27 Nisan 2011 Çarşamba

Bir Akademisyenin Felsefî Sefaleti Ve Terbiye Noksanlığı

Kimdir, bilmiyorum. Gazetenin biri, “bilim adamı”  etiketiyle sunmuş kendisini. Prof Dr. İskender  ÖKSÜZ’e bir eleştiri getirmiş, kendince… Okuyunca dehşete kapılmamak işten bile değil.

Dediğim gibi necidir, kimdir, hakkında hiçbir bilgim yok. Bu bilgisizliğin bana kazandırdığı tarafsızlıkla eleştiriyorum, İkbal VURUCU adındaki “akademisyeni”.
Şu satırları çok ilginç ve milliyetçiliğin içinde debelendiği felsefî sefaletin kaynaklarına ışık tutması açısından ilginç.  İskender Öksüz’e yönelttiği eleştirinin bana kalırsa can alıcı yeri, şu satırlar:
 “Geçmişle bugünün kıyaslanmasındaki isimler üzerinden gitmektense bilginin işlevselliği ve toplumsallığından hareket etmek daha isabetli olur. Mümtaz Turhanların, Erol Güngörlerin, Arif Nihat Asyaların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle ‘düşünce’ olmaktadır. Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi. Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtırdı. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki ‘doğal’ dayanışmadır.

Paragrafın ilk cümlesinin yalnız başına hemen hemen hiçbir anlamı yok. Çünkü bilginin işlevselliğinin anlamına dair hiçbir açıklama yok. Yazarımız herhalde akademik titrine sığınarak biz fanilerin bu tip bir şatafatlı cümleyi anlamasak da olabileceğini düşünmüş. O halde, kendi başına anlamsız bu cümleyi biz anlamlandıralım:

 “Bilginin işlevselliği denen şey iki şeye bağlıdır: İlk olarak bilginin, fikir mülkiyeti ile ilgili kabul edilmiş ve korunan ciddi kurumlarla bir değer ifade eder hale getirilmesine… İkincisi de artık “iktisadî bir mal” haline getirilmiş  bu bilginin, onu elde etmeye gücü yetenlerce elede edilerek kullanılacağı bir piyasanın parçası olmasına… Burada “gücü yeten” dememizin sebebi nedir? Bir ürünün üretim bilgilerine herhangi bir vatandaşın ulaşması mümkün değildir ve olmamalıdır da. Buna mukabil, gücü bir halk kütüphanesine abone olmaktan, internet aboneliğine veya bilimsel dergi aboneliğine uzanan bir gelir yelpazesindeki her bireyin, elede edebileceği en  büyük  bilgi kaynağına ulaşabilmesi bilgiyi işlevselleştirir.

Muhtemelen bir sosyal bilimci olan İkbal Bey’in, “bilginin işlevselliğinden” bahsederken Popper’a hiç atıfta bulunmamış olması, milliyetçiliğin akademisyen kadrolarına da sirayet ettiğini artık daha büyük bir üzüntüyle müşahade ettiğimiz felsefi fukaralığın bir başka  yönü. Çünkü bilginin işlevselliği diye üst perdeden atarken “ bilimin kamusallığı” denen kavrama atıf yapmamak, ondan yararlanmamak, bilip de söylememenin değil  öyle görünüyor ki hiç bilmemenin bir sonucu. Popper  bir  önermenin “gücü yeten ve buna istekli herkes tarafından” test edilebilmesi gerektiğini söyler. Buna da “bilimin kamusallığı” der.

Bilimin kamusallığı kavramı, “bilimsellik” iddiasındaki her önermenin “her bireyin” sınayıcı/ test edici aklının terazisine vurulabilmesi durumunu öngörür. İkbal Bey’in sonraki satırlarında bizi dehşete düşüren cemaate tapınıcı tavrın tam karşısında, bu kavrayış, bir insanlık abidesi olarak durur.

Yani bilginin işlevselliği sarkık bıyıklar bırakarak Google’dan Arif Nihat şiiri indirivermek kolaycılığı değil, çok daha başka bir şeydir. Gelelim sonraki satırlara…
Mümtaz Turhanların, Erol Güngörlerin, Arif Nihat Asyaların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle ‘düşünce’ olmaktadır.”

Bu satırların yazarı, bir siyasal İslamcı veya sosyalistse söyleyecek sözümüz olamaz. Onların algıları zaten bireyi ,  bünyesinde eritip yok eden cemaat veya sınıf odaklı olarak   işlemektedir.  Onlara göre “akıl” ancak cemaatin veya sınıfın  ortak muhakemesi anlamına gelmektedir. Bu açıdan mesela sınavlara cemaatçi gençlerin kayırılması durumu,  cemaatin muhakemesinde “iyi” olarak kabul ediliyorsa içlerinden hiç kimsenin bunu ahlakın terazisiyle tartması artık mümkün değildir. Çünkü cemaatin aklı, ahlâkı çoktan kendi içinde eriten bir büyük öğütücüdür.

 Bu dediklerimizi sosyalist “cemaatler” için de geçerlidir. Stalinistlerden, sosyal demokratlara kadar “örgütün” aklının  üstünde bir akıl kabul eden herhangi bir kolektiviste rastlayamazsınız.  “Hakim ve avukat kiralamaktan” bahseden cemaat önderleriyle, POUM gerillalarını Franco’nun önüne atan Stalinistler bu açıdan  aynı kanı taşırlar. Cemaatçi/ kolektivist herhangi birine göre bireyin aklı “olmaması gereken” bir tabiat arızasıdır ve cemaat için düşmanlardan daha büyük bir tehlikedir. Devrimlerin niye önce kendi çocuklarını yediklerini düşünüyorsanız Rus ve İran devrimlerinde  aydınların başına gelene bakmanız herhalde yeterli olur.

Ama sayın akademisyen burada haddini fazlasıyla aşan lâflar etmekte işin kötüsü bunun farkına da varmamaktadır. Bahsettiği ve kendisinin fikri kapasite olarak kat be kat fevkinde olan bu insanları “ cemaatlerinin eseri” olarak  tanıtmıştır. Bu cidden büyük ve affedilmez bir haddini bilmezlik, açıkça bir terbiyesizliktir. Neden mi? Çünkü bu  satırlar, yıllara, sağlığa mal olmuş büyük fikri gayretleri ve cehdi, onları gerçekleştiren bireysel akılların ve büyüklüğün elinden alıp ne idüğü belirsiz bir cemaat  ahkâmının  eline teslim edivermektedir. O halde İkbal Vurucu’ya azıcık  felsefe tarihi dersi  vermek yerinde olur.

Fikir adamlarını değerli kılan şey, onların bir cemaatin onayını ve takdirini beklemesi veya bundan yararlanması değil, aksine, devirlerinin en güçlü cemaat algılarına  ve baskılarına karşı tek başlarına , doğru bildiklerini haykırmalarıdır! Ki bu söylediğimiz şeyler  İkbal Bey’in adlarını ağzına alırken dahi hicap duyması gereken insanların bize örnek olmasının ilk sebebidir. Sokrat, devrinin Atina “cemaatinin” sayesinde düşünür olmamıştır.

Bir diğer sebep de düşünürlerin “eldekilerle yetinememek” açlıklarıdır. Onlar  İkbal Bey ve onun gibi etiket akademisyenlerinin her gün çekirdek çitler gibi ağızlarındaki geveledikleri ezberlerin kalori değerini, fikrî besin değerini  ortaya koyarak,  fikri beslenme rejimlerimizi değiştiren büyük akıllardır! Onlar paradigma değiştiricileridir ve paradigmalar cemaatlere yaranarak değil, cemaatlerin onayıyla değil,  cemaat sapkınlıklarına ve taassuplarına karşı aklın hakimiyetiyle değişirler.



Bu sebeplerden dolayı İkbal Vurucu sadece şu iki cümlesinde dahi  fikir adamlarımıza karşı büyük bir terbiyesizlik etmiştir.
Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi. Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtırdı. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki ‘doğal’ dayanışmadır.

Sonraki cümleler maalesef bu terbiye noksanlığını gideremiyor. Ülkemizde maalesef etiketlerin insanlara terbiyesizlik etme hakkını verdiği kabulü bir norm haline geldiğinden insanlar terbiyeden önce etiket edinmeyi daha kârlı buluyorlar.

Burada terbiyeye neden bu kadar vurgu yapmaktayım?  Çünkü terbiye, en kıyıcı eleştirileri bile yaparken eleştirdiğimiz  kişinin genel ahlâk, bilgi yeterliliği ve hakikate  bakışı açısından sürekli ama sürekli gözetilmesini gerektirir.

Konuşmalarında açıkça terbiyesizlik eden, sürekli hakaretamiz konuşan birinin diğer özelliklerine bakılmaz.

 Etiketinin kendisini, sınırlılık ve belirsizlikten  azat ettiğini sanarak sözünün gittiği yeri düşünmeyenler, terbiye kalkanını kullanamaz, karşısındakinden terbiye talep edemez.

 Veya… Karşısındakinin veya bahsettiği kişinin varoluşuna karşı herhangi bir saygı beslemeyen kişiler ( ki İskender Bey gibi birini  kendince eleştiren İkbal Bey  aynı zamanda bu gruba giriyor) terbiyesizlik ediyor demektirler.

Ve diğer bir grup,  bir insan veya bir grup hakkında hükme varırken objektif veriler veya akıl yürütmeye dayanmaksızın savuranlardır. İkbal bey aynı zamanda bu davranışı da sergilemektedir.

Saydığı isimlerin bireysel varoluşlarının zaten anlamsız olduğunu zımnen söylemekte ve bunun en azından bizim töremizde bir saygısızlık, terbiyesizlik olduğunu fark edememektedir bile.

Diğer bir ciddi ve  tüylerimizi diken diken eden  kerameti kendinden menkul hükmü,  bilginin cemaatin sayesinde düşünce haline geldiğidir.  Öyleyse bu yanılışı düzeltmek boynumuzun borcudur.

Düşünce, düşünen kişinin algılamaları arasındaki ilişkileri kurmak  faaliyetidir, etken/iradî bir eylemdir. Bu açıdan düşünce bireyseldir! Birey önce çevresini algılar, sonra algıladığı ideler arasındaki ilişkileri idrak eder ve sonra ilişkilerin ilişkileri üzerinden düşünceyi geliştirir. Düşünce  toprakta biten bir  doğal varlık değildir. İnsan düşünmemeyi  de seçebilir. Çevresi İkbal Bey gibi sayısız malumat sağlayıcıyla doluyken de zaten memleketimizdeki  pek çok insan, herhangi bir cemaate kapılanarak bu işten  kaytarmanın kolaylığını ,maymun atalarından gelen sopa-muz seviyesindeki akıl yürütmesiyle rahatlıkla keşfetmiştir.
“Bilgi” ne zaman teşekkül eder? Bilgi düşünceden sonra teşekkül eder. Bilim adamları, işleri, tabiatın düzenliliklerini her gün daha derin bir şekilde anlamlandırmaya çalışmak olan “düşünen insanlardır” Kendilerine miras kalan bilgi mirasını diğerlerinden daha iyi değerlendirmiş bu insanlar, tabiata daha ayrıntılı ve irdeleyici bakarlar.

Düşüncenin bilgiden önce gelmesinin en önemli delili,  tabiatın düzenliliklerine dair sayısız “bilimsel”  düşüncedir. Evrenin yapısıyla ilgili her biri kendi içinde tutarlı ama bir yandan ilerleyen  bilgi edinme işinin ışığında akıl terazisinde elenip elenmemek için sırada bekleyen pek çok  düşünce vardır. Ve o düşünceler, “cemaatler” onları anladığı için düşünce olmazlar!

Bahsettiğimiz şey felsefe için de geçerlidir ve aslında  felsefe için daha çok geçerlidir. Eğer felsefenin hiç biri geçerliliği kanıtlanmamış sayısız saçmalıktan ibaret olduğunu sanıyorsanız büyük ihtimalle siz de düşüncenin, cemaatin kabul ederek, onayladığı bir bilgi olduğu saçmalığına inanıyorsunuz demektir. Eğer felsefenin geçersiz fikirler yığını olduğunu düşünüyorsanız hayatınızın neden tek bir ahlâkî prensiple yürüttüğünüzü kendinize sormalısınız. Yoksa siz, size göre yeri geldiğinde banka soyan, yeri geldiğinde tecavüz eden, yeri geldiğinde  adam öldüren ve bütün bunları da  hiçbir felsefeye bağlı olmamanın özgürlüğüyle yapabilen “akılcı” bir insan mısınız?

Eğer böyleyseniz siz, sürüler halinde yaşayan herhangi bir canlı grubunun dünyanın en büyük filozoflarını yetiştireceğini düşünüyorsunuz demektir. Siz ne düşünüyorsunuz, bilemiyorum ama görünen o ki  sayın akademisyen öyle düşünüyor.

İkbal Bey, insanın birey olarak ne olduğunu, neye yaradığını bilemediği için birilerinin kitaplarının “dayanışma” ile basılması sayesinde onun fikirlerinin işe yaradığını rahatlıkla söyleyebiliyor. Şüphesiz fikir de bir maldır ve piyasaya arz edilir. Amma fikirler/ düşünceler müşterilerinin  teveccühü ile sınırlı değillerdir. Bugün modası geçmiş teknolojileri çöpe atabiliyoruz ama fikirlerin modası olmaz! Fikirler tüketici zevkiyle değer kazanmazlar!

Fikirler akıllarımıza rehberlik edebildikleri sürece geçerlidirler ve bu da pek çok iktisadi malın sahip olamadığı bir özelliktir! Sokrat, çağının çok ötesinde, hâlâ  bize ışık tutan fikirlerin babasıdır. Karl Marx, yayınlamalarından hemen sonra akıl sahiplerinin eleştirileriyle paçavraya çevrilmiş saçmalıkların yazarıdır.

İkbal Bey’in bu tepeden bakan ve açıkça cehaletle malul tavrı milliyetçi camianın genel fikri  fukaralığının tipik bir göstergesi. “Okuma listelerine” ağabeylerinden öğrendikleri dışında iki tane daha ekleyemeyen, listedekilerin yarısını bile okumamış,   farklı kişilerin ortak noktalarını bulmaktan aciz milliyetçi camiada, kıskançlık, ihtiras, cemaatçilik, güce tapınmak,  maalesf norm haline gelmiştir. İkbal Vurucu milliyetçi midir bilmem ama eğer öyleyse işe en başından başlamasında sayısız faydalar vardır.
Akademisyen olduğu söylenen ve daha bilimin kaynağı olan bireysel yaratıcılığın farkına varamamış bu etiket akademisyenine Epiktetos’un bir sözüyle  son bir ders vermeliyiz:
 Sokrat’ın  fikrî evlâdı Epiktetos, “Düşünceler Ve Sohbetler” adlı kitabında” “Felsefeyle uğraşıyorum”, deme, “Adam olmaya çalışıyorum” de” diyor. Bilmem bunun İkbal Bey’in cemaati için bir anlamı var mı?




26 Nisan 2011 Salı

Marksizmde Üretim İlişkileri Hurafesi ve Çelişki Söylemi Üzerine


Mahir  Çayan’ın bütün yazılarının derlendiği bir kitapta*  Marx’tan yapılan şu alıntı önemli göründü:” Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim  ilişkileri ile ya da bunların hukuk ifadesinde başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşerler…”
Bu uzunca cümleyi, parça parça inceleyerek ne dediğini anlamaya çalışalım:
“Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri”  Gelişmeler ne demektir?  Önceden bilinebilecek ve mutlak belli bir şekilde meydana gelebilecek değişiklikler midir? Gelişmelerin hangi aşamasında?

Burada anahtar kelime, “belli”dir. Bu kelime belki de Marx’ın yegâne sığınağıdır.  İnanılmaz derecede yorucu ve  kalabalık yazılarının, üzerinde dönüp dolaştığı kelime budur. Bu kelime ne açıkça görünen bir delile veya duruma işaret etmektedir ne de tahmin edilebilir bir öğeye…  Hep “belli bir şekilde” olan bir şeyden bahseder ama bu belli şeyin nasıl ortaya çıktığına dair en ufak bir açıklama getirmez.

“Belli” sıfatına sığınarak  “öncülsüz” önermeler türetmeye çalışmıştır.  Aslında Marx’ın cümlelerine önerme demek de mümkün değildir. Çünkü “belli” olduğunu düşündüğü şeylerin yanlışlanıp yanlışlanamamasıyla ilgilenmemektedir. Çünkü bir önerme “doğruluğu veya yanlışlığı açıkça gösterilebilen bir cümle” demektir.  Marx adına üzülerek söylemeliyiz ki felsefe önermelerle yürür. Yani? Bir  yanlışlık testine tabi tutulabilen cümlelerle… Belki yanılıyor olabiliriz ama felsefenin mantıkla beraber okutulması da herhalde bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır?

Demek ki ne olduklarını, nasıl olduklarını anlayamadığımız bir takım gelişmelerin, “belli” bir aşamasında, “toplumun maddi üretici güçleri” (özne) bir şeyler yapacak veya bir duruma gelecektir…

Soru şudur: “Toplumun maddi üretici güçleri” kimlerdir? Öyle görünüyor ki bu tabirden kasıt işçilerdir. Tabirin iç çelişkisi, ferdin varlığını “maddi bir nesne” olarak görmesine dayanmaktadır. Bu durumda meselâ “manevi üretim güçleri” var mıdır? Marx bununla ilgilenmemektedir. Çünkü ona göre  işçiler bir fabrikaya girer ve “belli bir süre sonra” fabrika bir gebenin bebek doğurması gibi buzdolabı, çamaşır makinesi vs üretmeye başlar! Sorunun cevabı basittir: Buzdolaplarını işçiler üretmiştir!

Öncelikle, “toplumun maddi üretici güçleri” tabiriyle Marx  somut fertleri kast etmektedir. Bu fertlerin özelliği işçi olmalarıdır. Buraya kadar sorun yoktur. Sorun, “üretim” denen şeyin tabiatı, kökeni konusunda Marx’ın hiçbir fikrinin  olmayışıdır. Zira buzdolabının “üretimini”, onun parçalarının birleştirilmesinden ibaret görmek dışında herhangi bir  fikri yoktur.
Meselâ buzdolabının soğutmasını sağlayan mekanizmanın hazır bulnana bir takım parçalar olduğunu düşünürseniz, “ Budalalar İçin  Marksizm Serisi’nden”  zevk almamanız mümkün değildir.

Toplumun üretici güçleri denen montaj işçilerinin, yalnızca önlerindeki şemaya bakarak birbirlerine ekledikleri parçaların neye hizmet etmesi gerektiğine dair yaratıcı düşünce Marx’ın havsalasının alamadığı bir şeydir. O zanneder ki kapitalistler bir fabrika açar, içine işçileri doldurur ve belli bir süre sonra işçiler kendi “emeklerinin ürünü” olan ama sahip olamadıkları şeyler üretmeye başlar.

İyi de sayısız işçileri bir araya topladığımızda, bir araya gelerek herhangi bir televizyon çeşidi ürettikleri bugüne kadar görülmemiştir. Neden? Çünkü onların ancak montajını bildikleri şey aslında bir fikirdir, bir prensiptir! Yani toplumun ister maddi, ister betondan bütün “üretici güçleri” veya işçileri bir araya gelse buzdolabını var eden termodinamik kanunlarını bulamayacaktır!

O halde toplumun maddi üretici güçleri tabiri açıkça anlamsız ve boştur!  Çünkü üretimin esası, üretilecek şeyin  “yaratıcı fikrinde” yatar, onun işçilerce ezbere yapılan montajında değil! Üretimle ilgili fikri bir bilgisayar programına döküp robotlara yüklediğinizde size kesinlikle mükemmel ürünler çıkaracaklardır. Bu durumda  “maddi üretici güçler”  olarak robotları mı kabul etmemiz gerekecektir?

Gelelim cümlenin ikinci yarısına: “o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim  ilişkileri ile ya da bunların hukuk ifadesinde başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileri ile çelişkiye düşerler…”

Derhal "Kapital’e" sarılacaklara hemen bir uyarıda bulunmalıyız. Marx “üretim ilişkileri” denen şeyin ne olduğunu tanımlamamıştır.  Öncüllerden yoksun olmasıyla çıkarımcılıktan da  sınıfta  kalan Marx, ne yazık ki “olgucu” tutumunda da “emek-değer” saçmalığında düştüğü hataya düşmüştür.  Kendi devrinde var olan şeylere bakmak dışında Marx var olanı anlamlandırmayı becerememiştir.

“Üretim ilişkilerinden” bahsederken durmadan siyasal sistemlere, toplumsal düzene atıfta bulunmaktadır. Ve meselâ  “feodal üretim ilişkileri” diye bir şeyden bahsettiğinde aslında feodaliteyi analiz etmemektedir. Sadece ne görmüş ne okumuşsa ondan bahsedip sonra da bunlara bir ad vermiştir. Üretim ilişkileri tabirinin herhangi bir tanımı olmadığından bunu, bu tabirin “yanlışlanamazlığına” delil olarak kullanmış ve karşımıza nur topu gibi bir aksiyom koymuştur, kendine göre.

O halde “üretim ilişkileri” derken neyi kast ettiğini kendimiz tahmin etmeliyiz. Üretim ilişkileri derken Marx, tahminen, üretenlerle “egemen sınıflar” arasındaki ilişkiden bahsetmektedir. "Üretimin, üreticinin kendi hesabına mı yapıldığı, yoksa üreticinin köleleştirildiği bir sistem mi geçerlidir?" gibi soruların cevabı için geliştirilmiş bir terim olmak ihtimali büyüktür.

Bu tamlamada belirsizlik “ilişki” kelimesinden kaynaklanmaktadır. “Üretim ilişkileri” denen kavram, “bir üretimi gerçekleştiren birimlerin birbiriyle ilişkisi” anlamında kullanılıyorsa, bu durumda, öncelikli sorun, ürünün meydana getirilebilmesi için birimlerin en az sorun çıkarak şekilde birbiriyle ilişkilendirilmesi olmalıdır.

Eğer    bu terim, “üretenlerle üretmeyenler arasındaki ilişkiler” veya “egemen sınıflarla üretenler arasındaki ilişkiler” anlamlarında kullanılıyorsa insanın aklına kendiliğinden şuna benzer bir soru gelmektedir: “ Üretenler ve “diğerleri” birbirlerinden ayrı gruplar mıdır?” Veya asıl  can alıcı soru şudur: “Bir toplumda,  bir şey üretmeyen herhangi bir birey var olabilir mi?”

Marx’ın  fazlasıyla çarpık ve yetersiz iktisadî algısı,  Avusturya Okulu’nun gayet yerinde gösterdiği şekilde “Herkesin hem üretici hem tüketici” olduğu gerçeğine fersah fersah uzak kalmıştır. Marx için “üretim” ancak bir anahtar döndürülerek birbirine takılan, vidalanan metal parçalardan ibarettir. Marx için bir senfoninin, bir romanın, veya  buzdolabının fikir hakkının hiçbir önemi yoktur. Marx bunları anlayıp da önemsememiş değildir; Marx’ın bunlardan haberi bile yoktur! Dolayısıyla mesela  hemen hemen bütün  üretim faktörü ( ki bu terim gerçek bir anlam ifade eder) hayal gücünden ibaret olan bir yazarın geçinebilmesinin, Marxist iktisat(!) açısından izahı mümkün değildir!

Bir yazar, hangi “üretim ilişkisi” içinde geçinmektedir? Meselâ feodalite döneminde yaşayan bir şairle, “kapitalizm” dönemindeki bir şairin içinde bulundukları üretim ilişkileri nelerdir? Bir şiirin ortaya çıkmasında bir derebeyinin lütfu ile bir yayıncının kâr güdüsü arasındaki  fark nedir? Veya şöyle sormalıyız: Bir şairin şiire yönelmesi yani üretmesi onun kiminle nasıl bir ilişkisi olduğuna mı bağlıdır?

Şiirin içeriğinden değil de üretiminden bahsettiğimizi hatırlatmamız sanırım yerinde olur. Veya şunu sormalıyız? Bir  demircinin  feodal dönemde yaşamış olmasıyla, kapitalist(!) dönemde yaşamış olması arasındaki fark nedir? İkisinde de yaptığı kılıçları, veya eşyayı , maddî karşılıklarını alarak mübadele etmekte midir, etmemekte midir?

Bu noktada, “üretim ilişkileri” teriminin saçmalığını “mülkiyet ilişkileri” diyerek kapatmaya çalışan  Marx’a dönüyoruz. Dikkat edilirse Marx “üretim ilişkileri” teriminin açıklayıcılığının zayıf olduğunu aslında bilmektedir. Onun iiçn “mülkiyet ilişkileri” diye daha ayağı yere basan bir terim ile açıklamaya girişmiştir. O halde sorumuzu şu şekilde sorabiliriz:
“Bir demircinin, çevresiyle kurduğu ilişki ( üretim ilişkisi) dönemler boyunca gerçekten değişmiş midir?”

Marx’ın “mülkiyet ilişkisi” diyerek sözde açıklamaya çalıştığı ve zaten kötülenmiş bir kavram olan mülkiyete yönelik  önyargıya sığınmak dışında bir kurnazlık sergileyemediği cümlesine dayanarak şunu söyleyebiliriz ki:
Bir demirci feodal dönemde çevresiyle nasıl bir mübadele ilişkisi kurmuşsa, kapitalist(!) dönemde de aynı şekilde ilişki kurmuştur! Yani? “Mal bedeli karşılığında mübadele” insanlığın başından beri değişmeyen bir ilişki şeklinde devam edegelmiştir.

Aslında Marx üretim ilişkileri deyimini sık sık üretim biçimleri ile karıştırarak da kullanmaktadır. Belirsizliklerden beslenen ve böylece “yanlışlaşmazlık” zırhına bürünmeyi seven Marx için üretenlerin, aynı zamanda başka üreticilerin tüketicileri olmaları hakikatinin ve  üreten herkesin diğer herkesle daima aynı şartlarda ilişki kurmasının, toplumun temeli odluğuna dair hakikatinin hiçbir önemi yoktur.

Üretimin şeklinin değişmesi üretimde geçerli olan ilişkileri değiştirmez.  Veya siyasi sistemlerin değişmesiyle üretenlerin tüketenlerle ilişkisi değişmiş falan değildir. İnsanların sulhe dayalı doğal toplumsal düzenlerinin temelindeki mutabakat, “rızaya dayanan mübadeledir”. Kölelik gibi kurumların tutunamamasının sebebi de bu doğal mutabakata karşı   yürütülen  sistemlerin, toplumsal yapının ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır.

Herkesin  hem üretici hem tüketici olması hakikatinin temeli nedir peki? Bu, herkesin herkes tarafından saygıyla karşılanan “mülkiyet” hakkına sahip olmasıdır. Dolayısıyla “üretici güçler” denen işçilerin “sahip olmak ve tasarrufta bulunmak” ( terimden haberdar olan ve  hakkını veren İskender ÖKSÜZ’e sonsuz teşekkürler…) haklarının  diğer herkesle aynı ölçüde kabul edilen saygınlığı sayesindedir ki aslında işçilerin hiç kimseyle çelişen bir ilişkileri yoktur.  Eğer gerçekten salt ve istisnasız bir gasp sistemi var olsaydı, “ezilen” kesimlerin hemen hiçbir şeye sahip olmalarına izin verilmezdi. Oysa i işçiler sözde menfaatlerinin çatıştığı patronlarıyla çalışmalarına rağmen hak ettikleriyle  elde ettikleri her ne varsa, onun, toplumda, çalınmasına karşı bir mutabakatın teminatı altında bulunduğunu bilirler. İşte bu, “mülkiyet ilişkilerinin” çelişkiye değil, mutabakata dayandığını gösterir.

Yukarıda tahlil ettiğimiz hurafe, uğruna milyonlarca insanın katledildiği, milletlerin parçalandığı, ülkemizi de tehdit eden etnik ırkçılık alçaklığının, kendisiyle meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir vahşet ve ilkellik manifestosunun temel cümlelerinden biridir. İşte bu,  elinizdekileri sözde işçiler adına yağmalamak için bekleyenlerin çarpık aklıdır! İşte bu, paylaşmanın erdemine inanan sizlerin ahlâkınıza yöneltilmiş en kalleş silâhtır! O silâh ki sizi dindar -dinsiz, işçi patron, Türk-Kürt, İtihatçı-liberal diye ayrıştırmaya çalışan her türlü bölücünün  çarpık aklının işleyiş biçimidir. İşte bu, sahte çelişkiler yaratarak sizi birbirinize yok ettirmeye çalışanların, kullanım kılavuzudur. Dünün  bölücü Marksistlerinin bugünün bölücü liberalleri olmasına şaşıyorsanız fikir babalarına bakmanız yeterlidir…
*“Mahir Çayan Bütün  Yazıları”: Abaküs Yayın: 2004: Shf:194

21 Nisan 2011 Perşembe

Sonuca Tapmak Ve Çarpık Ekonomi Algımız

Genellikle doktorlara görünmekten çekiniriz. Sebebi,   genellikle beklediğimizden  daha kötü haberler vereceklerinde dair duyduğumuz endişedir.
Çünkü  doktora gitmemizi gerektirdiğini düşündüğümüz bir rahatsızlık, genellikle bir hastalığın epey ilerlemiş bir aşamasıdır. Vücut hastalığın yarattığı eksiklikleri  belli bir süre kendi kendine giderir ve bir süre sonra giderememeye başlar. Bu da belirtilerin ortaya çıkması demektir.

Yani? Yani biz bir “sonuca” ulaştığımızda, bir takım şeyleri fark ederiz. Ve genellikle söylenen şu olur: “Ne olmuşsa olmuş! Artık şu işi çözmeye akmalıyız!”
Aslına bakılırsa bu bakış açısı sadece sağlıkta değil, hayatın her alanında kullanılır. En göze batan kullanım alanı da ekonomidir.

Hepimiz sağlıklı bir hayat için gerekenleri az çok biliriz. Sigaradan ve alkolden uzak durmak, lifli gıdalara mönümüzde yer açmak, her gün mutlaka  biraz hareket, bol su içmek vs vs vs… bunların, işlerin yolunda gitmesi için gerekli olduğuna dair hiç birimizin şüphesi yoktur. Hiç kimse günde sekiz bardak suyun aslında zararlı olduğunu iddia etmez. Veya lifli gıdaların kanserden koruduğuna dair  elde edilen deneysel bilgilerin güvenilirliğini tartışmayız.
Buna rağmen, içkiden, sigaradan, hazır gıdalardan, hareketsizlikten uzak kalamayız. Ve sonra…  Hasta teşhisle karşılaştığında kendini kurban gibi hisseder. Teşhisle varılan sonuca kimin nasıl ulaştığını düşünmez ama birilerinin onu bu yola ittiğini düşünür.
Bu mantık bütün çarpıklığı ile siyasete ve ekonomiye yön verir.
Hükûmetler sürekli ekonomiyi geliştirmekten bahsederlerken yaptıkları budur. Onlara göre  iyi ekonomik veriler elde ediliyorsa sorun  yoktur. Baştaki hükûmet, elde edilen iyi ekonomik verilerin yaratıcısı addedilir.
İşin garip tarafı ne zaman bir ekonomik kriz patlak verse suçlu olarak derhal “piyasa” mahkûm edilir. Öyle ya, eğer iş adamlarının “dizginsiz” hevesleri ve açgözlülükleri olmasa, işleri onların yerine düzenleyecek, işlere komuta edecek birileri olsa, bu krizlerin hiç biri ortaya çıkmayacaktır…
Bir yanda kendi imkânları ve zekâsıyla belli bir servet edinen bir taşralının serveti, diğer yanda o servetin paylaştırılması gerektiğini düşünen sosyal adaletçiler…

Acaba gerçek böyle midir?

Piyasa gerçekte “düzensiz” ve vahşi  midir? “İyi sonuçlar” elde etmek için gereken meleksi bir “iyi niyet” ve  iyi bir tasarlayıcı akıl mıdır?
O halde  bu  bakışın odak noktasını bulmakta öncelikli bir faydamız varır. Mevcut sosyoekonomik bakışımız “ sonuç odaklı” bakıştır. Sonuçlar iyiyse  yol doğru, kötüyse yanlıştır.
Mantığın bu aşamasında sorun yoktur. Zaten hayatın gerçeği budur. Sigara içerseniz büyük ihtimalle kötü bir sonuca ulaşırsınız. Paranızı iyi harcamazsanız, iflas edersiniz. Dersinize çalışmazsanız sınıfta kalırsınız. ( En azından eskiden öyleydi...)

O yüzden kötü sonuçlara ulaşılması halinde gidilen yolun yanlış olduğu çıkarımı daha kolay  anlaşılır. Bu konuya daha sonra tekrar dönelim.
Ekonomide en öneli sorun şudur: İyi sonuçlara ulaşılmasının yolları acaba yeterince iyi anlaşılmış mıdır?
Buna “Evet” diyebilmek pek mümkün değildir. Bunun en büyük sebebi, karma ekonomi denen ekonomik düzenin, bütün dünyada, ekonominin tek ve meşru şekli sayılması ve bütün işleri takip edilemez derecede  karmaşık hale getirmesidir.

Sürekli, politikacıların, bir takım ekonomik veriler açıkladığını, bunarı yorumladığını  ve hüküm verdiklerini işitiriz.  “İhracatımız bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 3 arttı!” gibi cümleler hepimize derhal hükûmetlerin ekonomiyi doğru idare ettikleri izlenimini verir. Öyle ya, madem  doğru bir sonuca ulaşılmıştır,  hükûmet doğru şeyler yapmış olmalıdır.

Burada sorun, “iyi sonuca kimin sayesinde ulaşıldığıdır.
Ekonomide “iyi” sonuç, artan bir faydaya, “kötü” sonuçlar da azalan faydaya işaret eder. BU gün için  elinizde bulunan on birim fayda yarın  bir şekilde dokuz birim haline geliyorsa, yapmak istediklerinize daha az imkân bulabiliyorsunuz demektir, işte bu “ekonomik kötüdür”.

Karma ekonomi düşüncesinde murat  “ekonomik iyinin”, ekonominin değişmezliğinde yatıyor olduğudur. Dolayısıyla devletin görevi, sabit bir satın alma gücü, sabit bir  enflasyon oranı, sabit bir  istihdam sağlamakmış gibi görünür.
Oysa ekonominin tabiatı akışkandır ve ekonomi sürekli bir akıştan ibarettir. Karma ekonomiciler  bir akışkanın akışkanlık özelliğini, devlet müdahalesine açık,  bir naylon torbada hapsetmenin yeterli olduğu kanaatindedirler. Büyümezse yok olacak bir faaliyet alanı,  iyiyi, sabitle özdeşleştiren bir  müdahalecinin tazyikine maruz kalır. Devlet, sabiti iyi olan sandığı için bir torbada dahi ancak kendi şartlarının doğal haliyle şeklini bulan ekonomik ortamı söz gelimi kendi iyi mülahazası yönünde küp veya piramit haline getirmeye çalışır.
Mesele şudur ki  ekonomik ortamın akışkanlığını sağlayan şeyin ne olduğuna dair devletin de sosyal müdahalecilerin de hiçbir fikri yoktur.
Ekonomik akışkanlığın aktörleri, birbirlerinden sınırlı derecede haberdar olarak bir arada bulunan ve bu yüzden sürekli hareket etmek mecburiyetinde kalan, beklentileri, amaçları bambaşka, ama bir arada bulunmanın asgari şartlarına uymakta mutabık kalmış insan evlâdıdır. Toplumsal düzenin kendiliğinden ve bir kısmı tasarlanmış kurumlarına uymak mutabakatı, ile fertler bir arada bulunur ama bu beraberlik onları aynılaştırmaz. İşte bu farklılaşma ekonominin akışkan tabiatını meydana getirir.
“Eşitlik” fikrinin günümüzdeki yaygın yanlış anlayışı  da “herkesin aynı şartlarda sabitlenmesi” olarak tercüme edilebilir. Bu tespit ile herkesin, bir daha değişmeyecek bir iyilik ortamında yaşayacağı  hayali herkesi uyuşturur.

Bütün bu  fikirlerin temelinde “ekonomik iyinin, devlet eliyle belirlenmesi” hurafesi vardır. Böylece insanların kendi fayda  algılamalarına sahip olmaları,i bencillik, vahşet, çıkarcılık yaftalarıyla engellenir.
O halde bencil olmayan, çıkarcı olmayan bir bireyin, meselâ hidrojen yakıt hücresi üretmekteki amacı ne olabilir? Yıllarca didinerek edindiği bilgilerin sonucu olan bir “iyiliğin” sorgusuz sualsiz elinden “toplumsal iyilik” için karşılıksız alınması, gerçekten bir iyilik midir?

Veya şöyle düşünelim: istihdam arttığında istihdamı arttıran kimlerdir? İhracat arttığında ihracatı arttıran kimlerdir? Büyüme arttığında büyümeyi sağlayan üretimi yapanlar kimlerdir? Bahsettiğimiz  artışların hepsi birer ekonomik iyiliktir. Birer iyi sonuçtur. Bu sonuçlara ulaşmamızı sağlayanlar kimlerdir? Elbette o işlerle uğraşan bağımsız bireylerdir. Peki bu sonuçlara ulaşılmasında gözetilen yol nedir?
Bu yola çıkıştaki müşevvik nedir?

Bunların hepsi, bu işleri yapanların kendi faydalarını arttırmak için uğraşmasına dayanır. Bu konuda engellenmeyeceklerine dair duydukları güven ile yola çıkar ve  faydaların sayısını arttırırlar. Kendi faydalarını arttırmak için diğer insanlara gerçek faydalar sunarlar. Eğer iş adamlarına mucitlere, zenginlere  sahtekâr gözüyle bakıyorsanız, neden evinizde onların ürettikleri gerçek değerleri  bulundurarak refah gösterişi yaptığınızı kendinize sormalısınız. Neden en kaliteli buzdolabını  kendi paranızla almaktan gurur duyarken , yiyeceklerinizin ömrünü kat be kat arttıran gerçek bir faydanın üreticisine “kapitalist!” diyerek hakaret ettiğinizi kendinize sormalısınız.

Peki bu aşamada devletin, sosyal adaletçilerin, sosyal her türlü  yağma örgütünün payı nedir? Sıfır!

Oysa haberlerde hükûmet liderlerinin , elde edilen fayda artışını  hiç sıkılmadan kendi iktidarlarına bağladığına şahit olursunuz. Aslına bu konuda haklıdırlar. Demek istedikleri şudur: “Hükûmetimizin keyfi zorbalığından uzak tutulan, ona yanaşabilen iş adamlarının gayretleri sayesinde faydalarımız arttı!”
Hükûmetler için “iyi sonuçlar” ancak kendi sopalarıyla dürterek meydana getirdikleri sonuçlardır ama bir insanı sopayla dürterek iyi bir sonuç alınabildiği henüz görülmemiştir. Zaten hükûmetlerin amacı, doğru bir yoldan ulaşılan bir iyi sonuç değildir, “ne pahasına olursa olsun” ulaşılan iyi sonuçtur.

İyi sonuçlar ne pahasına olursa olsun elde edilemez. Çünkü “ne pahasına olursa olsun”, bütün kaynakları vahşice tüketmek anlamına gelir ki  bu anlayışla sonuca varacak benzin bulmanız bir müddet sonra imkânsız hale gelir.

Faydaları israf etmenin en berbat yolu, salt iyi bir sonuç için aklınıza geleni yapmaktır. Oysa iki köy arasındaki en kısa ve emeksiz yolu bulmak kabiliyetini Tanrı meselâ eşeklere verdiğinden, eskiler asla “ne pahasına olursa olsun” yol keşfi yapmamış,  en kısa ve rahat yol faydasını bulmak için en maliyetsiz ve dönemindeki tek yöntemi kullanmışlardır.

Kötü sonuçlara ulaşıldığında mesele, sonuca götüren  seyrü sefer emrini kimin verdiğini bulmaktır. İyi bir sonuca ulaşıldığında  yapılacak tek şey herkesin meşru rotalarda gidip gitmediğine bakmaktır ki bu zaten  sefer esnasında mutlaka kontrol edilir, edilmelidir. Hiçbir gemi, kralların, hükûmetlerin bilgeliği sayesinde fırtınadan kurtulmaz. Kaptanlarının tecrübesi sayesinde  limana ulaşır.

Hiçbir  gemi,  zararlı kargosunu kaptanın tecrübesiyle kurtaramaz. Kralların, hükûmetlerin görevi, fırtınaların, kasırgaların yaptığını yapmak değildir. Onların görevi, dürüst kaptanların  fırtınadan koruyabildikleri meşru kargoların emniyetini sağlamak ama haşhaş kaçakçısı kaptanların kendilerini kurtarmasına engel olmaktır.
Oysa karma ekonomi, fırtınalardan yorgun düşmüş kaptanlarla, kaçakçıların aynı limana gelmesini bir tutar. Karma ekonomiciler için limana yanaşan her gemi mutlaka kötüdür, çünkü karma ekonomicilere göre iyi kaptanların da kötü kaptanların da kendi çıkarları için çalışıyor olmaları onları,  aynı kefeye koymamız için kâfi sebeptir.

Böylece meselâ liman idaresi gemicilere şu mesajı verir. “Sizin iyilikten ve faydadan ne anladığınızı bilmiyorum ve umursamıyorum. Benim emirlerime uymadıkça hepiniz korsansınız!” Böylece kendi kafasındaki iyi sonuçlar dışındaki her sonucu, “suç” olarak yaftalar ve cezalandırır.
Bu anlayışın günümüz ekonomi politiğindeki yansımaları sosyal güvenlikte devlet tekeli,  asgari ücret dayatması, bazı sektörlerde  fiyatlara doğrudan devlet  müdahalesi/emri( eczacılık), parasız  eğitim ve sağlık yoluyla bu konularda devlet tekeli vs.

Mesele şudur ki iyi sonuçları meydana getiren ve ancak her bir ferdin kendi maharetiyle meydana getirilmiş yolları  görmezden gelirseniz, o fertleri de görmezden gelmiş olursunuz. O zaman, varlıklarına saygı duymadığınız insanlardan, iyi sonuçlar hasıl etmelerini beklemeye başlarsınız ki bunun tek bir adı vardır: Sosyalizm!

Sonuca tapınan  anlayış insanî değildir. Sonuca tapınan bir anlayışla hiçbir iyiliği ve adaleti temin edemezsiniz. Çünkü sonuca tapınmak, adaletin üzerinde durduğu ispat ve ikna metotlarını yok saymaktır.
Bugün toplumumuzu sınıfsal, inançsal ve etnik yönden bölmeye uğraşan her türlü grup, sonuca tapınmaktadır. “Ne pahasına olursa olsun” kendi iyi sonuçlarına ulaşmaya çalışan bu gruplar, kendi emellerinin pahasını, başkalarına ödetebileceklerini düşündükleri için sonuca tapınmayı kârlı bulurlar.
Bu yüzdendir ki  yukarıda saydığımız grupların hiç biri fertten, piyasadan ve kârdan bahsetmez. Çünkü gayet iyi bilirler ki fertlerin kendi çıkarları için meşruiyet zeminindeki mutabakat ile yürüttükleri mübadelelerde, etnik, inançsal ve sınıfsal ayrımcılıkların hiç birine yer olamaz.

Bundan dolayıdır ki ülkemizde devlet (hükûmetler ve bürokrasi) artık insanlara iyilik  dayatmaktan, herkes için iyilik düşünmekten vazgeçmelidir. Çünkü devletin “istihdam yaratmak” iyi sonucu için her bir memura karşılık dört kişi işsiz kalmaktadır. Bu politika ile her bir çalışan Türk’ün omuzlarındaki işsiz ve emekli sayısı hızla artmaktadır.

 “Herkese bedava sağlık hizmeti” iyi sonucu için , on milyona yakın yeşil kartlının her gün icra takibine uğrayan sayısız  Bağkurlu tarafından bakılması sonucu ortaya çıkmaktadır. Herkese bedava eğitim iyi sonucu hedeflenmekte ama  ne öğretmen açığı giderilebilmekte ne de o bedava hizmeti üretecek insanların geçimi sağlanabilmektedir. 

Ülkemizde bedava eğitim, bedelsiz çalışacak öğretmenler ile sağlanmaya çalışılmaktadır.  Şeker fabrikaları vaktinde çok kıymetli şekeri üretirken şimdi, asıl üretmeleri gereken ürün olan alkolü üretemeyecek durumdadırlar. Devletin “herkese iş” iyi sonuç hayali, ülkenin bankamatik memurlarıyla ve işçileriyle dolmasına yol açmıştır.

Devlet kendi üretmediği büyümeyi ve kaynakları, kimseye sormadan çarçur edebilmek istemekte ama aynı zamanda bu büyümeyi ve kaynakları yaratanlardan aynı şekilde çalışmayı sürdürmelerini istemektedir. İşte sonuca tapınmanın öldürücü çelişkisi budur.
Türkiye, eğer gerçekten büyümek istiyorsa, büyümesini sağlayan gerçek insanları, bu  çelişkiden artık azat etmelidir.




19 Nisan 2011 Salı

Türk Milliyetçiliğinde İdeolojik Boşluk

Türkçü’lerin kadrini kıymetini  takdir etmekten uzak düştüğü, İslamcılıkla kafaları bulanmış sair milliyetçilerin zaten hiç anlayamadığı,  dopdolu ilim adamı ve bence daha da önemlisi entelektüel, Prof.Dr. İskender ÖKSÜZ, son yazısında,  son zamanlarda sıkça telâffuz edilen “milletsiz milliyetçilik” garabetinden bahsediyor.
Yazıda, “ değişen siyasal paradigmalardan” bahsediyor. Yoğun içeriğine rağmen –ki böyle yazılar genellikle ders kitabı gibi tatsız olurlar- kesinlikle zevkle okunan ve tekrar tekrar da okunması gereken yazısında, bahsettiği “siyasal paradigma”, bir noktada,  maalesef tam yerine oturmuyor.
Şöyle ki…
Ülkelerin yaşadıkları siyasal savrulmaları  “ideolojik paradigma” değişikliği olarak düşünmek dünyadaki bütün entelektüel çabaları, üretimleri ve bunlar üzerindeki “kültürel izleri”,  siyaset popülizmiyle yaftalayıp çöpe atmak kolaycılığı haline gelebilir. Bu durumda  toplumsal düzenlerle ilgili kafa yoran bütün entelektüeller, kendiliğinden siyaset oyununda tepiklenen toplar haline getirilebilirler.
Bu durumda mesela  değerli hocamızın ülkemizde yaşanan siyaset anlayışı değişikliği teşhisiyle “ideolojik tercih” durumunu birbirinden ayırt etmemiz,  bir zarurettir.
Siyasal tercihler,  geçici siyasal iktidar odaklarının yarattığı, silinebilir makyajlardır. Bugünkü iktidarın durumu buna örnektir. Bugünkü iktidar,  “millî irade” kavramını, tam da milletin ciddi bir bürokratik vesayet algılamasıyla bir çoğunluk diktası fikrine dönüştürerek kullanmış ve “demokrasi” kavramının  da yıpranmasına yol açmıştır.  Bu bir zafer sarhoşluğudur ve  sarhoşluk yapan şey kandan uzaklaştığında her sarhoş bir gün mutlaka ayılır. Halkın büyük teveccühünü kazanmış olmasına rağmen vaktinde Demokrat Parti’nin dahi aynı zafer sarhoşluğuna kapıldığı malûmdur.

Peki bu gün Türkiye’nin yaşadığı siyasal savrulma ciddi bir ideolojik değişiklik anlamına mı geliyor? Veya şöyle soralım: Türk siyasetinin ilimce derin ve hikmetinden sual olunmayan aktörleri, ideolojilerin içeriğini “abra kadabra”  maharetiyle bir anda değiştirmişler midir?

Veya şöyle soralım:  Değerli hocamızın ideolojilere  atfettiği savrulmalar,  ideolojilerin değişmesinden midir?

Hayır! İdeolojilerde bir değişiklik yoktur. İdeolojilere mensup düşünürlerin düşüncelerinde geçici değişiklikler meydana gelse bile ideolojiler özlerinde fazla bir değişiklik olmaksızın var olmayı sürdürmektedir.

Hocamızın “Alman işgalini meşrulaştırmakla itham ettiği” – ki buna inanmamamız için bir sebep yok- Mises, öbür yandan Hayek’i de derinden etkileyen ve sosyalizme götüren bir yol olarak bürokrasinin kötülüğünden bahseden, “Bürokrasi’nin”,  iktisadın mantığını ve felsefesini kökten değiştiren “İnsan Eylemi” gibi bir şaheserin de yazarıdır, aynı zamanda…

Peki ama “Alman işgalini desteklemesi” kanaati, bu durumda, onun ideolojisi ile mi ilgilidir? “İnsan Eylemi’nin” 143. sayfasındaki “ Alman  milletinin tek bir saf ırktan meydana gelmediği..” tespitini bu durumda nereye koymamız icap edecektir? Bu durumda,  Mises’in yanlış kanaatlerini, liberalizmin içine sokuşturup liberalizmin “emperyalizm” ile itham edilmesi acaba  doğru olacak mıdır?

Eğer liberalizm emperyalizm ile özdeşse, sosyalist ülkelerdeki kıyımları ve  vakt-i zamanında  komünist ajanlar tarafından Türkiye’de de oynanan “Entelektüel-genç tahriki yoluyla iç savaş çıkarma” stratejilerini nereye koymamız icap edecektir?  Hocamızın yazısı dünyayı “liberal tehdit” eksenli  yorumlayan kolektivist düşünürlerin çizgisine kayarak “ideoloji-siyaset” farkının bulanması  tehlikesini barındırıyor.

Şöyle ki devletin, hürriyetler karşısında bir tehdit haline gelmesi ihtimaline karşı “Devlet Faaliyetinin Sınırları” adlı kitabını yazdığında Humboldt,  ciddi bir devlet baskısıyla karşı karşıya kalmış ve eserinin yayınlanmasını ertelemiştir. Humboldt, yaşadığı zamanın popüler siyasal söyleminin etkisinde kalmamış, bu söylemin,  devrin siyasasının ötesindeki gerçekleri aramaya girişmiştir. Eğer bir paradigma değişikliğinden bahsedeceksek Humboldt’un “Devlet Faaliyetinin Sınırları” adlı eserini kabul etmemiz daha yerinde olacaktır.
Veya gene Alman işgalini savunması kanaatiyle bir çırpıda çöpe  atılmaya çalışılan Mises’in, kendi ülkesini hiperenflasyondan çıkaran bir  dahi olduğu, “İnsan Eylemi” kitabıyla iktisat felsefesini, Marx’ın  yarı uyur tembel ilkokul öğrencisi matematiğiyle kıyaslanmayacak derecede derinden kavrayıp kökten bir mantık değişikliğine götürdüğü hakikatini de aynı çöplüğe atacağız, demektir.

Buradan nereye geliyoruz? Şuraya… Siyaset, ideoloji üretmez, üretemez! İdeolojiler siyasete,  haritalar sunarlar! İdeolojiler, hayatın büyük gerçekliğine ışık tutan, onun tabiatını anlamamıza yardımcı olmak iddiasındaki büyük ve bütüncül  faraziyelerdir.  Bu faraziyeler,  hakikatin gözlenen parçalarının muhtemel büyük bütünlüğüne dair  tahminlerdir, keşif çabalarıdır. Bu haritalar, gerçeklerle ne kadar örtüşürse, onlara uyan  siyaset de o kadar isabetli olur!

Siyasetler sürekli değişebilir ama ideolojiler “sürekli” değişmez. Haritalar, bilgimiz arttıkça değişir ama bu değişiklik gerçeğin büsbütün çarpıtılmasına varamaz. Haritalardaki değişiklik gerçeğin daha ayrıntılı gözlenmesiyle meydana getirilir, kıyıların “Neverland” hayalleriyle çarpıtılmasıyla değil. Gerçeği büsbütün çarpıtan haritalar da zaten tedavülden kalkar. Çünkü onlar, “ diyalektik canbazlıklarla” deniz fenerlerinin yerlerinin “sınıfsal devrimlerle” değiştirilebileceğini savunan saçmalıklardır.

 “Felsefeyi ayakları üzerine oturttuğunu” iddia eden Marx, hayatla bağdaşmadığı içindir ki  onu kılavuz kabul edenlerin burnu b.ktan kurtulmamıştır. Marxizmi İngiliz İşçi Partisi başkanı icat etmemiştir. ABD demokratları da icat etmemiştir. Alman sosyalistleri de icat etmemiştir. Keza liberalizm de Alman Hristiyan Demokratlarının bir uydurması değildir.

Dolayısıyla ülkelerinde güç egemenliği, dünyada sömürgecilik hülyalarıyla sarhoş olan Avrupalı bir takım siyasetçilerin yıkıcı heveslerine, “ideoloji” demek ideolojiyi üreten beyinlere haksızlık etmektir.
Gelelim Türk milliyetçiliğine… Hocamızın millet kabulü” üzerinden gösterdiği farklılık aslında ideolojik değil, bir kültürel okuma farklılığıdır, teşhis farklılığıdır.
Hocamızın bahsettiği dönemde Türkçüler arasında herhangi bir ideolojik fark aslında mevcut değildir. Zaten Türkçülük fikrinin yazıya geçmesini sağlayan düşünürlerin hemen hepsinin Anadolu dışından olması da buna ışık tutar. Şöyle ki bu düşünürler, kendi  toplumsal şartları içinde  yaşadıkları ideolojiyi yani sosyalizmi, milletlerinin yararına kullanmak eğilimindedir. O dönemde Türk dünyası içinde herhangi bir “liberal” Türkçü’ye rastlayamazsınız… Çünkü o dönemde Türk Dünyası’nın derdi, Rus sömürgeciliğinden kurtulmaktır. Dolayısıyla Türk Dünyası’nın düşünürleri de  kendi  ideallerine en yakın buldukları sosyalistlerle işbirliği yapmakta mahzur görmemişlerdir. Sultan Galiyef için sosyalizm, ancak ve yalnız İdil Ural Türklüğü’nün selâmeti açısından bir araç olmak keyfiyetiyle  önemlidir. Çevreleri her türden Marksist akımla kuşatılmışken acaba başka türlü düşünmelerini beklememiz doğru  olur muydu?

Türkçülük fikrinin  abide şahsiyetlerinin hepsinin istisnasız kolektivist eğilimli olması, bir ölçüde kültürel bir mahiyet de arz eder. Bu da Türk  Milleti’nin harsında “dayanışmaya” verilen önemle  bağlantılıdır. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, hocamızın bir ideoloji olarak liberalizme hamlettiği “işgalcilik” vs gibi siyasaların dibinde yatan kültürel mayadır. Milletlerin dünyayı algılayış biçimleri ve hayata dair ürettikleri cevaplar olarak kültürleri, onların davranış biçimlerini anlamamızda  ideolojiden daha öncelikli bir gerekliliktir.

Liberalizmin fikri kökenlerini teşkil eden eserlerin hiçbirinde, o eserlerin yazarlarının muvakkat kanaatlerine rağmen, hocamızın bahsettiği işgalcilik, emperyalizm vs vurgusunu bulamayız. Düşünülerin düşüncelerinde devrin etkilerinin görülmesi, onların hayatın genel ve değişmez gerçeği üzerindeki isabetli düşüncelerini yok saymamıza sebep olmamalıdır, olamaz.

Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinde kölelik karşıtı bir tutum sergilemez. Bu, onun, bu açıdan, devrin şartları içinde kaldığını gösterir. Ama buna mukabil serbest ticaretin,  üretimin, servetin gerçek kaynağı olduğuna dair keşfiyle de merkantilizmi bitirmiş ve gerçekten bir paradigma değişikliğine yol açmıştır. Bu durumda, onun,  modern iktisadın kurucusu olduğu hakikatini mesela köleliğe açıkça karşı olmaması gibi muvakkat bir kültürel etkiden dolayı reddetmemiz mümkün müdür? İş bölümünün, ekonomideki verimliliğini keşfeden insanı, devrinin “emperyalist” İngiliz siyasetçilerinin geçici heveslerinden dolayı çöpe atmamız,  her şeyden önce vicdana sığdırılabilir mi? Oysa liberalizmin  fikrinin temellerinde,  devrin İngiliz siyasetçileri değil, Adam Smith vardır.
Şöyle bir baktığımızda aslında Türk milliyetçilerinin en baştan beri yalnız ve ancak sosyalizmi tanıyıp , sosyalizmi benimsediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk milliyetçiliğinin muvakkat sosyalizm karşıtlığı, aslında ideolojik bir  temele dayanmaz. Devletin herkesin her şeyi olduğu fikrini benimsemiş milliyetçilerin, sosyalizme karşı durmaları, kendilerinin dahi fark etmediği bir töre savunuculuğu, bir kültürel muhafazakârlıktan başka bir şey olmamıştır.

Türk milliyetçileri için” devletin ve milletin bekası”  ne pahasına ve nasıl olursa olsun  korunacak değerler sayılmakla beraber o pahanın ve nasılın içi bir türlü doldurulamamıştır. Daha doğrusu  açıkça sosyalist söylemler dışında bir şeyle doldurulamamıştır. Bu paha ve nasılın içini doldurmak için uydurulan “Dokuz Işık” gibi bir sözde doktrininin sosyoekonomik bütün maddeleri, açıkça kolektivist-sosyalisttir.

Hocamızın bahsettiği “milletsiz milliyetçilik” gibi Türk milliyetçileri de ideolojisiz siyasetlerini sosyalist eğilimleriyle doldurmaya ve “bireysiz bir millet” tasavvur etmeye çalışmışlardır. Haklarından, hürriyetlerinden hiç bahsedilmeyen, dolayısıyla gerçek hayatta da bir yeri olmayan bireylerden oluşmuş, yeknesak ve kenetlenmiş, hareketsiz bir bireyler kitlesine “millet” denerek siyaset  yürütülmeye çalışılmış, bu siyasete de ancak  Anadolu’nun dindar köylüsünden  -ki o da ılımlı siyasal İslamcılığa kaptırılmıştır- bir cevap alınabilmiştir. MHP’nin başarısının kökeninde, sorunlara verdiği cevapların başarısı değil, MHP’nin verdiği cevapların, devrin köy ağırlıklı nüfus profiline sıcak gelmesi yatar. Nitekim şehirleşmenin artmasıyla beraber, MHP bir tür Orta Anadolu köylü dindarı partisi haline gelmiştir. Maalesef bu tutum hâlâ ısrarla sürdürülmektedir.

Türk milliyetçiliği ideolojisiz bir muhafazakâr tepki hareketidir. Milletin temelini teşkil eden değerlerin korunması şüphesiz önemlidir ve değerlidir. Ama  hayat ve siyaset bundan ibaret değildir. Milletin her bir ferdinin, yaşayan, soluk alan, seven, sevilen, ezilen, aykırı, fakir, dışlanmış haliyle devlet politikasının neresinde nasıl yer alacağının cevabını veremeyen bir milliyetçilk siyasal olarak açıkça anlamsızdır. Ferdin devlet karşısında konumu ve belirleyiciliği konusunda bir fikir olmayan milliyetçilik, asla gerçek anlamda, “millet için” bir şey olamaz.

Çünkü bizden istenen, meselâ asgari ücretin gerçekten bir ekonomik çözüm olup olmadığına dair bir cevaptır.Bizden istenen, meselâ,  eşcinsel bir Türk’ün, hangi sosyo ekonomik yapıda kendisine bir yer bulabileceğidir. Çünkü bizden istenen, meselâ sendikalizmin işçinin sorununa bir çözüm olup olamayacağına dair bir cevaptır. Çünkü bizden istenen, meselâ millî kimliğin demokrasi ile nasıl ilişkilendirileceğidir. Çünkü bizden istenen, meselâ millî egemenlik ve demokrasiyi birbiriyle nasıl ilişkilendireceğimizdir. Çünkü bizden istenen, meselâ, devletin faaliyetinin meşruiyet sınırları hakkında  hangi fikre sahip olduğumuzu söylememizdir. Çünkü bizden istenen, meselâ, etnik ırkçılığa karşı sosyalist mi, yoksa  liberal bir  paradigmayı mı benimsediğimizi ortaya koymamızdır. Çünkü bizden istenen, sosyalizmin mi liberalizmin mi paradigmalarının bizim milletimizin gerçek menfaatine hizmet ettiğine dair bir cevap vermemizdir.

Siyasal Türk milliyetçiliği bu cevapların hiç birini verememiştir, verecek gibi de gözükmemektedir.

Şunu artık idrak etmeliyiz ki sosyalizm ve liberalizm arasında üçüncü yol diye bir şey yoktur! Üçüncü yolların tamamı, sosyalizmin sulandırılmış hallerinden ibarettir ve ton olarak totaliter sosyalizme doğru hızla koyulaşmaya eğilimlidirler. Çünkü her biri, devletin bireye keyfi şekilde müdahale edebilmesinin farklı derecelerinden ibarettir.

 Türk milliyetçilerinin yapması gereken şey,  liberalizmin  ahlâkî kökenlerinin,  ahlâkî haklılaştırılmasının farkına vararak  buna dayalı bir millî bütünlük ve sosyoekonomi politikası  üretmeye çalışmalarıdır. “Herkesin her şeyi olacak devlet” tasavvurunun “herkesin zorbası olacak bir devlete” hızla dönüştüğünü  SSCB  tecrübesiyle görmüş olan milliyetçilerin hâlâ devletin keyfi idare-i maslahatına politika diye bakması, artık ahlâkın da mantığında kabul edemeyeceği bir ilkelliktir.

Sosyalizmle liberalizm arasındaki bütün  üçüncü yollar, dönüp dolaşıp sosyalizme varır. “Un fazla geldi su, su fazla geldi, un!” beceriksizliğinin hükümetlerin ve bürokratların keyfi zorbalıklarıyla kapatılmaya çalışıldığı bu düzenlerin hiçbirinde de ferdin, devlet dahil  diğer bütün zor kullanıcıların keyfiliğinden korunması mümkün değildir.

Türkiye’nin derdi  “Türk” denmeyen bir milliyetçilik arayışına girişilmesi, Türk milliyetçilerinin de derdi, ideoloji eksikliklerini, gözü kapalı ve adı söylenmeden uygulanan, keyfi bir sosyalizmle giderebileceklerini sanmalarıdır. Türk milliyetçileri bu köylü işi, sulandırılmış dinci kolektivizmlerinden vazgeçmedikçe,  millet nezdinde  temsil yeteneklerini kaybedecekler ve milliyetçilik de bu sığ siyaset yüzünden felç olacaktır. Şunu unutmamalıyız ki milliyetçiliği kaybolmuş bir toplum, dışarıdan kültür  enjeksiyonuna , güdülmeye, ve bağımsızlığını yitirmeye en yatkın toplumdur. Türk milliyetçileri ideolojik  cehaletlerinin bedelini  Türk  Milleti’nin ödeyeceğini artık anlamalıdır.

10 Nisan 2011 Pazar

Türk Milliyetçilerinde Mülkiyete Dinci Bakış Ve Kolektivist Sapma

Türk milliyetçilerinin ideolojik değişiminde 1969 MHP kongresi hayatî bir dönüm noktası olmuştur. Bu kongre ile birlikte milliyetçiler, milliyetçiliğin tek ve meşru örgütlenmesi olarak kabul ettikleri siyasal milliyetçi bir örgütün  doktriner güdümüne girmişlerdir.
MHP’nin sosyo-ekonomik görüşü kabaca iki mecrada gelişmiştir.
Bunlardan birincisi, toplumsal tahlillerde,  geleneksel Anadolu dindarlığını temel alan ve derhal siyasal İslâmcılığ’a kayan,  adına “mukaddesatçılık” denen dinci mecra…
Ve mülkiyeti, “milletin ortak malı” sayan kolektivist mecra…
Bundan evvelki yazımızda siyasal milliyetçiliğin siyasal dinciliğe sapışına değinmiştik.
İkinci mecrada  da aslında siyasal dinciliğin “otoriter- totaliter”  anlayışından mülhem şekilde, ferdi toplumun malı saymak kabulünün ekonomik yansımasını buluruz. Burada siyasal Türk milliyetçiliği bir yandan “mukaddesatçılık” adı altında dincilik yaparken diğer yandan dinin günlük hayattaki belki de en önemli dayanağı ve dikkat noktası olan, maddi hayatın merkezini teşkil etmesi gereken “kul hakkını” görmezden geldiğini fark edememiştir. Çünkü “kulu”, Allah’a değil de topluma sorumlu kılan siyasal İslamcılık çizgisinde “kul hakkı” artık somut bireylerin değil, hayalî bir “asr-ı saadet” toplumunun kul üzerindeki ipoteği haline getirilmiştir.
Bu açıdan  Türkiye’de milliyetçiler, siyasal dincilerin dümen suyuna takılmış  ve onların eleştirisini yapmak yerine,  basit taklitçileri haline gelmişlerdir.  Bu anlayış hâlâ sürdürülmektedir.  İşin kötüsü bu anlayış, sadece MHP’nin siyasi popülizm endişesi için kullanılmamakta, Türk milliyetçiliğinin entelektüel  merkezi olan Türk Ocağı’nda da  yobazca kabul edilen bir hurafe olarak yaşatılmaya devam edilmektedir.
Kendisini dincilik dışında ifade edemeyen Türk milliyetçilerinin, mülkiyete bakışta özgün bir yorum geliştirmesini beklemek zaten beyhudedir. Türk milliyetçiliği, siyasallaşma sürecinde çoğalan köy kökenli üye yapısı ve bu yapıda, ancak ilmihal düzeyinde algılanan somut dindarlığın yarattığı “ortaklaşma” duygusunun,  toplumsal varlığın tek ve meşru algılanış biçimi olduğunu sanmıştır. Bireyin varlığını reddetmeyi ve onu toplumun malı saymayı, dinin gereği sanan kapalı toplumsal kökeniyle  siyasal milliyetçilik, kısa zamanda tarikat şeyhlerinin, dini cemaatlerin fikri güdümüne girmiştir.
Bunun sebebi de hars için köklere bakmayı öğütleyen Ziya Gökalp’in sözlerinin, doğrudan köylüleşmek olarak anlaşılmasıdır.
Siyasal milliyetçilik cephesinden ’80 öncesinde sürekli, millete,   “toplumcu” olunduğuna dair  edilen telkinlerin ve  yapılan klektivist propagandanın sebebi de budur. Böylece siyasal milliyetçilik, tartışılmayan ve komünistlerce ele geçirildiği düşünülen özgeci/diğerkâm  sahadan bir pay kapmaya çalışmıştır. Bir yandan somut bireyin hak ve hürriyetlerini bir tür Amerikancı komplo sayıp –yanılmıyorsam- zamanın Henry Hazzlit gibi yazarlarına hakaretler eden milliyetçilerin, kendilerini “antikomünist” saymaları bir garabettir. Siyasal milliyetçilik, komünizme karşı hiçbir felsefî karşı tez geliştirebilmiş değildir. Zamanın mücadelesi daha ziyade esir Türkler için hürriyet temelinde yürütülmüş ama “esaretten sonrası” için ne yapılması gerektiğine dair hiçbir fikir üretilmemiş, daha da kötüsü buna gerek bile duyulmamıştır. Kaldı ki böyle bir fikir üretecek ufkun, kendisini köylülüğün ilmihal dindarlığına hapsetmiş  bir siyasi hareketten beklenmesi de zaten safdillik olurdu. Bu yüzdendir ki Sovyet sonrası dönemde eski KGB mensuplarının kurdukları fiilî sosyalist oligarşilere karşı da herhangi bir eleştiri geliştirememişlerdir. Oysa Türk dünyasında kardeşlerimizin insan hakları, refah seviyeleri ve hürriyet durumları ile ilgili düşünmek mecburiyeti ve mesuliyeti öncelikle milliyetçilere aitti. Oysa onlar ne kadar  Müslüman olduklarına ( Bildiğim kadarıyla fazla yüksek olmayan Hıra Dağı kadar)  dair  siyasal dincilerle, ne kadar “toplumcu” olduklarına dair de sosyalistlerle( Dokuz Işık “ilkeleri”) yarışmakla meşguldüler ki bu durum, bu gün de sürmektedir.
Hal böyle olunca mesela “servet” denen şey, en başta, bir kötülük kaynağı olarak görülmüş, mülkiyetin, “toplumun bireye emaneti” olarak kabul edilmesiyle, bireyin kendi varlığını geliştirmesine “millet adına”  düşmanlık gösterilmiş ve böylece millete yaranılacağı, onun oyunun  devşirilebileceği sanılmıştır. Şunu iyi bilmeliyiz ki 12 Eylül öncesi milliyetçi hareketin milletten gördüğü teveccüh, onun derin ve  şumullü bir  ideolojik söyleminden değil, değerleri korumak yönünden millete verdiği güven duygusundan  kaynaklanmıştır ve hâlâ aynı güven duygusunun mirası, har vurup harman savrulmaktadır.
Komünizme karşı ancak siyasal İslâm’ın değerler takımını kullanabilecek kadar “birikimli” olan siyasal milliyetçilerimiz, meselâ dinde, kabullerin temelinde “kul hakkının” yani doğrudan ferdin yattığını idrak edememiştir. Oysa kul hakkı bize iki şeyi  va’z etmektedir:
 Birincisi “kul”, ferttir. Yani cezaî ehliyet, sorumluluk ve beklentiler “kul” /fert ile ilgili, ferda aittir.
İkincisi ise varlıkların kullanılma sorumluluğunun ferde ait olduğudur ki bu da Locke ve daha sonra Nozick tarafından geliştirilen “yetkilendirme kuramında” ifadesini bulan, mülkiyetin meşruiyet temellerine işaret eder. Mülkün meşruiyeti, edinilme şekliyle belirlenir ve mülkü edinen özne, daima ferttir/bireydir.
Bu iki kabulden dolayıdır ki meşruiyeti “masumiyet karinesinden dolayı” kabul edilen ve edilmesi gereken, mülkiyetin, bu dünyadaki –elbette geçici, çünkü insan ölümlüdür…- somut ve sorumlu sahibinin fert olduğudur. Yani hiçbir servet, aksi ispatlanamadıkça -ki bu da demektir ki hırsızlıkla, gaspla, yağmayla elde edildikleri açıkça ortaya konmadıkça- hiç kimsenin bir diğerine bahşettiği bir varlık değildir.
Sözde ideolojik temelinde, benimsediği köylü dindarlığından dolayı, metodolojik bireyi barındırmayan siyasal milliyetçiliğin, bu yüzden,  kul hakkının sosyo-ekonomik anlamı üzerinde düşünmesi de mümkün olmamıştır. Bu yüzdendir ki siyasal milliyetçilik, servet sahiplerini , daha en başında toplumun soyguncuları, hırsızları kabul ettiğini ve bu yüzden kendisinin sosyalistleştiğini fark edememiştir.
Bugün artık yapılması gereken iki şey vardır. Milliyetçilik kendisine, köylü  dindarlığından kurtararak şehirlerin ve karmaşık/büyük toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir entelektüel donanım kurmalı/edinmelidir.
İkincisi ise “milleti”  yeknesak ve büyük bir köylü toplumu olarak görmekten vazgeçip ferdin temel haklarının teminatına dayanan, ciddi bir hukuk devleti idealine bağlanmalı ve “toplumsal düzendeki” “tadilatı” buna göre tasarlamaktır. Milletin koca bir köylü toplumu olarak görmenin en büyük mahzuru, onu topyekûn değiştirecek “Dokuz Işık” gibi açıkça kolektivist, iddialı ama boş toplum mühendisliği projeleri üretmektir. Bu tip bir düşüncenin gerçek hayattaki sonucu  ise servet edinmeye duyulan yoğun bir bürokratik ve siyasal düşmanlıkla beraber,  ferdin her türlü ekonomik faaliyetinin komuta edilmesine kalkışılması, yani sosyalizm esareti olacaktır.
Milliyetçiler artık şunu idrak etmelidirler ki kişinin rızaya dayalı mübadelelerden elde ettiği her şey ancak ve yalnız onun malıdır,  mülkiyetidir. Ferdin rızaya dayalı mübadelelerden elde ettiği şeyin meşruiyetinin ölçüsü onun  hileye, zorlamaya dayanmadan elde edilmiş olmasıdır. Bu konuda kimsenin konuşmaya hakkı olamaz. Hiçbir pazarcı, bir günlük alışverişten elde ettiği küçük servetini millet dahil hiç kimsenin lüf-u keremine vs borçlu değildir. Hiçbir sanayici, gerçek ve kullanılır buzdolapları üretirken elde ettiği gelirini, servetini, devlete veya millete veya  “proleterlere” ve borçlu değildir.
Milliyetçilerin işi, “millet adına” zorbalık projeleri, mülkiyet gaspı gerekçeleri üretmek değildir.  Serveti elde etmesindeki sorumluluğu da onu harcarkenki sorumluluğu da ferde aittir. Milliyetçiler hayalî asr-ı saadet Arap  toplumları üretmekle değil, mevcut toplumsal yapımız içinde kökeni, inancı, cinsiyeti vs ne olursa olsun  milletimizin her bir ferdinin, kendi adının egemen olduğu topraklarda temel haklarının tam bir teminat altında olduğuna dair sarsılmaz bir güven ve gururla yaşamasını sağlamakla mükellefitr. Onların yapacakları iş, servet düşmanlığı ve sözde İslâm’a göre servet gasp edip paylaştırmak değil,  Türk Milleti’nin her bir ferdinin, meşru alış verileri ile devlet dahil hiçbir zor  kullanıcının zorbalığı olmaksızın servet edinebileceği bir ekonomik ortamı tesis etmektir.
Bu da ancak “hukuk” diye alt dinler haline gelmiş Emevici mezhepçilik ve politikaları artık bir tarafa bırakmakla ve  Türk Milleti’nin her bir ferdinin, kendi egemenliğindeki vatanında, dürüstçe ve zengin yaşayacağı lâik, mülkiyete tam anlamıyla saygılı, hürriyetçi ve medeni bir devlet kabulüyle mümkündür.
Türk milliyetçiliğinde, “mukaddesatçılık” denen sulandırılmış siyasal İslâmcılık artık temizlenmeli  ve milliyetçilere cemaatçi/tarikatçi telkinlere son verilmelidir. Çünkü bunların hepsi, Türk milliyetçiliğini, millet adına ferdi reddeden dinci/kolektivist bir zorbalık  siyaseti haline getirmektedir. Türk milliyetçileri, içlerindeki dinci yapılanmayı,dinci fikirleri reddetmedikçe hiçbir sosyo ekonomik fikir üretemeyecek ve sosyalizmle siyasal dinciliğin arasında, bunların mallarını tırtıklayan ucuz  taklitçiler olmaktan öteye gidemeyeceklerdir






9 Nisan 2011 Cumartesi

Türk Milliyetçiliğinin Rotasında Siyasal Dinci Sapma


Türk  milliyetçiliğinde  dinin yeri neresidir? Bu mühim bir sorudur ve  milletin değerleri içinde yer aldığı düşünülen dinin belirleyiciliği de bu soruya dayanır.
Her şeyden evvel Türk Milleti, diğer bütün Müslüman milletlerden ve kavimlerden üstün ve şerefli  biçimde  İslâm’ın bayraktarlığını yapmıştır ve yapmaktadır. Mesele bu özelliğinin toplumsal kökenlerine bakmaktır.
Zira dinin bayraktarlığını yapmak ve onu en güzle şekilde temsil etmek,  “yaratıcı ve sıcak” bir kültür içinde  onu taşımak ile ilgilidir. Neden böyle diyoruz? Çünkü yaratıcı ve sıcak bir kültüre sahip olmayan toplumlarda din ancak bir taklit vasıtası ve taklidin ta kendisi halinde yaşamaya mahkûm edilir ve zamanla gelenekler “din” adı altında toplumun üstünde tortulaşır. Yaratıcı ve sıcak bir  kültüre sahip olmak demek kültürün bütün unsurları ile ilgili  yaratıcı faaliyetin devam etmesi anlamına gelir.
 Türk kültür tarihi hakkında yazıp da  tek beste yapmamak, tek  bir roman yazmamak, iktisada dair hiçbir  yorum yapmamak, toplumsal değişimi yorumlamamak, resim yapmamak, resim izlememek, sinemadan bihaber olmak, türkü dinlememek, türkü söylememek, türkü yakmamak vs ise  kültürü ancak hakkında konuşulunca kurtarılacak bir  süs bitkisi saymak demektir ki kültürü soğutan ve toplumun yeni ihtiyaçlara cevap vermek kabiliyetini körelten de bu tembellik ve bönlüktür.
Bugün milletimizin başına gelen de budur. Bu konuda sosyalistlerin herhangi bir duyarlığı olmasını beklemek safdilliktir, çünkü onlar, ideolojileri gereği Türk adını ağızlarına yakıştıramaz ve mümkün olduğunca bu addan uzak durmaya çalışırlar.  Siyasal İslamcı’lar zaten Türk adından duydukları nefreti her gün daha açık şekilde beyan etmektedirler ki eskiden beri Türk milliyetçilerine, milliyetçilerin bütün “mukaddesatçı” hassasiyetlerine rağmen duydukları nefret ortadadır…
Dolayısıyla eğer bir Türk kültüründen bahsedilecekse bu konuda yaratıcılık sorumluluğu, öncelikle milliyetçilere düşmektedir.
Oysa Türk milliyetçileri, Emevici siyasal İslâm’ın ezberci, nakle tapan, donuklaştırıcı-müstebit tavrını benimsemeyi tercih etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki Emeviciliğin toplumsal mühendislik politikasını “gelenek”  ve daha kötüsü din zannetmektedirler. Bunun sebebi de büyük ölçüde siyasal milliyetçiliğin popülarite kaygısı ile  köylülüğü  benimsemesidir.  Merhum Atsız ile entelektüel ağırlığını ortaya koyan Türk milliyetçiliği, bu ağırlığını siyasallaşmayla beraber kaybetmiştir. Çünkü “Türkçülük” adıyla milliyetçiler tarafından da usulca kenara itilen duruş, özünde şehirli, yaratıcı, eleştirici ve bireyci bir özellik taşımakta idi. Bu haliyle  “mukaddesatçılık” diye tabir edilen, geleneğe dayalı köylü dindarlığına uzak kalmaktaydı.
Milliyetçiliğin siyasallaşmasıyla beraber milliyetçiler,  dinin çağdaş yorumlarına ışık tutacak entelektüeller olmak yerine,  gelenekleri, hurafeleri, Emevi mirasını din zanneden köylü dindarlığına teslim olmayı seçmişlerdir. Bu tavırları ile kültürün hakkında konuşup kültür üretemeyen insanlar haline gelmişlerdir.
Milliyetçileri dini, topluca yaşanıp, hayatın her anını ve sahsını herkes için tektipleştiren bir tür “kullanım kılavuzu” gibi görmüşlerdir, görmektedirler ki bu bakışları, siyasal dincilikle  birebir örtüşmektedir. Bu bakışları ile din adına ferdin varoluşunun gerekliliğini açıkça reddetmektedirler. Fertleri olmayan bir “millet” tasavvuru, tam da siyasal İslâm’ın ulaşılamayacak ideal Müslümanı veya  sosyalizmin adı olup da kendisi var  olmayan Marxist insan fikri ile uyuşmaktadır. Milliyetçiler hukukun, ferdin varoluşuna dayalı yapısını zaten hiç  düşünememektedirler. Ferde ait her sözü, vahşi bir  bencillikle, kanunsuzlukla, yağmayla ilişkilendirerek siyasal islâmcılığ’ın fert düşmanlığına alet olduklarını dahi anlayamamaktadırlar.
Oysa siyasal İslâmcı’lara, “kul hakkı” temelinde metodolojik  bireyciliğin gereğini göstermesi gerekenler, milliyetçilerdir.  Milliyetçiliğin, milletin her bir ferdinin hukuk altında, hür ve müreffeh yaşaması ideali olduğu artık idrak edilmelidir.
Milliyetçiliğin siyasallaşmasıyla beraber “din adına” siyaset yapmak gayretkeşliğinde siyasal İslamcılarla yarışmak hırsı, milliyetçileri ele geçirmiştir. Bu hırs dinin özünde yer almadığı defalarca söylenen sayısız bidatin milliyetçi camiada yerleşmesine yol açmıştır. Çünkü milliyetçiler siyasal İslamcıların ezberciliğine özenmişi onların  aklı dışlayan fanatizmini ve tepkiselliğini siyasetin ve daha kötüsü dinin gereği sanmışlardır.
Bunun sonucunda “Atsızcılar” diye  dışlanan Türkçüler, milliyetçi camiada dahi “dinsiz-imansız şamanlar” olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu şekilde milliyetçilik, kendi  içindeki yaratıcı, üretken  az sayıdaki üyesini kendine küstürmüştür.  Milliyetçi camianın fikrî kısırlığının sebebi budur. Bugün Emeviciliğin en berbat örneği, Türk Ocağı gibi bir medeniyet abidesi içinde, “Hanımlar İcra Heyeti” denen haremlik ayrımcılığıyla, Türk kadınlarının fikri faaliyetten hoyratça dışlanmasında kendini göstermektedir. Bu şekilde kendilerine siyasal İslamcı bir söyleyişle “hanımlar” denerek ikinci sınıf sayılan Türk kaıdnları, milliyetçiliğin kek-börek imalatçısı, beylerinin dekorasyon nesnesi haline getirilmektedir. Bu, daha yakın zamana kadar hars heyetinde kadın üyesi bulunan bir kurum için çok acı bir gerilemedir. Bu gerileme, Arap örfünü Türk töresinin içine sokuşturmaya, “mukaddesatçılık” demenin sonucudur.
Din hakkında konuşmak, dinin sözcülüğüne, temsilciliğine soyunmak milliyetçilerin işi değildi ve hâlâ da değildir! Dinin siyasal bir söylemin parçası haline getirilmesi dine edilen en büyük bühtandır. Bu, toplumun dine dayalı siyasal fırkalara ayrılması neticesini doğurur ki köylü dinciliği ile oy toplamaya çalışan siyasal milliyetçilik bu gün, bu işin simsarları tarafından bölünmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.
O halde Türk milliyetçilerinin izlemeleri gereken yol nedir? Türk milliyetçiliği artık dinin siyasal aktörü olmaktan vazgeçmelidir.
Dini, herkesi tektipleştiren bir cemaat ritüeli olmadığını kabul etmelidirler.  Bu anlayışla, dinin fertlerin kendi akılları ve iradeleriyle yaşayacakları bir ahlâk  ve mutluluk kaynağı olduğunu idrak etmelidirler. Hiç kimsenin, dindarlığı ile diğerlerine üstünlük taslayamayacağını bilmelidirler. Bu açıdan, Türk milliyetçileri  “dincilik” yapmaktan vazgeçerek artık lâik ve medeni bir memleketin yaratıcı güçleri olmaya kendilerini adamalıdırlar.
Çünkü daha önce  değindiğimiz gibi: Dinin nakle tapan yaşantısının kaynağı Arap örfü ve Emevi siyasal dinciliğidir. Eğer “dinden” bunlar anlaşılmaya devam edilirse hem  insanlar dinden soğutulur hem de din adına  millet türlü fırkalara bölünür, fesat ve nefret bağrımıza saplanır.
Türk milliyetçileri bilmelidirler  ki Türk Milleti, islâm, Arap yarımadasına inmeden çok önce “Gök Tanrı’nın” birliğine iman edip ahlâkını ona göre tanzim etmiş büyük ve muzaffer bir  millettir. Bu açıdan  “şaman Türk” ile cahiliye dönemi Arap’ı bir kefeye konamaz. “şaman” diye küçümsenen, horlanan ceddimiz, İslâm’la şereflendikleri halde ikiyüzlülükten, riyadan, nefretten ve hele ırkçılıktan  ayrılamamış Arap’ların örfünden herhangi bir şey almaya muhtaç değildi. Peygamberin zevcesine iftira eden insanlarla töreye uymadıkları için gönüllü oklanan Türk çerileri bir tutulamaz.
Bundan dolayıdır ki Türk milliyetçileri artık “İslam” adına Arap örfçülüğünden ve fanatizminden vazgeçmelidirler. Arap örfçülüğünün unsurları, giyim kuşamdan,  medeni davranışlara kadar maalesef  milliyetçilerinin hayatında, her safhada kendini göstermektedir.
Türk milliyetçileri ferdin mutlak ve dokunulmaz, varoluşsal temel haklarına dayalı, lâik, yaratıcı, akılcı-eleştirici, sorgulayıcı, hürriyeti esas ve kuralı istisna kabul eden hürriyetçi bir  düşünce yapısına acilen geçmelidirler. Bu da ancak siyasal İslâmcılığın kötü taklitçileri olmak hevesinden vazgeçmekle mümkündür.
Aksi takdirde, dini siyasi oyunlarına alet edenlerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaklardır. Namaz kılmak için başkasının insafına muhtaç  robot Müslümanlar veya kadınlarına börek yaptırıp onları düşünmekten men eden “hafif” Arap taklitleri olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. Milliyetçilerin görevi “arkadan gitmek” , “taklitçik yapmak” değil,  hayatın her alanında yaratıcı yorumlar getirmek ve çözüm üretmektir.  Tartışılır giyimlerle, dinci sloganlarla, Arapçı tavırlarla milliyetçilerin kendilerini lâyık gördükleri mevki ise bu idealden fersah fersah uzaktadır.
Türk milliyetçileri, bunun, basit bir siyasal tercih olmadığını, Türk Milleti’nin  üzerinde yürütülen siyasal dinci toplum mühendisliğine karşı ne kadar önemli bir cevap olduğunu ve bunun millet bekasıyla doğrudan ilgisini artık anlamalıdır.