı olan bireysel yaratıcılığın farkına varamamış bu etiket akademisyenine Epiktetos’un bir sözüyle son bir ders vermeliyiz:
Sokrat’ın fikrî evlâdı Epiktetos, “Düşünceler Ve Sohbetler” adlı kitabında” “Felsefeyle uğraşıyorum”, deme, “Adam olmaya çalışıyorum” de” diyor. Bilmem bunun İkbal Bey’in cemaati için bir anlamı var mı?